F - 1
FÂCİR:
1. Açıktan günâh işleyen, haram ve günâha dalmış. Fâsık.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Kıyâmet gününde nice yüzler vardır ki (dünyâda iken geceleri ibâdetle geçirmek veya alınan abdestler sebebiyle) parıl parıl parlar, (kavuştukları nîmetlerden dolayı) güler ve sevinir (bunlar mü'minlerdir) . Nice yüzleri de o gün, toz-toprak, karanlık ve siyahlık kaplayacaktır. İşte bunlar, kâfirler ve fâcirlerdir. (Abese sûresi: 38-42)
Tüccârın, pazarcıların çoğu fâcirdir. Alış-verişleri helâl olmaz. Çünkü, çok yemin ederek günâha girerler ve yalan söylerler. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet, Zevâcir)
Allahü teâlâ bu dîni fâcir kimselerle de elbette kuvvetlendirir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Âlimlerin dünyâyı sevmesi ve ona düşkün olması, güzel yüzlerine kara leke gibidir. Böyle olan ilim adamlarının insanlara faydası olur ise de kendilerine olmaz. Dîni kuvvetlendirmek, İslâmiyet'i yaymak şerefi bunlara âid ise de, bâzan kâfir ve fâcir d e bu işi yapar. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Kâfir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Fâcirlerin amel defterleri, Siccîn denilen yerdedir. (Mutaffifîn sûresi: 7)
FADÎLE:Peygamber efendimizin âhiretteki makamlarından biri.
Muhammed aleyhisselâm, Peygamberlerin en üstünü, âlemlere rahmettir. Onsekiz bin âlem O'nun rahmet denizinden faydalanmaktadır... Âhirette kendisine; Makâm-ı Mahmûd, Şefâ'at-i kübrâ, Kevser havuzu, Vesîle ve Fadîle adındaki makamlar verilecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
FADL:
1. İhsân.
Allahü teâlâ, kullarına iyi olanı, faydalı olanı vermeğe, kimisine sevâb, kimisine azâb yapmağa mecbûr değildir. Âsîlerin, günâh işleyenlerin hepsini Cennet'e koysa, fadlına yakışır. İtâat, ibâdet edenlerin hepsini Cehennem'e atsa, adâletine uygun ol ur. Fakat müslümanları ve ibâdet edenleri Cennet'e sokacağını, bunlara sonsuz nîmetler, iyilikler vereceğini; kâfirlere ise, Cehennem'de sonsuz azâb edeceğini dilemiş ve bildirmiştir. O, sözünden dönmez. (Kemahlı Feyzullah Efendi) Eğer ezelde beni kulluğa Kabûl ettinse fadl senin, nîmet bana.
(Sinân Paşa)
2. Üstünlük, fazîlet. (Bkz. Fazîlet)
Fadl-i Cüz'î:Bir bakımdan üstünlük.
Fadl-i Küllî:Her bakımdan üstünlük.
FÂHİŞ FİYAT:Piyasa fiyatının üstündeki fiyat. (Bkz. Gaben-i Fâhiş)
Esnâfın hepsi fiyatları, fâhiş olarak arttırdığı, millet zarar ve zulüm görür hâle geldiği zaman, hükûmetin, tüccârlara danışarak uygun bir narh yâni kâr haddi koyması câiz olur. (İbn-i Âbidîn)
FAHR-İ ÂLEM:Âlemin kendisi ile övündüğü zât. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm için kullanılan saygı ifâdesi.
Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem insanların en cömerdi idi. Bir şey istenip de yok dediği görülmemiştir. İstenilen şey varsa verir, yoksa cevâb vermezdi. (İmâm-ı Ahmed Kastalânî)
Fahr-i âlemin isimleri, hâlleri, Tevrât ve İncil'de yazılı idi. Yahûdî ve hıristiyanlar, teşrif etmesini, gelmesini bekliyordu. Fakat kendi kavimlerinden gelmeyip, Arablardan geldiği için kıskandılar ve O'na inanmadılar. (Kastalânî)
FAHR-İ ENÂM (Fahr-ül-enâm):Yaratılmışların kendisiyle övündüğü zât. Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm için kullanılan hürmet ve saygı ifâdesi. Gece-gündüz dilimde, salât-ü selâm, O mübârek rûhuna, ey Fahr-ül-enâm.
(Lâ edrî)
FAHR-İ KÂİNÂT:Kâinâtın kendisi ile övündüğü zât. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm için kullanılan saygı ifâdesi.
Fahr-i kâinâtın sallallahü aleyhi ve sellem mübârek yüzü ve bütün âzâları ve mübârek sesi, bütün insanların yüzlerinden ve âzâsından ve seslerinden güzel idi. Mübârek yüzü, bir miktâr yuvarlak idi. Neşeli olduğu zamanda, mübârek yüzü ay gibi nurlanır dı. Sevindiği mübârek alnından belli olurdu. (İmâm-ı Ahmed Kastalânî)
Bir kimse, her işinde Fahr-i kâinâta sallallahü aleyhi ve sellem tâbi olmazsa kâmil, olgun mü'min olmaz. O'nu kendi cânından çok sevmezse, îmânı tamâm olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
FAHŞÂ:Çirkin. Dînin ve aklın beğenmediği şeyler.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Doğru kılınan namaz, insanı fahşâdan ve münkerden herhâlde uzaklaştırır. (Ankebût sûresi: 45)
Muhakkak ki şeytan size fahşâyı emreder. (Bakara sûresi: 268)
Namazı doğru dürüst kılmakla şereflenen kimse, fahşâdan korunmuş olur. İnsanı kötülüklerden uzaklaştırmayan bir namaz, doğru namaz değildir; görünüşte namazdır. Bununla berâber, doğrusunu yapıncaya kadar, görünüşü yapmayı elden bırakmamalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
FÂİL-İ MUHTÂR:İstediğini yapan.
Allahü teâlâ fâil-i muhtârdır. Hiçbir işi yapmaya mecbûr değildir. Yaptıkları şey için de kimse O'na bunu niçin yaptın diyemez. Eski Yunan felsefecileri, akılları ermediğinden, Allahü teâlânın fâil-i muhtâr olduğunu inkâr ettiler. (Muhammed Ma'sûm)
Ey müslüman! İyi bil ki gördüğün, işittiğin her şey, meydana gelen bütün şeyler madde ve cisim, bunların özellikleri, akıllar, fikirler, düşünceler, gökler, yıldızlar, elementler ve bileşik cisimler yok idi. Hepsi fâil-i muhtâr olan Allahü teâlânın i stemesi ve yaratması ile var oldu. (İmâm-ı Rabbânî)
Beled ve Şems sûresinin sekizinci âyetleri Allahü teâlânın insanlara maddî ve mânevî kuvvet verdiğini iyi ve fenâ yolları ayırdığını ve yaptığı işin mes'ûliyetinin (sorumluluğunun) insana âit olacağını açıkça anlatmaktadır. Görülüyor ki, insan bir yö nden fâil-i muhtârdır. Bu sebeble her işinden dünyâda ve âhirette mes'ûldür. (Muhammed Ma'sûm)
FÂİTE:Gaflet, uyku, unutmak, hastalık, düşman korkusu gibi bir özürle kaçırılan farz veya vâcib namaz.
Özürsüz, tenbellikle kılınmayan namazlara metrûkât denir. Namazı özürsüz vaktinde kılmamak büyük günâhdır. Kazâ etmekle bu günâh affolmaz. Ayrıca tövbe etmek lâzımdır. İslâm âlimleri, müslümanın namazını özürsüz aslâ terk etmeyeceğini, ancak dinde bi ldirilen bir özürle kaçırabileceğini nazar-ı îtibâra alarak, fıkıh kitablarında kazâ edilmesi gereken namazlara; metrûkât (terk edilen namazlar) demeyip, fâite (kaçırılan namazlar) tâbirini kullanmışlardır. (Alâüddîn Haskefî, S.Abdülhakîm Arvâsî)
Fâite namazları olan bir kimse, bunları kılacak güçte iken kılmamış ise, öleceği zaman, namaz borçlarının fidye (fakirlere belli miktârda para veya başka bir şey) verilerek iskât edilmesi (düşürülmesi) için vasiyyet etmesi lâzımdır. (İmâm-ı Birgivî)
FÂİZ:Ödünç vermekte, rehnde (ipotek yâni ödenecek mal karşılığı olarak, bir malı, alacaklıda veya başka âdil bir kimsede emânet bırakmada) ve alış-verişte, alıcıdan veya vericiden birinin ötekine karşılıksız vermesi şart edilen fazla mal, para veya menfaa t. Ribâ. (Bkz. Ribâ)
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Fâiz yiyenler, kıyâmet günü mezarlarından, sar'a hastası gibi perişân kalkacaklardır. (Bekara sûresi: 275)
Allahü teâlâ, fâiz alan ve verenlerin mallarının hepsini yok eder. İzini, eserini de bırakmaz. Zekât verenlerin malını elbette artırır. (Bekara sûresi: 276)
Receb'in ilk Cumâ gecesini ihyâ edene (ibâdetle geçirene), Allahü teâlâ kabir azâbı yapmaz. Duâlarını kabûl eder. Yalnız yedi kimseyi affetmez ve duâlarını kabûl etmez: Fâiz alan veya veren, müslümanları aşağı gören, anasına-babasına eziyet eden, karşı gelen çocuk, müslüman olan ve dînin emirlerine uyan kocasını dinlemeyen kadın, şarkı ve çalgıcılığı san'at edinenler, livâta ve zinâ edenler, beş vakit namazı kılmayanlar. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-ün-Nâsihîn)
Daha fazlasını ödemesi şartı ile ödünç vermek fâizdir. Yâni böyle olan sözleşme haramdır. Haram anlaşma ile ele geçen malın hepsi haram olur. Meselâ on iki kile ödemesi şartı ile, on kile buğday ödünç verilse, alınan on iki kilenin hepsi haram olur. Fâiz ile ödünç vermek ve almak haram olduğu Kur'ân-ı kerîmde açık olarak bildirilmiştir... (İmâm-ı Rabbânî)
İsrâfın yâni malı, dînin uygun görmediği yerlere dağıtmanın kötülüğünü gösteren delillerden biri de, fâizin haram olmasıdır. Fâiz alıp vermek büyük günâhtır. Fâizin haram olmasının sebebi, insanların malını alış-veriş yaparken ziyân olmaktan korumakt ır. (İmâm-ı Birgivî)
Son nefeste îmânsız gitmeye sebeb olan şeylerden biri de, fâiz alıp vermektir. (Hamzâ Efendi)
Fâiz, yalnız İslâmiyet'te değil, semâvî dinlerin yâni daha önce gönderilen hak dinlerin hepsinde haram idi. Fâizin azı da çoğu da haramdır. En büyük günâhlardandır. (Muhammed Rebhâmî)
Her menfaat getiren borç fâizdir. (Alâeddîn Haskefî)
FAKÎH:
1. Fıkıh âlimi. Dînin amelî (yapılacak işlerle ilgili) hükümlerinde mütehassıs âlim. Çoğulu fukahâdır. (Bkz. Fıkıh)
2. Müctehid. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmemiş olan hükümleri, açık ve geniş olarak bildirilenlere benzeterek meydana çıkarabilen derin âlim. İctihâd derecesine varmış âlim.
Allahü teâlâ bir kuluna iyilik etmek isterse, onu dinde fakîh yapar. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Bir kimse fakîh olursa, Allahü teâlâ, onun özlediği şeyleri ve rızkını ummadığı yerlerden gönderir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Şeytana karşı bir fakîh bin âbidden (çok ibâdet edenden) daha kuvvetlidir. (Hadîs-i şerîf-Hilye)
Fakihlerin başı İmâm-ı A'zam'dır ve fıkhın dörtte üçü ona âittir. (İbn-i Âbidîn)
FAKİR:
1. Aslî (temel) ihtiyâçlarından başka nisâb miktârı (dînen zengin sayılacak kadar) malı olmayan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
...Artık ondan (kesilen kurbandan) hem kendiniz yiyin, hem de yoksula, fakîre yedirin. (Hac sûresi: 28)
Üç şeyi yapan müslümanın îmânı kâmildir: Âilesine hizmet etmek, fakirler arasında oturmak ve hizmetçisi ile birlikte yemek yemek. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Eshâbım için fakirlik seâdettir. Âhir zamandaki ümmetim için zenginlik seâdettir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Fakir olduğu için bir kimseyi aşağı, zengin olduğu için bir kimseyi yüksek tutan mel'ûndur. (İbn-i Abbâs)
Bu ümmetin fakirlerinin, zenginlerinden yarım gün önce Cennet'e girecekleri bildirildi. Bu yarım gün, beş yüz dünyâ senesidir. Çünkü, Allahü teâlânın bildirdiği bir gün,bin dünyâ senesi kadar zamandır. Böyle olduğu Hac sûresinde açıkça bildirilmiştir . Cennet'e erken girecekleri bildirilen fakirler, İslâmiyet'e uyan, sabreden fakirlerdir. İslâmiyet'e uymak demek, İslâmiyet'in emirlerini yerine getirmek, yasaklarından sakınmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Fakir, nafakası olmayınca sabr ve kanâat eder. Allahü teâlânın kendisi hakkındaki muâmelesinden râzı olur. Allahü teâlâ emrettiği için rızık kazanmaya çalışır. Çalışırken, ibâdetlerini terk etmez, haram işlemez. Kazanırken de, harcarken de dînin emir lerine uyar. Böyle kimseye zenginlik de fakirlik de faydalı olur. (Hâdimî)
2. Tasavvufta fakir: Derviş. Her zaman her işte yalnız Allahü teâlâya muhtaç olduğunu bilen, bütün ihtiyaçlarını hep Allahü teâlâya arz eden.
Fakirlik, nefsin isteklerini yaptırmaz. Onu dinlemez, burnunu kırar. (İmâm-ı Rabbânî)
FAKR:Fakirlik. Tasavvufta her zaman her işte Allahü teâlâya muhtaç olduğunu bilmek.
Fakr ile öğünürüm. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
FAL:Atılan boncuk ve baklaya, koyunun kürek kemiğine ve benzerlerine bakmak sûretiyle gaybdan, gelecekten haber verme işi.
Ümmetimden bir kısmını bana gösterdiler. Dağları, sahrâları doldurmuşlardı. Böyle çok olduklarına şaştım ve sevindim. Sevindin mi? dediler, evet dedim. Bunlardan ancak yetmiş bin adedi hesabsız Cennet'e girer dediler. Bunlar hangileridir diye sordum. İşlerine sihr, büyü, dağlamak, fal karıştırmayıp, Allahü teâlâdan başkasına tevekkül (güvenip) ve güvenmeyenlerdir denildi. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
FALCI:Fala bakan, gaybı bildiğini iddiâ eden. Gaybı anlamak için güyâ bir takım vâsıtalara mürâcaat eden kimse. Atılan boncuk ve baklaya, koyunun kürek kemiğine ve sâir şeylere bakıp bunlardan manâ çıkarır görünen; gaybden haber verdiğini iddiâ eden kimse.
Cebrâil (aleyhisselâm) bana geldi. Kalk namaz kıl ve duâ et! Bu gece, Şâban'ın on beşinci gecesidir dedi. Bu geceyi ihyâ edenleri Allahü teâlâ affeder. Yalnız kâfirleri, büyücüleri, falcıları, kendini beğenenleri, içki içenleri, fâiz yiyenleri ve zinâ yapanları affetmez. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Tevekkül edenler (sebeblere yapışıp Allahü teâlâya güvenenler) , falcılık, efsûn ve dağlamak ile hastalığı tedâvî etmezler. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Kâhinlere, falcılara inanmamalıdır. Bilinmeyen şeyleri bunlara sormamalıdır. Bunları gaybleri (gizli şeyleri) bilir sanmamalıdır. (İsmâil Hakkı Bursevî)
FÂNÎ:
1. Yok olucu, geçici, devamlı olmayan.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Yer) üzerinde bulunan her canlı fânîdir. (Rahmân sûresi: 26)
Âhiret için lâzım olan şeyleri, bu fânî dünyâda hazırlamak lâzımdır. (Muhammed Hâdimî)
Fânî olanı ver ki, bâkî (sonsuz, devamlı) olanı alasın. (Erzurumlu İbrâhim Hakkı)Âlemlerin hâdis olduğuna yâni sonradan yaratıldığına inanan, fânî olduklarına da inanır. Müslüman olmak için; maddelerin ve cisimlerin yâni her varlığın, yoktan var edilmiş olduklarına ve tekrar fânî olacaklarına inanmak lâzımdır. (Seyyid Şerîf Cürcânî)
Ey insanoğlu! Bu dünyâ fânîdir. Malı mülkü elde kalmaz. Ne kadar malın olsa murâd alamazsın. Âhiretten gâfil olma. Zîrâ gidişin dönüşü yoktur. Allahü teâlâdan başka işlere tutulmaktan kurtul. Devamlı kalacak işlerle meşgûl ol! (Akbıyık Sultan)
2. Tasavvufta Allahü teâlâdan başkasını unutan, bunların sevgisinden kurtulan kimse. Dînin emirlerini en iyi şekilde yaparak süslenmek, ibâdetleri yapmakta ve yasaklardan kaçmakta kolaylık hâsıl olması; nefsin fânî olmasına bağlıdır. Bu da ancak, Ehl-i sünnet âlimlerini sevmek ve onların muhabbetini (sevgisini) kazanmakla olur. (İmâm-ı Rabbânî)
FARÎDÂT-I ÂDİLE:Dînimizin dört temel kaynağından icmâ' ve kıyâs. (Bkz. İcmâ', Kıyâs) İlim üçtür:
Âyet-i muhkeme (hükmü açık âyet-i kerîmeler), sünnet-i kâime (Peygamber efendimizin hadîs-i şerîfleri, mübârek söz ve davranışları) ve farîdât-ı âdile. (Hadîs-i şerîf- Ebû Dâvûd)
FARÎZA:
1. Namaz, oruç, zekât gibi kesin delil (mânâsı açık olan âyet-i kerîme) ile bildirilen emirler.
Hac farîzası hem mâlî (mal ile), hem de beden ile yapılan bir ibâdettir. (İbn-i Âbidîn)
2. Miktârı bildirilen vârislerden her birine düşen hisse. Mîrâs payı.
FARK:Tasavvufta cem' denilen mertebeden sonra gelen bir makam. Buna cem'ül-cem' de denir. (Bkz. Cem')
Fark makâmında olanın rahatlık ve huzûru kullukta, lezzeti tâatte yâni ibâdettedir. Cem' makâmı sekirdir (muhabbet sarhoşluğudur). Fark makâmı, sahv (uyanıklık) olup, buraya kavuşunca ârif hakîki İslâm'la şereflenip, insanları doğru yola kavuşturmaya ve terbiye etmeye lâyık olur. (İmâm-ı Rabbânî)
FÂRÛK:"Doğru ile yanlışı birbirinden ayıran" mânâsına hazret-i Ömer'in lakabı.
Bir gün Peygamber efendimize bir münâfık (kalbi ile inanmayıp inanır görünen) ve bir yahûdî bir dâvâ ile geldiler. Peygamber efendimiz aralarında hükmeyledi. Yahûdînin haklı olduğu anlaşıldı. O münâfık râzı olmayınca, Resûlullah efendimiz onlara; "Ömer'e varın sizin dâvânızı görsün" buyurdu. Onlar Ömer'e geldiler. Neye geldiniz? dedi. Münâfık, bu yahûdî ile dâvâm vardır dedi. Hazret-i Ömer; "Resûlullah efendimiz varken ben bu dâvâyı nasıl göreyim" dedi. Münâfık; "Biz Resûlullah'a (aleyhisselâm) vardık, yahûdînin haklı olduğuna hükmeyledi. Ben râzı olmadım." dedi. O zaman hazret-i Ömer; "Siz az bekleyin, ben dâvânızı şimdi hâllederim" dedi ve içeriye gitti. Biraz sonra eteğinin altında kılıcıyla çıkıp yanlarına geldi. Kılıcı çektiği gibi o münâfığın kellesini uçurdu ve; "Resûlullah'ın hükmüne râzı olmayanın hâli budur" dedi. İşte bundan dolayı, kendisine Ömer-ül-Fârûk denildi. (Şemseddîn Sivâsî)
FARZ:Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde yapılmasını açıkca bildirdiği emirler.
Kulum farzları yapmakla bana yaklaştığı gibi, başka şeyle yaklaşamaz. Kulum nâfile ibâdetleri yapınca, onu çok severim. Öyle olur ki, benimle işitir. Benimle görür. Benimle her şeyi tutar.Benimle yürür. Benden her ne isterse veririm. Bana sığınırsa, onu korurum. (Hadîs-i kudsî-Buhârî)
Ey kulum! Emrettiğim farzları yap, insanların en âbidi (ibâdet edeni) olursun. Yasak ettiğim haramlardan sakın, verâ sâhibi olursun. Verdiğim rızka kanâat eyle, insanların en ganîsi (zengini) olursun, kimseye muhtâç kalmazsın. (Hadîs-i kudsî-Mişkât, Câmi-us-Sagîr)
Allahü teâlânın râzı olduğu işler, farzlar ve nâfilelerdir. Farzların yanında nâfilelerin hiç kıymetleri yoktur. Bir farzı vaktinde kılmak, bin sene nâfile ibâdet yapmaktan daha çok fâidelidir. Hattâ bir farzı yaparken, bunun sünnetlerinden bir sünne ti ve edeplerinden bir edebi yapmak da, başka nâfileleri yapmaktan kat kat daha kıymetlidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Farz-ı Ayn:Her müslümanın yerine getirmesi lâzım olan farz.
Îmânı yâni Ehl-i sünnet îtikâdını, iyi ve kötü huyları öğrenmek farz-ı ayndır. Abdesti, guslü, namazı ve orucu ve haramları da, her müslümanın öğrenmesi farz-ı ayndır. (İmâm-ı Rabbânî)
Farz-ı Kifâye:Müslümanların bir kısmının yerine getirmesi ile diğerlerinden düşen farz.
Kur'ân-ı kerîmi dinlemek farz-ı kifâyedir ve okunmasından ve nâfile ibâdetlerden daha sevâbdır. (Halebî-yi Kebîr)
Cenâze namazını kılmak, ölüye hizmeti ve san'at ve ticâret bilgilerini (ve bugünün silâhlarını yapmak ve kullanmak için fen bilgilerini iyi) öğrenmek farz-ı kifâyedir. (Yûsuf Sinâneddîn)
Bir âyet ezberlemek herkese farz-ı ayndır. Fâtihayı ve üç âyet veya bir kısa sûre ezberlemek vâcibdir. Kur'ân-ı kerîmin hepsini ezberlemek farz-ı kifâyedir. (Alâüddîn-i Haskefî)
FASD:Damardan kan aldırma. (Bkz. Hacâmat)
FÂSIK:Açıkça günah işlemekten çekinmeyen, âsî, günahkâr mü'min.
Fâsıkın fıskına mâni olmağa kudreti varken, kimse mâni olmazsa, Allahü teâlâ, bunların hepsine, dünyâda ve âhirette azâb yapar. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Fâsık medh olunduğu zaman, Rabbimiz gadâba gelir. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî, İbn-i Adî)
Kızını fâsığa veren mel'ûndur. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Öğrenilmesi farz ve vâcib olan fıkıh (din) bilgilerini öğrenmemek fısktır, günahtır. Fâsıkların şâhidliği kabûl olmadığı için, şâhidlere îtirâz olunduğu zaman, hâkim şâhidlere fıkıhtan sorar. (İbn-i Âbidîn)
Fâsıkın, bid'at sâhibinin (inanışı bozuk olanın) ve âsînin evine, ziyâfetine, ancak zarûret olunca veya bir kimsenin işini görmek için gidilir. (İmâm-ı Gazâlî)
FÂSİD:Bozan, bozuk.
1. Bir ibâdetin, bâtıl olması, geçersiz olması. Bâtıl.
Namaz kılarken göğüs özürsüz olarak kıbleden çevrilirse, namaz hemen fâsid olur. (Halebî)
Namazda konuşmak ve boğazından özürsüz öksürük gibi ses çıkarmak namazın fâsid olmasına sebeb olur. (Halebî)
Oruçlu iken ve namaz kılarken boğaza yağmur, kar kaçsa, oruç da namaz da fâsid olur. (Tahtâvî)
2. Aslı İslâmiyet'e uygun olup, sıfatı uygun olmayan muâmele, akid.
Veresiye yapılan satışta ödeme târihi belirtilmezse, fâsid olur. (Kâşânî)
Fâsid Akd:Aslı İslâmiyet'e uygun olduğu hâlde, sıfatı uygun olmayan her çeşit sözleşme.
Fâsid Bey':Aslı İslâmiyet'e uygun olup sıfatı uygun olmayan satış. (Bkz. Bey')
Fâsid bey aslında sahihdir, câizdir. Çünkü mütekavvim (kullanılması mübah ve kullanılabilir) olan malın satışıdır. Fakat sıfatı dîne uygun olmayıp sahih (geçerli) değildir. Semen (bedel) mütekavvim olmayınca veya mebîin (satılan malın) veya semenin m iktarı veya evsafı yahut veresiye satışta semenin verileceği zaman belli olmayınca bu satış fâsid olur. (İbn-i Âbidîn)
Fâsid İcâre:Aslı İslâmiyet'e uyduğu hâlde, sıfatı uygun olmayan icâre (kirâya verme).
Bir mal dînen ve aklen nerede kullanılabilirse, o maksadla kullanmak için kirâya verilir. Kumaşı, ev ve mutfak eşyâsını, süs, gösteriş olarak bulundurmak için; evi, oturmayıp, köleyi, altını, gümüşü ve otomobili kullanmayıp, başkasına gösteriş yapmak için kirâ ile almak fâsid icâre olur. (Ali Haydar Efendi)
Koyun otlatmak için tarlayı, yünü için hayvanı kirâya vermek câiz değildir, fâsid icâredir. (İbn-i Âbidîn)
Fâsid Kan:Üç günden yâni yetmiş iki saatten -beş dakika bile az olsa- gelen kan, yeni başlayan (baliğa, ergen) olan için on günden çok sürüp, onuncu günden sonra gelen kan, yeni olmayanlarda (kadınlarda) âdetten çok olup on günü de aştığında âdetten sonraki gü nlerde gelen kan, hâmile ve âyise (ihtiyar) kadınlardan ve dokuz yaşından küçük kızlardan gelen kan. İstihâza kanı. (Bkz. İstihâza)
Fâsid Temizlik:Sahîh olmayan temizlik.Kadınlarda hayız kanının kesilmesinden sonra on beş gün geçmeden önce kan görme hâli.
Hayız müddeti dışında istihâza denilen kan görüldüğü günler, fâsid temizlik günleridir. (İbn-i Âbidîn)
Hayız kanının durmadan akması lâzım değildir. İlk görülen kan kesilip, üç gün sonra tekrar görülürse, aradaki temizlik, fâsid temizlik olup, sözbirliği ile hep aktı kabûl edilir. (İbn-i Âbidîn)
FASL-I HİTÂB:Kolay, açık ve anlaşılır söz söyleme.
Doğru söyliyenlerin en iyisi ve kendilerine Fasl-ı hitâb ve hikmet (ilim) verilenlerin en üstünü olan sâhibimiz ve efendimiz Muhammed aleyhisselâma ve O'nun temiz Âline (akrabâsına) ve insanlar arasından O'nun için seçilmiş olan Eshâbına (arkadaşları na) salât ve selâm (hayırlı duâlar) olsun. (Ahmed Mekkî Efendi, Sekkâkî)
FÂTIMÎLER:Aslen mecûsî olan Meymûn el-Kaddah'ın neslinden gelen Ubeydullah bin Sa'îd'in etrâfında toplanan, kendilerinin hazret-i Fâtıma'nın neslinden geldiklerini iddiâ eden; Mısır, Kuzey Afrika, Filistin ve Sûriye'de 910-1171 seneleri arasında hüküm süren, E shâb-ı kirâm düşmanlığını yaymaya çalışan hânedân Ubeydîler.
İki yüz altmış sene müddetle Ehl-i sünnet müslümanlara zulmeden Fâtımîler, pek çok mâsum (günâhsız) kimseyi öldürdüler. Abbâsî halîfelerinin hilâfetini kabûl etmeyerek İslâm birliğini parçaladılar. Zaman zaman Abbâsî halîfelerine ve Selçuklulara karş ı hıristiyanlarla birleşerek müslümanlar aleyhine ittifak (birlik) kurdular. Fâtımîler kurdukları medreselerde bâtınî (İsmâilî) dâî (propagandacı) yetiştirdiler. (İmâm-ı Süyûtî)
Fâtımî hükümdârlarından Muiz Lidînillah şimdiki Kâhire şehrinin bulunduğu yere Kâhire-i Muizziyye adında bir şehir kurdu. Ezândaki Hayyealessalâh ibâresini kaldırarak, yerine bâtınîliğin alâmeti olarak Hayyealâ hayr'il amel ibâresini koydurdu. (Nişâncızâde)
FAZÎLET:1. Üstünlük. İyi ahlâklılık.
Fazîlet ehlinin değerini, ancak fazîlet ehli bilir. (Hadîs-i şerîf-Bostân-ül-Ârifîn)
Namazı cemâat ile kılmak, yalnız kılmaktan yirmi yedi derece daha fazîletlidir. (Hadîs-i şerîf-El-Fıkh alel Mezâhibi Erbe'a)
Dört halîfenin fazîlet ve üstünlükleri hilâfetteki sıralarına göredir. (İmâm-ı Gazâlî)
İlim sâhibleri, diğer mü'minlerden yedi yüz derece daha fazîletlidir. (İbn-i Abbâs)
İmâm-ı Şâfiî'ye bir mes'ele soruldu; sükût etti. "Niçin sustun?" dediklerinde; "Fazîletin sükûtta mı cevapta mı, nerede olduğunu anlayıncaya kadar sükûtu tercîh ettim" buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî)
Hazret-i Ebû Bekr'in fazîleti; îmânda ve çok mal vermekte, nefsini bu yolda hizmetçi etmekte, en önde olması sebebiyledir. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Farz ve vâciblerin hâricindeki nâfile ibâdetler yâni müstehâb ve sünnetler.
Din üç kısımdır: Emirler, yasaklar ve fazîletler. (Muhammed Rebhâmî)
FECR:Sabaha karşı, güneş doğmadan önce, ufkun gün doğusu tarafında görünen aydınlık, tan yerinin ağarması.
Resûlullah efendimiz mîlâdın 571. senesi Nisan ayının 20. Pazartesi sabâhı fecr ağarırken, Mekke şehrinde dünyâyı teşrîf etti. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Fecr-i Kâzib (Aldatıcı fecr):Fecr-i sâdıktan iki derece kadar önce doğuda görülen ve sonra kaybolan geçici beyazlık. İmsak vakti.
Fecr-i Sâdık (Gerçek fecr):Fecr-i kâzibi tâkibeden tam karanlıktan sonraki beyazlık. Sabah namazının ve orucun başlama vakti.
Sabah namazı, dört mezhebde de fecr-i sâdıkın şarktaki ufk-i mer'îden (görünen ufuktan) aydınlanmaya yüz tutması ile başlar. (Kedüsî)
Orucun farzı üçtür: 1) Niyet etmek, 2) Niyeti ilk ve son vakitleri arasında yapmak, 3) Fecr-i sâdıktan, güneşin batmasına kadar olan zaman içinde orucu bozan şeylerden sakınmak. (Kutbüddîn-i İznikî)
FEDÂİL:Farz ve vâcib olmayan nâfile ibâdetler.
Yâ Ali! İnsanlar fedâil ile meşgûl oldukları zaman, sen farzları tamamlamaya çalış. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-un-Necât)
İbâdetler, ferâiz (farzlar) ve fedâil olmak üzere ikiye ayrılır. Beş vakit namazın sünnetleri, farzlardaki noksanları, kusûrları tamamlar. Yoksa, sünnet namazı, kılınmayan farz namaz yerine geçmez. ( Abdülhakîm Arvâsî)
FEHM:Anlayış; iyiyi kötüden ayıran anlama kuvveti.
Ahmak insan kendisini aldanmaktan koruyamaz. Akıl ve fehm, insanın yaratılışında olacak. Yaratılışında akıl ve fehimden mahrûm olanlar, bunları sonradan te'min edemezler. (İmâm-ı Gazâlî)
FELÂH:Kurtuluş, selâmet, mutluluk, hayır ve nîmetlerde, râhatta dâim olmak.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Sizden öyle bir cemâat (topluluk) bulunmalıdır ki, (onlar herkesi) hayra çağırsınlar, iyiliği emretsinler, kötülükten vazgeçirmeğe çalışsınlar. İşte onlar felâha erenlerin tâ kendileridir. (Âl-i İmrân sûresi: 104)
Mü'minler (Allahü teâlânın birliğine inananlar) muhakkak felâh bulmuştur. (Mü'minûn sûresi: 1)
İlmi, kibirlenmek, kendini büyük göstermek için istiyenlerden hiç biri felâh bulmamıştır. İlmi; tevâzû (alçak gönüllülük) ve insanlara hizmet için isteyen, elbette felâh bulur. (İmâm-ı Şâfiî)
Başkalarının zarar görmesine sevinen kişi felâha kavuşamaz. (Bennân el-Hammâl)
FELEK:Yörünge.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Bunlardan her biri belli bir felekte yüzmeye (akıp gitmeye) devâm ederler. (Yâsîn sûresi: 40)
FELS:Altın ve gümüşten başka mâdenlerden basılmış para. Çoğulu fülûstur.
Satılan veya satın alınan malın, bir felsin îtibârî kıymetinden aşağı olmaması lâzımdır. Bir felsten aşağı alış-veriş câiz değildir. (İbn-i Nüceym)
Para olarak felslerin îtibârî kıymetleri (râyic değerleri), şimdi kullanılan kâğıt paralarda olduğu gibi, kendi değerlerinden katkat fazladır ve hep değişmektedir. Râyic değerleri altın ve gümüş değerinden hesaplanır. Bir felsin îtibârî kıymeti şimdi bir altın liranın kıymeti olan kâğıt lira adedinin on beşte biri kadar kuruş olmaktadır. Meselâ en ucuz altın liranın kıymeti 30.000 kâğıt lira ise, bu fülûsun îtibârî kıymeti 2000 kuruştur. Buna göre, 20 liradan aşağı olan bir malın satılması câiz olmamaktadır. (İbn-i Âbidîn)
FELSEFE:Madde, hayat, yaratılış, kâinât, ruh, ölüm, ölüm sonrası gibi konularda insan gücünün akla dayanarak ortaya koyduğu düşünce ve görüşlerin tamâmı. Beğendiği düşüncelerini hakîkat olarak anlatmak, yaldızlı, heyecan verici laflarla inandırmaya çalışmak. Tecrübeye, hesâba dayanmayan şahsî düşünceler.
Varlıklar yoktan yaratılmamış, böyle gelmiş böyle gider demek, îmân edilecek şeylere, helal-haram olanlara inanmaya gericilik demek felsefedir. Eski Yunan felsefesi başlıbaşına bir ilim değildir. Matematikçiler, geometri okuyanlar, mantık öğrenenler, tabiiyyeciler ve tabibler arasında bu felsefeye kayanlar çok oldu. Felsefeciler ilâhiyyât üzerinde yâni Allahü teâlâ ve onun sıfatları, emirleri yasakları üzerinde, kendi akılları, görüşleri ile konuştular. Hesab, hendese, mantık, tabiat bilgisi, fizik, kimyâ, tıb bilgisi öğrenmek mubahtır. Bunların hepsi İslâm bilgileridir. Fakat bunları İslâmiyete karşı bozuk düşüncelerine âlet etmek, gençleri aldatmak için kullanmak felsefe olur. (İmâm-ı Gazâlî)
İmâm-ı Muhammed Gazâlî, İmâm-ı Ahmed Rabbânî ve daha birçok İslâm büyükleri, Yunan felsefesini inceleyip, didik didik etmiş ve o felsefecilerin ne kadar câhil olduklarını bildirmişlerdir. Müslümanların, böyle kimseleri beğenmemelerini onlara aldanmam alarını birçok kitaplarında yazmışlardır. (Abdülhakîm Arvâsî)
FEN YOBAZI:Fen bilgisinde mütehassıs (uzman) olmadığı hâlde, kendisini fen adamı ve müslüman olarak gösterip müslümanların dînini, îmânını bozmağa, İslâmiyet'i içerden yıkmağa çalışan kimse.
Üniversiteden diploma alan bir kimse, sefâhete yâni zevk ve eğlenceye başlayıp, bulunduğu ilim dalında çalışmaz, okuduklarını da unutursa, bu kimse ilim adamı, fen adamı olamaz. İslâm düşmanlığı da yaparak, yalan ve yanlış sözlerini, yazılarını ilim ve fen olarak saçmağa kalkışırsa, cemiyet için zararlı olur. Bu fen yobazlarına aldanarak sonsuz felâkete sürüklenen zavallılara çok acınır. (Seâdet-i Ebediyye)
Fen yobazları, Allahü teâlânın varlığına inanmayıp, âlem, böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecektir. Hâşâ bu âlemin yaratanı yoktur. Canlılar da böyle birbirlerinden üreyip sonsuz olarak sürecektir, demektedirler. İslâmiyet'i içerden yıkmak ve k üfre sebeb olan şeyleri isbâtlamak için çırpınan fen yobazları ne kadar zavallıdır. (Fâideli Bilgiler)
FENÂ:Tasavvuf ilminde bir terim. Kendini yok görmek. Mâsivâyı, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak, mahlûkların (yaratılmışların) sevgi ve düşüncesini gönülden çıkarmak. Allahü teâlâyı çok zikir (anma) netîcesinde meydana gelen kendini unutma hâli.
Fenâya kavuşmak için lâzım olan on şey; tövbe, zühd (dünyâya düşkün olmamak), tevekkül (Allahü teâlâya güvenmek), kanâat, uzlet yâni dîni, ahlâkı bozan kimselerden, kitablardan sakınmak, zikr (her işte Allahü teâlâyı hâtırlamak), teveccüh (bütün arzu ve isteklerden sıyrılarak Allahü teâlâya yönelmek, sabır, murâkabe (kendini hesâba çekme) ve rızâ (Allahü teâlâdan gelen her şeye boyun eğme)dır. (Ahmed Fârûkî)
Mârifet (Allahü teâlâyı tanımak) ve hakîkî îmân, fenâ hâli meydana gelmesine ve ölmeden önce olan ölmeye (gafletten uzak olup, her an Allahü teâlâyı hatırlamaya) bağlı olduğu için, fenâ hâli çok olanın îmânı dâimâ kâmil (olgun) olur. Peygamber efendi miz buyurdular ki: "Ebû Bekr'in îmânı bütün ümmetimin îmânı ile tartılsa, Ebû Bekr'inki daha üstün olur." Çünkü o, fenâda bütün ümmetten (her müslümândan) daha ileride idi. Eshâb-ı kirâmın hepsi fenâ makâmına kavuşmuştu. (Muhammed Ma'sûm)
Fenâ ve bekâ, sâhibinin vicdânı ile ilgilidir, dil ile söz ile anlatılamaz. Tatmakla anlaşılır. (Abdülhakîm-i Arvâsî) Bir kimsede hâsıl olmazsa fenâ, Hak teâlâya yol bulamaz aslâ.
(İmâm-ı Rabbânî)
Fenâ Fillah:Kalbin yalnız Allahü teâlâyı sevmesi, O'nun beğendiği şeylerde fâni olmak yâni O'nun sevdiklerini sevmek O'nun sevdiklerini kendi için sevgili bilmek.
Fenâ fiş-Şeyh:Tasavvuf ilminde tal****** velî olan hocasının arzû ve isteklerine tâbi olması, irâdesini isteğini onun eline bırakması. Ölü yıkayıcının elindeki meyyit (ölü) gibi olması. Ona hiç bir işinde muhâlefet etmemesi.
Fenâ-i Etemm:Tam fenâ. Evliyâlık makamlarının sonu, velînin ben diyecek yer bulamamasıdır.
Fenâ-i İrâde:İrâde ve isteklerin yok olması.
Fenâ-i Kalb:Mahlûkların (yaratılmışların) varlığını, sevgisini kalbden çıkarmak. Kalbin Allahü teâlâdan başka hiç bir şeyi bilmemesi ve sevmemesi, unutması.
Fenâ-i kalb hâsıl olunca, kalbde hatara (mahlûkların düşüncesi) kalmaz. Fakat dimağdan gitmezler. (Ahmed Raûf)
Fenâ-i kalb sâhibi, istese de, kendisini zorlasa da, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyi hâtırına getiremez. Bu fenâ, kalb ile olan zikrin netîcesidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Fenâ-i Nefs:İnsanın kendine ve başkalarına bağlılığının kalmaması. Benliği unutup, bırakması. Yâni Allahü teâlâdan başka hiç bir şeyi bilmemesi ve sevmemesi.
Fenâ-i nefs mertebesinde, mahlukların düşüncesi de dimağdan gider, kaybolur. (Ahmed Râûf)
Fenâ-i kalbden sonra fenâ-i nefs, sonra itmi'nân-ı nefs, sonra İslâm-ı hakîkî hâsıl olur. (Muhammed Ma'sûm)
Fenâ fiş-şeyh, hakîkî fenânın başlangıcıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
FERÂİZ:1. Bir kimse vefât edince, bıraktığı malın kimlere verileceğini ve nasıl dağıtılacağını öğreten ilim, mîrâs hukûku.
Ferâiz ilmini öğrenmeye çalışınız. Bu ilmi gençlere öğretiniz. Ferâiz ilmi din bilgisinin yarısı demektir. Ümmetimin en önce unutacağı, bırakacağı şey, bu ilim olacaktır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce, Dâre Kutnî)
Ferâiz ilmi, İslâm hukûkunun bir bölümüdür. Şeref ve üstünlüğü sebebiyle başlı başına bir ilim dalı sayıldı. (Kemâleddîn Muhammed)
2. Farzlar. Farîzanın çokluk şekli. (Bkz. Farz)
İbâdetler, ferâiz ve fedâil (nâfile ibâdetler) olmak üzere iki kısımdır. (Kudûrî)
FERDİYYET:Tasavvufta yüksek bir mertebe.
Mevlânâ Ârif Kerânî hazretleri, ferdiyyet nisbetinin kemâllerini, olgunluklarını Muhammed Pârisâ hazretlerine son günlerinde ihsân eylemiştir. Mevlânâ Ârif de bu ferdiyyet nisbetini zevcesinin pederi Mevlânâ Behâeddîn Kışlâkî'den almıştı. (İmâm-ı Rabbânî)
FERSAH:5760 metre. Bir saatte gidilen yol.
Âlimlerin hepsi, dinde seferî (yolcu) sayılmak için gidilmesi lâzım olan üç günlük yolu, fersah dedikleri ölçü ile bildirdiler. Bir kısmı üç günlük yol, yirmi bir fersah, bir kısmı on sekiz, bir kısmı ise on beş fersahtır dedi. Fetvâ (hüküm) ikinci s öze göre verilmiştir. Yâni seferîlik mesâfesinin on sekiz fersah olduğunu esas almışlardır. (İbn-i Âbidîn)
FESÂD:Bozukluk, karışıklık, fitne, anarşi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Allah'a ve Peygamberine karşı harp edenlerin ve yeryüzünde fesâd çıkarmaya çalışanların cezâsı ancak öldürülmeleri veyâ asılmaları yâhut elleriyle ayaklarının çapraz kesilmesi veya o yerden sürgün edilmeleridir. Bu cezâ onlara dünyâda bir kepâzeliktir. Âhirette ise kendilerine büyük bir azâb vardır. (Mâide sûresi: 33)
Fitnenin, fesâdın çoğaldığı bir zamanda ibâdet etmek, hicret ederek benim yanıma gelmek gibidir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Ümmetim arasına fesâd yayıldığı zaman, sünnetime yapışan için yüz şehîd sevâbı vardır. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
İnsanlığın ufuklarını saran fesâd karanlığı, hep şirkin, îmânsızlığın ve sevişmezliğin bir netîcesidir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Fitne, fesâd zamânında İslâmiyet'e uymak, kâfirlerle harb etmek gibidir. (A. Nablüsî)
Fesâdların başı İslâmiyete uymamaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Halkın işi gücü fesâd olunca, şerliler (kötüler) başlarına geçer. (A'meş)
FESÂHAT:Açık ve düzgün konuşma.
Arablarda şiir, edebiyât ve belâgat ve fesâhat her şeyden ileri gidip, en güvendikleri başarıları olduğu hâlde Kur'ân-ı kerîm karşısında bir şey söyleyemediler.Kur'ân-ı kerîme böyle galebe çalamayınca, çokları insafa gelip müslüman oldu. (M. Sıddîk bin Saîd)
FESH:Alış-veriş veyâ başka bir akdi (sözleşmeyi) bozma veya böyle bir akdin bozulması.
Bir kimse, karşısındaki pişman olunca, satışı fesh eder geri alırsa, Allahü teâlâ onun günâhlarını affeder. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Erkek ve kadından biri mürted olunca (dinden dönünce) nikâhları fesh olur. (Abdülganî Nablüsî, İmâm-ı Birgivî)
FETÂNET:Peygamberlerde bulunması lâzım olan sıfatlarından biri. Peygamberlerin; bütün insanların en akıllısı, en zekîsi ve en anlayışlısı olmaları.
Peygamberler (aleyhimüsselâm) hakkında bilinmesi vâcib olan sıfatlar beştir. Sıdk (doğruluk), Emânet (güvenilirlik), Tebliğ (Allahü teâlâdan aldıkları emir ve yasakları insanlara bildirmek), İsmet (günahsızlık) ve Fetânet. (Kutbüddîn-i İznikî)
Peygamberler güzel ahlâk sâhibidirler. Mâlâyânîden (fâidesiz iş ve sözden), insan tabiatının nefret ettiği şeylerden uzaktırlar. İnsanlar arasında asîl olmayan soydan peygamber gelmemiştir. Çünkü peygamberlerin soy zinciri, asîl ve temiz kimselerdir. Kaba, görgüsüz, aşağı tabîatlı, ahmak, geri zekâlı kimselerden peygamber gelmemiştir. Peygamberler çok akıllı ve zekî olup, fetânet sâhibidirler. (Kâdızâde Ahmed bin Muhammed)
FETRET:
1. Aynı cinsten iki hâdise (olay) arasındaki kesinti devresi.
Peygamber efendimize sallallahü aleyhi ve sellem kırk yaşında iken ilk vahy gelerek peygamberliği bildirildi. Kırk üç yaşına kadar geçen fetret devresinde vahiy gelmedi. Fakat İsrâfil aleyhisselâm ara sıra gelip, Peygamber efendimize bâzı şeyleri öğr etirdi. Bu hâl üç sene kadar sürdü. Kırk üç yaşında iken Cebrâil aleyhisselâm gelerek Müddessir sûresinin ilk âyetlerini getirdi. Böylece Peygamber efendimiz insanları dîne dâvet etmekle vazîfelendirildi. İlk vahiyle bu zaman arasına fetret devri adı verildi. (Ahmed Cevdet Paşa, Halebî)
2. İki peygamber veya iki hükümdâr arasında peygambersiz ve hükümdârsız geçen zaman.
Şit aleyhisselâmın vefâtından sonra insanlar bozuldu. Âdem ve Şit aleyhimesselâmın bildirdiği hükümler unutulup, terk edildi. Bu fetret döneminden sonra, hazret-i İdrîs peygamber gönderildi. Ona otuz suhuf (forma) verildi. (Sa'lebî)
Hazret-i Îsâ ile Peygamber efendimiz arasındaki fetret devri bin senedir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Osmanlı târihinde, Ankara savaşından sonra Yıldırım Bâyezid'in ölümü ile oğlu Çelebi Mehmed'in başa geçtiği târihler arasındaki zaman fetret devridir. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
FETVÂ:Herhangi bir işin dîne (İslâmiyet'e) uygun olup olmadığına dâir müftî tarafından verilen cevâb.
Elini göğsüne koy! Helâl şeyde kalb sâkin olur. Harâm şeyde çarpıntı olur. Şübheye düşersen yapma! Din adamları fetvâ verseler de yapma! (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Bir kimseye câhilâne bir sûrette fetvâ verilse, bunun günâhı, fetvâyı verene âit olur. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Fetvâ veren âlime müftî denir. Müftînin müctehid (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabilen bir âlim) olması lâzımdır. Böyle olmayana müftî denmez, fetvâyı nakledici denir. Bunlar fetvâları meşhûr fıkıh kitablarından alırlar, müctehidle rin sözlerini bildirirler. (İbn-i Hümâm)
Fıkıh kitablarına uymayan fetvâlar yanlıştır. Bunlara bağlanılmaz. (Abdurrahmân Silhetî)
Din ilminde konuşan kimse, Allahü teâlânın kendisine; "Benim dînimde sen nasıl fetvâ verdin, nasıl söz söyledin?" suâlini sormıyacağını zannediyorsa, dinde gevşeklik etmiş olur. (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe)
Yetmiş imâm (âlim) şâhidlik etmeden, fetvâ vermeğe başlamadım. (İmâm-ı Mâlik)
Din ve dünyâ işlerinde bilmiyerek fetvâ verene melekler lânet eder. (Hâdimî)
FETTÂH (El-Fettâh):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına hayır kapılarını, dileklerine kavuşmak istiyen kullarına kapalı kapıları açan, peygamberlerini düşmanlarının elinden kurtarıp, memleketlerin fethini müyesser (kolay) kılan; evliyâsına (sevdiği kullarına) melekûtünün (gözle görülmeyen âlemin) kapılarını açıp, kalb gözlerinden perdeyi kaldıran.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O (Allahü teâlâ) Fettâh'tır. Alîm'dir. (Sebe' sûresi: 26)
FEVÂİT:Kasten, bilerek terketmekle olmayıp, dînin kabûl ettiği herhangi bir sebeble, özürle kaçırılmış farz veya vâcib namazlar. Fâitenin çoğuludur. (Bkz. Fâite)
FEY':Dönmek. Muhârebe bittikten sonra, kâfirlerden zorla veya harp yapılmadan sulh yoluyla alınan mal.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Allah'ın, (fethedilen diğer kâfir) memleketlerin ahâlisinden Peygamberine verdiği fey'; Allah'a, Peygamberine, hısımlarına (Resûlullah'ın akrabâsı olan Hâşim, Muttaliboğullarına) , yetimlere (babaları ölmüş fakir müslüman çocuklarına) , yoksullara (ihtiyâç sâhibi müslümanlara) , yolda kalanlara âiddir. Tâ ki (bu mallar) içinizden (yalnız) zenginler arasında elden ele dolaşmasın (fakirler bundan mahrum edilmesin) . Peygamber size ne getirdiyse (ne emrettiyse) onu alın, size ne yasak etdiyse ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azâbı (Peygambere muhâlefet edenlere karşı) çetindir (pek şiddetlidir) . (Haşr sûresi: 7)
Fedek arâzisi, sulh (barış) ile alındığı için o da fey' idi. Düşman tarafından hediye olarak gönderilen mallar da Resûlullah efendimiz için fey' olup, O'nun tasarrufunda (idâresinde) idi. Dilediği gibi harcardı. (Ebû Ubeyd bin Sellâm)
Harâc (gayr-i müslim vatandaşlardan alınan vergi) ve cizye de (gayr-i müslim vatandaşların hür ve mükellef olan erkeklerinden, seneden seneye alınan vergi) fey'dir. (İmâm-ı Ebû Yûsuf)
Fey-i Zevâl:Güneş, gün ortasında (Nısf-ün-nehârda), tam tepeye gelince görülen en kısa gölge uzunluğu.
Asr-ı evvelin vakti; bir şeyin gölgesinin boyu, fey-i zevâl artı kendi boyu olunca başlar. Asr-ı sâninin vakti, bir şeyin gölgesi, fey-i zevâl artı kendi boyunun iki misli olunca başlar. Asr-ı evvel, İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed'e göre, Asr-ı sânî İmâm-ı A'zam'a göre ikindinin başladığı vakittir. (İbn-i Hümâm, Ahmed Ziyâ Bey)
FEYLESOF:Beğendiği düşüncelerini hakîkat olarak anlatıp, yaldızlı, heyecanlı sözlerle inandırmaya çalışan kimse. Felsefeci.
Feylesoflar nakle değil akla inanırlar. Din bilgilerini fen bilgileri ile isbat eden mü'minlere Hukemâ denir. (M. Sıddîk bin Saîd)
İspanya fâciâsı olmasaydı, feylesof İbnü'r-Rüşd'ün ve İbn-i Hazm'ın bozuk fikirleri belki din ve îmân hâlini alıp dünyâya yayılacak, bugünkü hazin levha yüzlerce sene önce meydana çıkacaktı. (M. Sıddîk bin Saîd)
Âhiret azâbı hakkında peygamberlerin sözbirliği var iken, feylesofların sözlerine îtibâr olunmaz. Bu azâb aklî değil, hissîdir (bizzat tadılacak şekildedir). (İmâm-ı Rabbânî)
FEYZ:Akma. Peygamber efendimizin mübârek kalbinden, evliyânın kalbleri vâsıtasıyle akıp gelen mânevî bilgiler.
Din büyüklerinin yanına boş olarak gelmelidir ki, dolmuş (faydalanmış) olarak dönülebilsin. Onların acıması, ihsânda bulunması için, boş olduğunu bildirmek lâzımdır. Böylece feyz yolu açılır. (İmâm-ı Rabbânî)
Bir kimse âlimlerin sohbetinde bulunur fakat onlara hürmet etmezse, ilâhî feyz ve bereketlerden mahrum kalır ve âlimlerdeki nûrlar kendinde görünmez. (Ebû Ali Sekafî)
Kendisinden ilim öğrendiği zâtta, ayıp ve kusur arayan, onun ilminden, feyz ve bereketinden faydalanamaz. (Abdullah binMenâzil)
Evliyâ mezarlarını ziyâret ederek, feyz vermeleri için yalvar. Fâtiha ve salevât okuyup sevâblarını mübârek rûhlarına göndererek onları Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için vesîle yap. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân) Gelince feyz ü ihsânın, günâhkâr kimseye bir an, Onun râhı (yolu) dü-âlemde (dünyâ ve âhirette) selâmet yâ Resûlallah! (Yaman Dede)
F - 1
FÂCİR:
1. Açıktan günâh işleyen, haram ve günâha dalmış. Fâsık.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Kıyâmet gününde nice yüzler vardır ki (dünyâda iken geceleri ibâdetle geçirmek veya alınan abdestler sebebiyle) parıl parıl parlar, (kavuştukları nîmetlerden dolayı) güler ve sevinir (bunlar mü'minlerdir) . Nice yüzleri de o gün, toz-toprak, karanlık ve siyahlık kaplayacaktır. İşte bunlar, kâfirler ve fâcirlerdir. (Abese sûresi: 38-42)
Tüccârın, pazarcıların çoğu fâcirdir. Alış-verişleri helâl olmaz. Çünkü, çok yemin ederek günâha girerler ve yalan söylerler. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet, Zevâcir)
Allahü teâlâ bu dîni fâcir kimselerle de elbette kuvvetlendirir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Âlimlerin dünyâyı sevmesi ve ona düşkün olması, güzel yüzlerine kara leke gibidir. Böyle olan ilim adamlarının insanlara faydası olur ise de kendilerine olmaz. Dîni kuvvetlendirmek, İslâmiyet'i yaymak şerefi bunlara âid ise de, bâzan kâfir ve fâcir d e bu işi yapar. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Kâfir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Fâcirlerin amel defterleri, Siccîn denilen yerdedir. (Mutaffifîn sûresi: 7)
FADÎLE:Peygamber efendimizin âhiretteki makamlarından biri.
Muhammed aleyhisselâm, Peygamberlerin en üstünü, âlemlere rahmettir. Onsekiz bin âlem O'nun rahmet denizinden faydalanmaktadır... Âhirette kendisine; Makâm-ı Mahmûd, Şefâ'at-i kübrâ, Kevser havuzu, Vesîle ve Fadîle adındaki makamlar verilecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
FADL:
1. İhsân.
Allahü teâlâ, kullarına iyi olanı, faydalı olanı vermeğe, kimisine sevâb, kimisine azâb yapmağa mecbûr değildir. Âsîlerin, günâh işleyenlerin hepsini Cennet'e koysa, fadlına yakışır. İtâat, ibâdet edenlerin hepsini Cehennem'e atsa, adâletine uygun ol ur. Fakat müslümanları ve ibâdet edenleri Cennet'e sokacağını, bunlara sonsuz nîmetler, iyilikler vereceğini; kâfirlere ise, Cehennem'de sonsuz azâb edeceğini dilemiş ve bildirmiştir. O, sözünden dönmez. (Kemahlı Feyzullah Efendi) Eğer ezelde beni kulluğa Kabûl ettinse fadl senin, nîmet bana.
(Sinân Paşa)
2. Üstünlük, fazîlet. (Bkz. Fazîlet)
Fadl-i Cüz'î:Bir bakımdan üstünlük.
Fadl-i Küllî:Her bakımdan üstünlük.
FÂHİŞ FİYAT:Piyasa fiyatının üstündeki fiyat. (Bkz. Gaben-i Fâhiş)
Esnâfın hepsi fiyatları, fâhiş olarak arttırdığı, millet zarar ve zulüm görür hâle geldiği zaman, hükûmetin, tüccârlara danışarak uygun bir narh yâni kâr haddi koyması câiz olur. (İbn-i Âbidîn)
FAHR-İ ÂLEM:Âlemin kendisi ile övündüğü zât. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm için kullanılan saygı ifâdesi.
Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem insanların en cömerdi idi. Bir şey istenip de yok dediği görülmemiştir. İstenilen şey varsa verir, yoksa cevâb vermezdi. (İmâm-ı Ahmed Kastalânî)
Fahr-i âlemin isimleri, hâlleri, Tevrât ve İncil'de yazılı idi. Yahûdî ve hıristiyanlar, teşrif etmesini, gelmesini bekliyordu. Fakat kendi kavimlerinden gelmeyip, Arablardan geldiği için kıskandılar ve O'na inanmadılar. (Kastalânî)
FAHR-İ ENÂM (Fahr-ül-enâm):Yaratılmışların kendisiyle övündüğü zât. Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm için kullanılan hürmet ve saygı ifâdesi. Gece-gündüz dilimde, salât-ü selâm, O mübârek rûhuna, ey Fahr-ül-enâm.
(Lâ edrî)
FAHR-İ KÂİNÂT:Kâinâtın kendisi ile övündüğü zât. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm için kullanılan saygı ifâdesi.
Fahr-i kâinâtın sallallahü aleyhi ve sellem mübârek yüzü ve bütün âzâları ve mübârek sesi, bütün insanların yüzlerinden ve âzâsından ve seslerinden güzel idi. Mübârek yüzü, bir miktâr yuvarlak idi. Neşeli olduğu zamanda, mübârek yüzü ay gibi nurlanır dı. Sevindiği mübârek alnından belli olurdu. (İmâm-ı Ahmed Kastalânî)
Bir kimse, her işinde Fahr-i kâinâta sallallahü aleyhi ve sellem tâbi olmazsa kâmil, olgun mü'min olmaz. O'nu kendi cânından çok sevmezse, îmânı tamâm olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
FAHŞÂ:Çirkin. Dînin ve aklın beğenmediği şeyler.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Doğru kılınan namaz, insanı fahşâdan ve münkerden herhâlde uzaklaştırır. (Ankebût sûresi: 45)
Muhakkak ki şeytan size fahşâyı emreder. (Bakara sûresi: 268)
Namazı doğru dürüst kılmakla şereflenen kimse, fahşâdan korunmuş olur. İnsanı kötülüklerden uzaklaştırmayan bir namaz, doğru namaz değildir; görünüşte namazdır. Bununla berâber, doğrusunu yapıncaya kadar, görünüşü yapmayı elden bırakmamalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
FÂİL-İ MUHTÂR:İstediğini yapan.
Allahü teâlâ fâil-i muhtârdır. Hiçbir işi yapmaya mecbûr değildir. Yaptıkları şey için de kimse O'na bunu niçin yaptın diyemez. Eski Yunan felsefecileri, akılları ermediğinden, Allahü teâlânın fâil-i muhtâr olduğunu inkâr ettiler. (Muhammed Ma'sûm)
Ey müslüman! İyi bil ki gördüğün, işittiğin her şey, meydana gelen bütün şeyler madde ve cisim, bunların özellikleri, akıllar, fikirler, düşünceler, gökler, yıldızlar, elementler ve bileşik cisimler yok idi. Hepsi fâil-i muhtâr olan Allahü teâlânın i stemesi ve yaratması ile var oldu. (İmâm-ı Rabbânî)
Beled ve Şems sûresinin sekizinci âyetleri Allahü teâlânın insanlara maddî ve mânevî kuvvet verdiğini iyi ve fenâ yolları ayırdığını ve yaptığı işin mes'ûliyetinin (sorumluluğunun) insana âit olacağını açıkça anlatmaktadır. Görülüyor ki, insan bir yö nden fâil-i muhtârdır. Bu sebeble her işinden dünyâda ve âhirette mes'ûldür. (Muhammed Ma'sûm)
FÂİTE:Gaflet, uyku, unutmak, hastalık, düşman korkusu gibi bir özürle kaçırılan farz veya vâcib namaz.
Özürsüz, tenbellikle kılınmayan namazlara metrûkât denir. Namazı özürsüz vaktinde kılmamak büyük günâhdır. Kazâ etmekle bu günâh affolmaz. Ayrıca tövbe etmek lâzımdır. İslâm âlimleri, müslümanın namazını özürsüz aslâ terk etmeyeceğini, ancak dinde bi ldirilen bir özürle kaçırabileceğini nazar-ı îtibâra alarak, fıkıh kitablarında kazâ edilmesi gereken namazlara; metrûkât (terk edilen namazlar) demeyip, fâite (kaçırılan namazlar) tâbirini kullanmışlardır. (Alâüddîn Haskefî, S.Abdülhakîm Arvâsî)
Fâite namazları olan bir kimse, bunları kılacak güçte iken kılmamış ise, öleceği zaman, namaz borçlarının fidye (fakirlere belli miktârda para veya başka bir şey) verilerek iskât edilmesi (düşürülmesi) için vasiyyet etmesi lâzımdır. (İmâm-ı Birgivî)
FÂİZ:Ödünç vermekte, rehnde (ipotek yâni ödenecek mal karşılığı olarak, bir malı, alacaklıda veya başka âdil bir kimsede emânet bırakmada) ve alış-verişte, alıcıdan veya vericiden birinin ötekine karşılıksız vermesi şart edilen fazla mal, para veya menfaa t. Ribâ. (Bkz. Ribâ)
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Fâiz yiyenler, kıyâmet günü mezarlarından, sar'a hastası gibi perişân kalkacaklardır. (Bekara sûresi: 275)
Allahü teâlâ, fâiz alan ve verenlerin mallarının hepsini yok eder. İzini, eserini de bırakmaz. Zekât verenlerin malını elbette artırır. (Bekara sûresi: 276)
Receb'in ilk Cumâ gecesini ihyâ edene (ibâdetle geçirene), Allahü teâlâ kabir azâbı yapmaz. Duâlarını kabûl eder. Yalnız yedi kimseyi affetmez ve duâlarını kabûl etmez: Fâiz alan veya veren, müslümanları aşağı gören, anasına-babasına eziyet eden, karşı gelen çocuk, müslüman olan ve dînin emirlerine uyan kocasını dinlemeyen kadın, şarkı ve çalgıcılığı san'at edinenler, livâta ve zinâ edenler, beş vakit namazı kılmayanlar. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-ün-Nâsihîn)
Daha fazlasını ödemesi şartı ile ödünç vermek fâizdir. Yâni böyle olan sözleşme haramdır. Haram anlaşma ile ele geçen malın hepsi haram olur. Meselâ on iki kile ödemesi şartı ile, on kile buğday ödünç verilse, alınan on iki kilenin hepsi haram olur. Fâiz ile ödünç vermek ve almak haram olduğu Kur'ân-ı kerîmde açık olarak bildirilmiştir... (İmâm-ı Rabbânî)
İsrâfın yâni malı, dînin uygun görmediği yerlere dağıtmanın kötülüğünü gösteren delillerden biri de, fâizin haram olmasıdır. Fâiz alıp vermek büyük günâhtır. Fâizin haram olmasının sebebi, insanların malını alış-veriş yaparken ziyân olmaktan korumakt ır. (İmâm-ı Birgivî)
Son nefeste îmânsız gitmeye sebeb olan şeylerden biri de, fâiz alıp vermektir. (Hamzâ Efendi)
Fâiz, yalnız İslâmiyet'te değil, semâvî dinlerin yâni daha önce gönderilen hak dinlerin hepsinde haram idi. Fâizin azı da çoğu da haramdır. En büyük günâhlardandır. (Muhammed Rebhâmî)
Her menfaat getiren borç fâizdir. (Alâeddîn Haskefî)
FAKÎH:
1. Fıkıh âlimi. Dînin amelî (yapılacak işlerle ilgili) hükümlerinde mütehassıs âlim. Çoğulu fukahâdır. (Bkz. Fıkıh)
2. Müctehid. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmemiş olan hükümleri, açık ve geniş olarak bildirilenlere benzeterek meydana çıkarabilen derin âlim. İctihâd derecesine varmış âlim.
Allahü teâlâ bir kuluna iyilik etmek isterse, onu dinde fakîh yapar. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Bir kimse fakîh olursa, Allahü teâlâ, onun özlediği şeyleri ve rızkını ummadığı yerlerden gönderir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Şeytana karşı bir fakîh bin âbidden (çok ibâdet edenden) daha kuvvetlidir. (Hadîs-i şerîf-Hilye)
Fakihlerin başı İmâm-ı A'zam'dır ve fıkhın dörtte üçü ona âittir. (İbn-i Âbidîn)
FAKİR:
1. Aslî (temel) ihtiyâçlarından başka nisâb miktârı (dînen zengin sayılacak kadar) malı olmayan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
...Artık ondan (kesilen kurbandan) hem kendiniz yiyin, hem de yoksula, fakîre yedirin. (Hac sûresi: 28)
Üç şeyi yapan müslümanın îmânı kâmildir: Âilesine hizmet etmek, fakirler arasında oturmak ve hizmetçisi ile birlikte yemek yemek. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Eshâbım için fakirlik seâdettir. Âhir zamandaki ümmetim için zenginlik seâdettir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Fakir olduğu için bir kimseyi aşağı, zengin olduğu için bir kimseyi yüksek tutan mel'ûndur. (İbn-i Abbâs)
Bu ümmetin fakirlerinin, zenginlerinden yarım gün önce Cennet'e girecekleri bildirildi. Bu yarım gün, beş yüz dünyâ senesidir. Çünkü, Allahü teâlânın bildirdiği bir gün,bin dünyâ senesi kadar zamandır. Böyle olduğu Hac sûresinde açıkça bildirilmiştir . Cennet'e erken girecekleri bildirilen fakirler, İslâmiyet'e uyan, sabreden fakirlerdir. İslâmiyet'e uymak demek, İslâmiyet'in emirlerini yerine getirmek, yasaklarından sakınmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Fakir, nafakası olmayınca sabr ve kanâat eder. Allahü teâlânın kendisi hakkındaki muâmelesinden râzı olur. Allahü teâlâ emrettiği için rızık kazanmaya çalışır. Çalışırken, ibâdetlerini terk etmez, haram işlemez. Kazanırken de, harcarken de dînin emir lerine uyar. Böyle kimseye zenginlik de fakirlik de faydalı olur. (Hâdimî)
2. Tasavvufta fakir: Derviş. Her zaman her işte yalnız Allahü teâlâya muhtaç olduğunu bilen, bütün ihtiyaçlarını hep Allahü teâlâya arz eden.
Fakirlik, nefsin isteklerini yaptırmaz. Onu dinlemez, burnunu kırar. (İmâm-ı Rabbânî)
FAKR:Fakirlik. Tasavvufta her zaman her işte Allahü teâlâya muhtaç olduğunu bilmek.
Fakr ile öğünürüm. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
FAL:Atılan boncuk ve baklaya, koyunun kürek kemiğine ve benzerlerine bakmak sûretiyle gaybdan, gelecekten haber verme işi.
Ümmetimden bir kısmını bana gösterdiler. Dağları, sahrâları doldurmuşlardı. Böyle çok olduklarına şaştım ve sevindim. Sevindin mi? dediler, evet dedim. Bunlardan ancak yetmiş bin adedi hesabsız Cennet'e girer dediler. Bunlar hangileridir diye sordum. İşlerine sihr, büyü, dağlamak, fal karıştırmayıp, Allahü teâlâdan başkasına tevekkül (güvenip) ve güvenmeyenlerdir denildi. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
FALCI:Fala bakan, gaybı bildiğini iddiâ eden. Gaybı anlamak için güyâ bir takım vâsıtalara mürâcaat eden kimse. Atılan boncuk ve baklaya, koyunun kürek kemiğine ve sâir şeylere bakıp bunlardan manâ çıkarır görünen; gaybden haber verdiğini iddiâ eden kimse.
Cebrâil (aleyhisselâm) bana geldi. Kalk namaz kıl ve duâ et! Bu gece, Şâban'ın on beşinci gecesidir dedi. Bu geceyi ihyâ edenleri Allahü teâlâ affeder. Yalnız kâfirleri, büyücüleri, falcıları, kendini beğenenleri, içki içenleri, fâiz yiyenleri ve zinâ yapanları affetmez. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Tevekkül edenler (sebeblere yapışıp Allahü teâlâya güvenenler) , falcılık, efsûn ve dağlamak ile hastalığı tedâvî etmezler. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Kâhinlere, falcılara inanmamalıdır. Bilinmeyen şeyleri bunlara sormamalıdır. Bunları gaybleri (gizli şeyleri) bilir sanmamalıdır. (İsmâil Hakkı Bursevî)
FÂNÎ:
1. Yok olucu, geçici, devamlı olmayan.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Yer) üzerinde bulunan her canlı fânîdir. (Rahmân sûresi: 26)
Âhiret için lâzım olan şeyleri, bu fânî dünyâda hazırlamak lâzımdır. (Muhammed Hâdimî)
Fânî olanı ver ki, bâkî (sonsuz, devamlı) olanı alasın. (Erzurumlu İbrâhim Hakkı)Âlemlerin hâdis olduğuna yâni sonradan yaratıldığına inanan, fânî olduklarına da inanır. Müslüman olmak için; maddelerin ve cisimlerin yâni her varlığın, yoktan var edilmiş olduklarına ve tekrar fânî olacaklarına inanmak lâzımdır. (Seyyid Şerîf Cürcânî)
Ey insanoğlu! Bu dünyâ fânîdir. Malı mülkü elde kalmaz. Ne kadar malın olsa murâd alamazsın. Âhiretten gâfil olma. Zîrâ gidişin dönüşü yoktur. Allahü teâlâdan başka işlere tutulmaktan kurtul. Devamlı kalacak işlerle meşgûl ol! (Akbıyık Sultan)
2. Tasavvufta Allahü teâlâdan başkasını unutan, bunların sevgisinden kurtulan kimse. Dînin emirlerini en iyi şekilde yaparak süslenmek, ibâdetleri yapmakta ve yasaklardan kaçmakta kolaylık hâsıl olması; nefsin fânî olmasına bağlıdır. Bu da ancak, Ehl-i sünnet âlimlerini sevmek ve onların muhabbetini (sevgisini) kazanmakla olur. (İmâm-ı Rabbânî)
FARÎDÂT-I ÂDİLE:Dînimizin dört temel kaynağından icmâ' ve kıyâs. (Bkz. İcmâ', Kıyâs) İlim üçtür:
Âyet-i muhkeme (hükmü açık âyet-i kerîmeler), sünnet-i kâime (Peygamber efendimizin hadîs-i şerîfleri, mübârek söz ve davranışları) ve farîdât-ı âdile. (Hadîs-i şerîf- Ebû Dâvûd)
FARÎZA:
1. Namaz, oruç, zekât gibi kesin delil (mânâsı açık olan âyet-i kerîme) ile bildirilen emirler.
Hac farîzası hem mâlî (mal ile), hem de beden ile yapılan bir ibâdettir. (İbn-i Âbidîn)
2. Miktârı bildirilen vârislerden her birine düşen hisse. Mîrâs payı.
FARK:Tasavvufta cem' denilen mertebeden sonra gelen bir makam. Buna cem'ül-cem' de denir. (Bkz. Cem')
Fark makâmında olanın rahatlık ve huzûru kullukta, lezzeti tâatte yâni ibâdettedir. Cem' makâmı sekirdir (muhabbet sarhoşluğudur). Fark makâmı, sahv (uyanıklık) olup, buraya kavuşunca ârif hakîki İslâm'la şereflenip, insanları doğru yola kavuşturmaya ve terbiye etmeye lâyık olur. (İmâm-ı Rabbânî)
FÂRÛK:"Doğru ile yanlışı birbirinden ayıran" mânâsına hazret-i Ömer'in lakabı.
Bir gün Peygamber efendimize bir münâfık (kalbi ile inanmayıp inanır görünen) ve bir yahûdî bir dâvâ ile geldiler. Peygamber efendimiz aralarında hükmeyledi. Yahûdînin haklı olduğu anlaşıldı. O münâfık râzı olmayınca, Resûlullah efendimiz onlara; "Ömer'e varın sizin dâvânızı görsün" buyurdu. Onlar Ömer'e geldiler. Neye geldiniz? dedi. Münâfık, bu yahûdî ile dâvâm vardır dedi. Hazret-i Ömer; "Resûlullah efendimiz varken ben bu dâvâyı nasıl göreyim" dedi. Münâfık; "Biz Resûlullah'a (aleyhisselâm) vardık, yahûdînin haklı olduğuna hükmeyledi. Ben râzı olmadım." dedi. O zaman hazret-i Ömer; "Siz az bekleyin, ben dâvânızı şimdi hâllederim" dedi ve içeriye gitti. Biraz sonra eteğinin altında kılıcıyla çıkıp yanlarına geldi. Kılıcı çektiği gibi o münâfığın kellesini uçurdu ve; "Resûlullah'ın hükmüne râzı olmayanın hâli budur" dedi. İşte bundan dolayı, kendisine Ömer-ül-Fârûk denildi. (Şemseddîn Sivâsî)
FARZ:Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde yapılmasını açıkca bildirdiği emirler.
Kulum farzları yapmakla bana yaklaştığı gibi, başka şeyle yaklaşamaz. Kulum nâfile ibâdetleri yapınca, onu çok severim. Öyle olur ki, benimle işitir. Benimle görür. Benimle her şeyi tutar.Benimle yürür. Benden her ne isterse veririm. Bana sığınırsa, onu korurum. (Hadîs-i kudsî-Buhârî)
Ey kulum! Emrettiğim farzları yap, insanların en âbidi (ibâdet edeni) olursun. Yasak ettiğim haramlardan sakın, verâ sâhibi olursun. Verdiğim rızka kanâat eyle, insanların en ganîsi (zengini) olursun, kimseye muhtâç kalmazsın. (Hadîs-i kudsî-Mişkât, Câmi-us-Sagîr)
Allahü teâlânın râzı olduğu işler, farzlar ve nâfilelerdir. Farzların yanında nâfilelerin hiç kıymetleri yoktur. Bir farzı vaktinde kılmak, bin sene nâfile ibâdet yapmaktan daha çok fâidelidir. Hattâ bir farzı yaparken, bunun sünnetlerinden bir sünne ti ve edeplerinden bir edebi yapmak da, başka nâfileleri yapmaktan kat kat daha kıymetlidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Farz-ı Ayn:Her müslümanın yerine getirmesi lâzım olan farz.
Îmânı yâni Ehl-i sünnet îtikâdını, iyi ve kötü huyları öğrenmek farz-ı ayndır. Abdesti, guslü, namazı ve orucu ve haramları da, her müslümanın öğrenmesi farz-ı ayndır. (İmâm-ı Rabbânî)
Farz-ı Kifâye:Müslümanların bir kısmının yerine getirmesi ile diğerlerinden düşen farz.
Kur'ân-ı kerîmi dinlemek farz-ı kifâyedir ve okunmasından ve nâfile ibâdetlerden daha sevâbdır. (Halebî-yi Kebîr)
Cenâze namazını kılmak, ölüye hizmeti ve san'at ve ticâret bilgilerini (ve bugünün silâhlarını yapmak ve kullanmak için fen bilgilerini iyi) öğrenmek farz-ı kifâyedir. (Yûsuf Sinâneddîn)
Bir âyet ezberlemek herkese farz-ı ayndır. Fâtihayı ve üç âyet veya bir kısa sûre ezberlemek vâcibdir. Kur'ân-ı kerîmin hepsini ezberlemek farz-ı kifâyedir. (Alâüddîn-i Haskefî)
FASD:Damardan kan aldırma. (Bkz. Hacâmat)
FÂSIK:Açıkça günah işlemekten çekinmeyen, âsî, günahkâr mü'min.
Fâsıkın fıskına mâni olmağa kudreti varken, kimse mâni olmazsa, Allahü teâlâ, bunların hepsine, dünyâda ve âhirette azâb yapar. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Fâsık medh olunduğu zaman, Rabbimiz gadâba gelir. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî, İbn-i Adî)
Kızını fâsığa veren mel'ûndur. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Öğrenilmesi farz ve vâcib olan fıkıh (din) bilgilerini öğrenmemek fısktır, günahtır. Fâsıkların şâhidliği kabûl olmadığı için, şâhidlere îtirâz olunduğu zaman, hâkim şâhidlere fıkıhtan sorar. (İbn-i Âbidîn)
Fâsıkın, bid'at sâhibinin (inanışı bozuk olanın) ve âsînin evine, ziyâfetine, ancak zarûret olunca veya bir kimsenin işini görmek için gidilir. (İmâm-ı Gazâlî)
FÂSİD:Bozan, bozuk.
1. Bir ibâdetin, bâtıl olması, geçersiz olması. Bâtıl.
Namaz kılarken göğüs özürsüz olarak kıbleden çevrilirse, namaz hemen fâsid olur. (Halebî)
Namazda konuşmak ve boğazından özürsüz öksürük gibi ses çıkarmak namazın fâsid olmasına sebeb olur. (Halebî)
Oruçlu iken ve namaz kılarken boğaza yağmur, kar kaçsa, oruç da namaz da fâsid olur. (Tahtâvî)
2. Aslı İslâmiyet'e uygun olup, sıfatı uygun olmayan muâmele, akid.
Veresiye yapılan satışta ödeme târihi belirtilmezse, fâsid olur. (Kâşânî)
Fâsid Akd:Aslı İslâmiyet'e uygun olduğu hâlde, sıfatı uygun olmayan her çeşit sözleşme.
Fâsid Bey':Aslı İslâmiyet'e uygun olup sıfatı uygun olmayan satış. (Bkz. Bey')
Fâsid bey aslında sahihdir, câizdir. Çünkü mütekavvim (kullanılması mübah ve kullanılabilir) olan malın satışıdır. Fakat sıfatı dîne uygun olmayıp sahih (geçerli) değildir. Semen (bedel) mütekavvim olmayınca veya mebîin (satılan malın) veya semenin m iktarı veya evsafı yahut veresiye satışta semenin verileceği zaman belli olmayınca bu satış fâsid olur. (İbn-i Âbidîn)
Fâsid İcâre:Aslı İslâmiyet'e uyduğu hâlde, sıfatı uygun olmayan icâre (kirâya verme).
Bir mal dînen ve aklen nerede kullanılabilirse, o maksadla kullanmak için kirâya verilir. Kumaşı, ev ve mutfak eşyâsını, süs, gösteriş olarak bulundurmak için; evi, oturmayıp, köleyi, altını, gümüşü ve otomobili kullanmayıp, başkasına gösteriş yapmak için kirâ ile almak fâsid icâre olur. (Ali Haydar Efendi)
Koyun otlatmak için tarlayı, yünü için hayvanı kirâya vermek câiz değildir, fâsid icâredir. (İbn-i Âbidîn)
Fâsid Kan:Üç günden yâni yetmiş iki saatten -beş dakika bile az olsa- gelen kan, yeni başlayan (baliğa, ergen) olan için on günden çok sürüp, onuncu günden sonra gelen kan, yeni olmayanlarda (kadınlarda) âdetten çok olup on günü de aştığında âdetten sonraki gü nlerde gelen kan, hâmile ve âyise (ihtiyar) kadınlardan ve dokuz yaşından küçük kızlardan gelen kan. İstihâza kanı. (Bkz. İstihâza)
Fâsid Temizlik:Sahîh olmayan temizlik.Kadınlarda hayız kanının kesilmesinden sonra on beş gün geçmeden önce kan görme hâli.
Hayız müddeti dışında istihâza denilen kan görüldüğü günler, fâsid temizlik günleridir. (İbn-i Âbidîn)
Hayız kanının durmadan akması lâzım değildir. İlk görülen kan kesilip, üç gün sonra tekrar görülürse, aradaki temizlik, fâsid temizlik olup, sözbirliği ile hep aktı kabûl edilir. (İbn-i Âbidîn)
FASL-I HİTÂB:Kolay, açık ve anlaşılır söz söyleme.
Doğru söyliyenlerin en iyisi ve kendilerine Fasl-ı hitâb ve hikmet (ilim) verilenlerin en üstünü olan sâhibimiz ve efendimiz Muhammed aleyhisselâma ve O'nun temiz Âline (akrabâsına) ve insanlar arasından O'nun için seçilmiş olan Eshâbına (arkadaşları na) salât ve selâm (hayırlı duâlar) olsun. (Ahmed Mekkî Efendi, Sekkâkî)
FÂTIMÎLER:Aslen mecûsî olan Meymûn el-Kaddah'ın neslinden gelen Ubeydullah bin Sa'îd'in etrâfında toplanan, kendilerinin hazret-i Fâtıma'nın neslinden geldiklerini iddiâ eden; Mısır, Kuzey Afrika, Filistin ve Sûriye'de 910-1171 seneleri arasında hüküm süren, E shâb-ı kirâm düşmanlığını yaymaya çalışan hânedân Ubeydîler.
İki yüz altmış sene müddetle Ehl-i sünnet müslümanlara zulmeden Fâtımîler, pek çok mâsum (günâhsız) kimseyi öldürdüler. Abbâsî halîfelerinin hilâfetini kabûl etmeyerek İslâm birliğini parçaladılar. Zaman zaman Abbâsî halîfelerine ve Selçuklulara karş ı hıristiyanlarla birleşerek müslümanlar aleyhine ittifak (birlik) kurdular. Fâtımîler kurdukları medreselerde bâtınî (İsmâilî) dâî (propagandacı) yetiştirdiler. (İmâm-ı Süyûtî)
Fâtımî hükümdârlarından Muiz Lidînillah şimdiki Kâhire şehrinin bulunduğu yere Kâhire-i Muizziyye adında bir şehir kurdu. Ezândaki Hayyealessalâh ibâresini kaldırarak, yerine bâtınîliğin alâmeti olarak Hayyealâ hayr'il amel ibâresini koydurdu. (Nişâncızâde)
FAZÎLET:1. Üstünlük. İyi ahlâklılık.
Fazîlet ehlinin değerini, ancak fazîlet ehli bilir. (Hadîs-i şerîf-Bostân-ül-Ârifîn)
Namazı cemâat ile kılmak, yalnız kılmaktan yirmi yedi derece daha fazîletlidir. (Hadîs-i şerîf-El-Fıkh alel Mezâhibi Erbe'a)
Dört halîfenin fazîlet ve üstünlükleri hilâfetteki sıralarına göredir. (İmâm-ı Gazâlî)
İlim sâhibleri, diğer mü'minlerden yedi yüz derece daha fazîletlidir. (İbn-i Abbâs)
İmâm-ı Şâfiî'ye bir mes'ele soruldu; sükût etti. "Niçin sustun?" dediklerinde; "Fazîletin sükûtta mı cevapta mı, nerede olduğunu anlayıncaya kadar sükûtu tercîh ettim" buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî)
Hazret-i Ebû Bekr'in fazîleti; îmânda ve çok mal vermekte, nefsini bu yolda hizmetçi etmekte, en önde olması sebebiyledir. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Farz ve vâciblerin hâricindeki nâfile ibâdetler yâni müstehâb ve sünnetler.
Din üç kısımdır: Emirler, yasaklar ve fazîletler. (Muhammed Rebhâmî)
FECR:Sabaha karşı, güneş doğmadan önce, ufkun gün doğusu tarafında görünen aydınlık, tan yerinin ağarması.
Resûlullah efendimiz mîlâdın 571. senesi Nisan ayının 20. Pazartesi sabâhı fecr ağarırken, Mekke şehrinde dünyâyı teşrîf etti. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Fecr-i Kâzib (Aldatıcı fecr):Fecr-i sâdıktan iki derece kadar önce doğuda görülen ve sonra kaybolan geçici beyazlık. İmsak vakti.
Fecr-i Sâdık (Gerçek fecr):Fecr-i kâzibi tâkibeden tam karanlıktan sonraki beyazlık. Sabah namazının ve orucun başlama vakti.
Sabah namazı, dört mezhebde de fecr-i sâdıkın şarktaki ufk-i mer'îden (görünen ufuktan) aydınlanmaya yüz tutması ile başlar. (Kedüsî)
Orucun farzı üçtür: 1) Niyet etmek, 2) Niyeti ilk ve son vakitleri arasında yapmak, 3) Fecr-i sâdıktan, güneşin batmasına kadar olan zaman içinde orucu bozan şeylerden sakınmak. (Kutbüddîn-i İznikî)
FEDÂİL:Farz ve vâcib olmayan nâfile ibâdetler.
Yâ Ali! İnsanlar fedâil ile meşgûl oldukları zaman, sen farzları tamamlamaya çalış. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-un-Necât)
İbâdetler, ferâiz (farzlar) ve fedâil olmak üzere ikiye ayrılır. Beş vakit namazın sünnetleri, farzlardaki noksanları, kusûrları tamamlar. Yoksa, sünnet namazı, kılınmayan farz namaz yerine geçmez. ( Abdülhakîm Arvâsî)
FEHM:Anlayış; iyiyi kötüden ayıran anlama kuvveti.
Ahmak insan kendisini aldanmaktan koruyamaz. Akıl ve fehm, insanın yaratılışında olacak. Yaratılışında akıl ve fehimden mahrûm olanlar, bunları sonradan te'min edemezler. (İmâm-ı Gazâlî)
FELÂH:Kurtuluş, selâmet, mutluluk, hayır ve nîmetlerde, râhatta dâim olmak.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Sizden öyle bir cemâat (topluluk) bulunmalıdır ki, (onlar herkesi) hayra çağırsınlar, iyiliği emretsinler, kötülükten vazgeçirmeğe çalışsınlar. İşte onlar felâha erenlerin tâ kendileridir. (Âl-i İmrân sûresi: 104)
Mü'minler (Allahü teâlânın birliğine inananlar) muhakkak felâh bulmuştur. (Mü'minûn sûresi: 1)
İlmi, kibirlenmek, kendini büyük göstermek için istiyenlerden hiç biri felâh bulmamıştır. İlmi; tevâzû (alçak gönüllülük) ve insanlara hizmet için isteyen, elbette felâh bulur. (İmâm-ı Şâfiî)
Başkalarının zarar görmesine sevinen kişi felâha kavuşamaz. (Bennân el-Hammâl)
FELEK:Yörünge.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Bunlardan her biri belli bir felekte yüzmeye (akıp gitmeye) devâm ederler. (Yâsîn sûresi: 40)
FELS:Altın ve gümüşten başka mâdenlerden basılmış para. Çoğulu fülûstur.
Satılan veya satın alınan malın, bir felsin îtibârî kıymetinden aşağı olmaması lâzımdır. Bir felsten aşağı alış-veriş câiz değildir. (İbn-i Nüceym)
Para olarak felslerin îtibârî kıymetleri (râyic değerleri), şimdi kullanılan kâğıt paralarda olduğu gibi, kendi değerlerinden katkat fazladır ve hep değişmektedir. Râyic değerleri altın ve gümüş değerinden hesaplanır. Bir felsin îtibârî kıymeti şimdi bir altın liranın kıymeti olan kâğıt lira adedinin on beşte biri kadar kuruş olmaktadır. Meselâ en ucuz altın liranın kıymeti 30.000 kâğıt lira ise, bu fülûsun îtibârî kıymeti 2000 kuruştur. Buna göre, 20 liradan aşağı olan bir malın satılması câiz olmamaktadır. (İbn-i Âbidîn)
FELSEFE:Madde, hayat, yaratılış, kâinât, ruh, ölüm, ölüm sonrası gibi konularda insan gücünün akla dayanarak ortaya koyduğu düşünce ve görüşlerin tamâmı. Beğendiği düşüncelerini hakîkat olarak anlatmak, yaldızlı, heyecan verici laflarla inandırmaya çalışmak. Tecrübeye, hesâba dayanmayan şahsî düşünceler.
Varlıklar yoktan yaratılmamış, böyle gelmiş böyle gider demek, îmân edilecek şeylere, helal-haram olanlara inanmaya gericilik demek felsefedir. Eski Yunan felsefesi başlıbaşına bir ilim değildir. Matematikçiler, geometri okuyanlar, mantık öğrenenler, tabiiyyeciler ve tabibler arasında bu felsefeye kayanlar çok oldu. Felsefeciler ilâhiyyât üzerinde yâni Allahü teâlâ ve onun sıfatları, emirleri yasakları üzerinde, kendi akılları, görüşleri ile konuştular. Hesab, hendese, mantık, tabiat bilgisi, fizik, kimyâ, tıb bilgisi öğrenmek mubahtır. Bunların hepsi İslâm bilgileridir. Fakat bunları İslâmiyete karşı bozuk düşüncelerine âlet etmek, gençleri aldatmak için kullanmak felsefe olur. (İmâm-ı Gazâlî)
İmâm-ı Muhammed Gazâlî, İmâm-ı Ahmed Rabbânî ve daha birçok İslâm büyükleri, Yunan felsefesini inceleyip, didik didik etmiş ve o felsefecilerin ne kadar câhil olduklarını bildirmişlerdir. Müslümanların, böyle kimseleri beğenmemelerini onlara aldanmam alarını birçok kitaplarında yazmışlardır. (Abdülhakîm Arvâsî)
FEN YOBAZI:Fen bilgisinde mütehassıs (uzman) olmadığı hâlde, kendisini fen adamı ve müslüman olarak gösterip müslümanların dînini, îmânını bozmağa, İslâmiyet'i içerden yıkmağa çalışan kimse.
Üniversiteden diploma alan bir kimse, sefâhete yâni zevk ve eğlenceye başlayıp, bulunduğu ilim dalında çalışmaz, okuduklarını da unutursa, bu kimse ilim adamı, fen adamı olamaz. İslâm düşmanlığı da yaparak, yalan ve yanlış sözlerini, yazılarını ilim ve fen olarak saçmağa kalkışırsa, cemiyet için zararlı olur. Bu fen yobazlarına aldanarak sonsuz felâkete sürüklenen zavallılara çok acınır. (Seâdet-i Ebediyye)
Fen yobazları, Allahü teâlânın varlığına inanmayıp, âlem, böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecektir. Hâşâ bu âlemin yaratanı yoktur. Canlılar da böyle birbirlerinden üreyip sonsuz olarak sürecektir, demektedirler. İslâmiyet'i içerden yıkmak ve k üfre sebeb olan şeyleri isbâtlamak için çırpınan fen yobazları ne kadar zavallıdır. (Fâideli Bilgiler)
FENÂ:Tasavvuf ilminde bir terim. Kendini yok görmek. Mâsivâyı, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak, mahlûkların (yaratılmışların) sevgi ve düşüncesini gönülden çıkarmak. Allahü teâlâyı çok zikir (anma) netîcesinde meydana gelen kendini unutma hâli.
Fenâya kavuşmak için lâzım olan on şey; tövbe, zühd (dünyâya düşkün olmamak), tevekkül (Allahü teâlâya güvenmek), kanâat, uzlet yâni dîni, ahlâkı bozan kimselerden, kitablardan sakınmak, zikr (her işte Allahü teâlâyı hâtırlamak), teveccüh (bütün arzu ve isteklerden sıyrılarak Allahü teâlâya yönelmek, sabır, murâkabe (kendini hesâba çekme) ve rızâ (Allahü teâlâdan gelen her şeye boyun eğme)dır. (Ahmed Fârûkî)
Mârifet (Allahü teâlâyı tanımak) ve hakîkî îmân, fenâ hâli meydana gelmesine ve ölmeden önce olan ölmeye (gafletten uzak olup, her an Allahü teâlâyı hatırlamaya) bağlı olduğu için, fenâ hâli çok olanın îmânı dâimâ kâmil (olgun) olur. Peygamber efendi miz buyurdular ki: "Ebû Bekr'in îmânı bütün ümmetimin îmânı ile tartılsa, Ebû Bekr'inki daha üstün olur." Çünkü o, fenâda bütün ümmetten (her müslümândan) daha ileride idi. Eshâb-ı kirâmın hepsi fenâ makâmına kavuşmuştu. (Muhammed Ma'sûm)
Fenâ ve bekâ, sâhibinin vicdânı ile ilgilidir, dil ile söz ile anlatılamaz. Tatmakla anlaşılır. (Abdülhakîm-i Arvâsî) Bir kimsede hâsıl olmazsa fenâ, Hak teâlâya yol bulamaz aslâ.
(İmâm-ı Rabbânî)
Fenâ Fillah:Kalbin yalnız Allahü teâlâyı sevmesi, O'nun beğendiği şeylerde fâni olmak yâni O'nun sevdiklerini sevmek O'nun sevdiklerini kendi için sevgili bilmek.
Fenâ fiş-Şeyh:Tasavvuf ilminde tal****** velî olan hocasının arzû ve isteklerine tâbi olması, irâdesini isteğini onun eline bırakması. Ölü yıkayıcının elindeki meyyit (ölü) gibi olması. Ona hiç bir işinde muhâlefet etmemesi.
Fenâ-i Etemm:Tam fenâ. Evliyâlık makamlarının sonu, velînin ben diyecek yer bulamamasıdır.
Fenâ-i İrâde:İrâde ve isteklerin yok olması.
Fenâ-i Kalb:Mahlûkların (yaratılmışların) varlığını, sevgisini kalbden çıkarmak. Kalbin Allahü teâlâdan başka hiç bir şeyi bilmemesi ve sevmemesi, unutması.
Fenâ-i kalb hâsıl olunca, kalbde hatara (mahlûkların düşüncesi) kalmaz. Fakat dimağdan gitmezler. (Ahmed Raûf)
Fenâ-i kalb sâhibi, istese de, kendisini zorlasa da, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyi hâtırına getiremez. Bu fenâ, kalb ile olan zikrin netîcesidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Fenâ-i Nefs:İnsanın kendine ve başkalarına bağlılığının kalmaması. Benliği unutup, bırakması. Yâni Allahü teâlâdan başka hiç bir şeyi bilmemesi ve sevmemesi.
Fenâ-i nefs mertebesinde, mahlukların düşüncesi de dimağdan gider, kaybolur. (Ahmed Râûf)
Fenâ-i kalbden sonra fenâ-i nefs, sonra itmi'nân-ı nefs, sonra İslâm-ı hakîkî hâsıl olur. (Muhammed Ma'sûm)
Fenâ fiş-şeyh, hakîkî fenânın başlangıcıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
FERÂİZ:1. Bir kimse vefât edince, bıraktığı malın kimlere verileceğini ve nasıl dağıtılacağını öğreten ilim, mîrâs hukûku.
Ferâiz ilmini öğrenmeye çalışınız. Bu ilmi gençlere öğretiniz. Ferâiz ilmi din bilgisinin yarısı demektir. Ümmetimin en önce unutacağı, bırakacağı şey, bu ilim olacaktır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce, Dâre Kutnî)
Ferâiz ilmi, İslâm hukûkunun bir bölümüdür. Şeref ve üstünlüğü sebebiyle başlı başına bir ilim dalı sayıldı. (Kemâleddîn Muhammed)
2. Farzlar. Farîzanın çokluk şekli. (Bkz. Farz)
İbâdetler, ferâiz ve fedâil (nâfile ibâdetler) olmak üzere iki kısımdır. (Kudûrî)
FERDİYYET:Tasavvufta yüksek bir mertebe.
Mevlânâ Ârif Kerânî hazretleri, ferdiyyet nisbetinin kemâllerini, olgunluklarını Muhammed Pârisâ hazretlerine son günlerinde ihsân eylemiştir. Mevlânâ Ârif de bu ferdiyyet nisbetini zevcesinin pederi Mevlânâ Behâeddîn Kışlâkî'den almıştı. (İmâm-ı Rabbânî)
FERSAH:5760 metre. Bir saatte gidilen yol.
Âlimlerin hepsi, dinde seferî (yolcu) sayılmak için gidilmesi lâzım olan üç günlük yolu, fersah dedikleri ölçü ile bildirdiler. Bir kısmı üç günlük yol, yirmi bir fersah, bir kısmı on sekiz, bir kısmı ise on beş fersahtır dedi. Fetvâ (hüküm) ikinci s öze göre verilmiştir. Yâni seferîlik mesâfesinin on sekiz fersah olduğunu esas almışlardır. (İbn-i Âbidîn)
FESÂD:Bozukluk, karışıklık, fitne, anarşi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Allah'a ve Peygamberine karşı harp edenlerin ve yeryüzünde fesâd çıkarmaya çalışanların cezâsı ancak öldürülmeleri veyâ asılmaları yâhut elleriyle ayaklarının çapraz kesilmesi veya o yerden sürgün edilmeleridir. Bu cezâ onlara dünyâda bir kepâzeliktir. Âhirette ise kendilerine büyük bir azâb vardır. (Mâide sûresi: 33)
Fitnenin, fesâdın çoğaldığı bir zamanda ibâdet etmek, hicret ederek benim yanıma gelmek gibidir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Ümmetim arasına fesâd yayıldığı zaman, sünnetime yapışan için yüz şehîd sevâbı vardır. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
İnsanlığın ufuklarını saran fesâd karanlığı, hep şirkin, îmânsızlığın ve sevişmezliğin bir netîcesidir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Fitne, fesâd zamânında İslâmiyet'e uymak, kâfirlerle harb etmek gibidir. (A. Nablüsî)
Fesâdların başı İslâmiyete uymamaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Halkın işi gücü fesâd olunca, şerliler (kötüler) başlarına geçer. (A'meş)
FESÂHAT:Açık ve düzgün konuşma.
Arablarda şiir, edebiyât ve belâgat ve fesâhat her şeyden ileri gidip, en güvendikleri başarıları olduğu hâlde Kur'ân-ı kerîm karşısında bir şey söyleyemediler.Kur'ân-ı kerîme böyle galebe çalamayınca, çokları insafa gelip müslüman oldu. (M. Sıddîk bin Saîd)
FESH:Alış-veriş veyâ başka bir akdi (sözleşmeyi) bozma veya böyle bir akdin bozulması.
Bir kimse, karşısındaki pişman olunca, satışı fesh eder geri alırsa, Allahü teâlâ onun günâhlarını affeder. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Erkek ve kadından biri mürted olunca (dinden dönünce) nikâhları fesh olur. (Abdülganî Nablüsî, İmâm-ı Birgivî)
FETÂNET:Peygamberlerde bulunması lâzım olan sıfatlarından biri. Peygamberlerin; bütün insanların en akıllısı, en zekîsi ve en anlayışlısı olmaları.
Peygamberler (aleyhimüsselâm) hakkında bilinmesi vâcib olan sıfatlar beştir. Sıdk (doğruluk), Emânet (güvenilirlik), Tebliğ (Allahü teâlâdan aldıkları emir ve yasakları insanlara bildirmek), İsmet (günahsızlık) ve Fetânet. (Kutbüddîn-i İznikî)
Peygamberler güzel ahlâk sâhibidirler. Mâlâyânîden (fâidesiz iş ve sözden), insan tabiatının nefret ettiği şeylerden uzaktırlar. İnsanlar arasında asîl olmayan soydan peygamber gelmemiştir. Çünkü peygamberlerin soy zinciri, asîl ve temiz kimselerdir. Kaba, görgüsüz, aşağı tabîatlı, ahmak, geri zekâlı kimselerden peygamber gelmemiştir. Peygamberler çok akıllı ve zekî olup, fetânet sâhibidirler. (Kâdızâde Ahmed bin Muhammed)
FETRET:
1. Aynı cinsten iki hâdise (olay) arasındaki kesinti devresi.
Peygamber efendimize sallallahü aleyhi ve sellem kırk yaşında iken ilk vahy gelerek peygamberliği bildirildi. Kırk üç yaşına kadar geçen fetret devresinde vahiy gelmedi. Fakat İsrâfil aleyhisselâm ara sıra gelip, Peygamber efendimize bâzı şeyleri öğr etirdi. Bu hâl üç sene kadar sürdü. Kırk üç yaşında iken Cebrâil aleyhisselâm gelerek Müddessir sûresinin ilk âyetlerini getirdi. Böylece Peygamber efendimiz insanları dîne dâvet etmekle vazîfelendirildi. İlk vahiyle bu zaman arasına fetret devri adı verildi. (Ahmed Cevdet Paşa, Halebî)
2. İki peygamber veya iki hükümdâr arasında peygambersiz ve hükümdârsız geçen zaman.
Şit aleyhisselâmın vefâtından sonra insanlar bozuldu. Âdem ve Şit aleyhimesselâmın bildirdiği hükümler unutulup, terk edildi. Bu fetret döneminden sonra, hazret-i İdrîs peygamber gönderildi. Ona otuz suhuf (forma) verildi. (Sa'lebî)
Hazret-i Îsâ ile Peygamber efendimiz arasındaki fetret devri bin senedir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Osmanlı târihinde, Ankara savaşından sonra Yıldırım Bâyezid'in ölümü ile oğlu Çelebi Mehmed'in başa geçtiği târihler arasındaki zaman fetret devridir. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
FETVÂ:Herhangi bir işin dîne (İslâmiyet'e) uygun olup olmadığına dâir müftî tarafından verilen cevâb.
Elini göğsüne koy! Helâl şeyde kalb sâkin olur. Harâm şeyde çarpıntı olur. Şübheye düşersen yapma! Din adamları fetvâ verseler de yapma! (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Bir kimseye câhilâne bir sûrette fetvâ verilse, bunun günâhı, fetvâyı verene âit olur. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Fetvâ veren âlime müftî denir. Müftînin müctehid (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabilen bir âlim) olması lâzımdır. Böyle olmayana müftî denmez, fetvâyı nakledici denir. Bunlar fetvâları meşhûr fıkıh kitablarından alırlar, müctehidle rin sözlerini bildirirler. (İbn-i Hümâm)
Fıkıh kitablarına uymayan fetvâlar yanlıştır. Bunlara bağlanılmaz. (Abdurrahmân Silhetî)
Din ilminde konuşan kimse, Allahü teâlânın kendisine; "Benim dînimde sen nasıl fetvâ verdin, nasıl söz söyledin?" suâlini sormıyacağını zannediyorsa, dinde gevşeklik etmiş olur. (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe)
Yetmiş imâm (âlim) şâhidlik etmeden, fetvâ vermeğe başlamadım. (İmâm-ı Mâlik)
Din ve dünyâ işlerinde bilmiyerek fetvâ verene melekler lânet eder. (Hâdimî)
FETTÂH (El-Fettâh):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına hayır kapılarını, dileklerine kavuşmak istiyen kullarına kapalı kapıları açan, peygamberlerini düşmanlarının elinden kurtarıp, memleketlerin fethini müyesser (kolay) kılan; evliyâsına (sevdiği kullarına) melekûtünün (gözle görülmeyen âlemin) kapılarını açıp, kalb gözlerinden perdeyi kaldıran.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O (Allahü teâlâ) Fettâh'tır. Alîm'dir. (Sebe' sûresi: 26)
FEVÂİT:Kasten, bilerek terketmekle olmayıp, dînin kabûl ettiği herhangi bir sebeble, özürle kaçırılmış farz veya vâcib namazlar. Fâitenin çoğuludur. (Bkz. Fâite)
FEY':Dönmek. Muhârebe bittikten sonra, kâfirlerden zorla veya harp yapılmadan sulh yoluyla alınan mal.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Allah'ın, (fethedilen diğer kâfir) memleketlerin ahâlisinden Peygamberine verdiği fey'; Allah'a, Peygamberine, hısımlarına (Resûlullah'ın akrabâsı olan Hâşim, Muttaliboğullarına) , yetimlere (babaları ölmüş fakir müslüman çocuklarına) , yoksullara (ihtiyâç sâhibi müslümanlara) , yolda kalanlara âiddir. Tâ ki (bu mallar) içinizden (yalnız) zenginler arasında elden ele dolaşmasın (fakirler bundan mahrum edilmesin) . Peygamber size ne getirdiyse (ne emrettiyse) onu alın, size ne yasak etdiyse ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azâbı (Peygambere muhâlefet edenlere karşı) çetindir (pek şiddetlidir) . (Haşr sûresi: 7)
Fedek arâzisi, sulh (barış) ile alındığı için o da fey' idi. Düşman tarafından hediye olarak gönderilen mallar da Resûlullah efendimiz için fey' olup, O'nun tasarrufunda (idâresinde) idi. Dilediği gibi harcardı. (Ebû Ubeyd bin Sellâm)
Harâc (gayr-i müslim vatandaşlardan alınan vergi) ve cizye de (gayr-i müslim vatandaşların hür ve mükellef olan erkeklerinden, seneden seneye alınan vergi) fey'dir. (İmâm-ı Ebû Yûsuf)
Fey-i Zevâl:Güneş, gün ortasında (Nısf-ün-nehârda), tam tepeye gelince görülen en kısa gölge uzunluğu.
Asr-ı evvelin vakti; bir şeyin gölgesinin boyu, fey-i zevâl artı kendi boyu olunca başlar. Asr-ı sâninin vakti, bir şeyin gölgesi, fey-i zevâl artı kendi boyunun iki misli olunca başlar. Asr-ı evvel, İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed'e göre, Asr-ı sânî İmâm-ı A'zam'a göre ikindinin başladığı vakittir. (İbn-i Hümâm, Ahmed Ziyâ Bey)
FEYLESOF:Beğendiği düşüncelerini hakîkat olarak anlatıp, yaldızlı, heyecanlı sözlerle inandırmaya çalışan kimse. Felsefeci.
Feylesoflar nakle değil akla inanırlar. Din bilgilerini fen bilgileri ile isbat eden mü'minlere Hukemâ denir. (M. Sıddîk bin Saîd)
İspanya fâciâsı olmasaydı, feylesof İbnü'r-Rüşd'ün ve İbn-i Hazm'ın bozuk fikirleri belki din ve îmân hâlini alıp dünyâya yayılacak, bugünkü hazin levha yüzlerce sene önce meydana çıkacaktı. (M. Sıddîk bin Saîd)
Âhiret azâbı hakkında peygamberlerin sözbirliği var iken, feylesofların sözlerine îtibâr olunmaz. Bu azâb aklî değil, hissîdir (bizzat tadılacak şekildedir). (İmâm-ı Rabbânî)
FEYZ:Akma. Peygamber efendimizin mübârek kalbinden, evliyânın kalbleri vâsıtasıyle akıp gelen mânevî bilgiler.
Din büyüklerinin yanına boş olarak gelmelidir ki, dolmuş (faydalanmış) olarak dönülebilsin. Onların acıması, ihsânda bulunması için, boş olduğunu bildirmek lâzımdır. Böylece feyz yolu açılır. (İmâm-ı Rabbânî)
Bir kimse âlimlerin sohbetinde bulunur fakat onlara hürmet etmezse, ilâhî feyz ve bereketlerden mahrum kalır ve âlimlerdeki nûrlar kendinde görünmez. (Ebû Ali Sekafî)
Kendisinden ilim öğrendiği zâtta, ayıp ve kusur arayan, onun ilminden, feyz ve bereketinden faydalanamaz. (Abdullah binMenâzil)
Evliyâ mezarlarını ziyâret ederek, feyz vermeleri için yalvar. Fâtiha ve salevât okuyup sevâblarını mübârek rûhlarına göndererek onları Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için vesîle yap. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân) Gelince feyz ü ihsânın, günâhkâr kimseye bir an, Onun râhı (yolu) dü-âlemde (dünyâ ve âhirette) selâmet yâ Resûlallah! (Yaman Dede)
G - 2
GIBTA:İmrenmek. Kişinin, başkasında bulunan iyi bir şeyin ondan gitmesini istemeyip, benzerinin kendisinde de bulunmasını istemesi.
İki şeyden birine kavuşan insana gıbta etmek yerinde olur. Allahü teâlâ bir kimseye İslâm ilimlerini ihsân eder. Bu da, her hareketini bilgisine uygun yapar. İkincisi, Allahü teâlâ, birine çok mal verir. Bu kimse de malını, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği yerlere harcar. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Gıbta güzel bir huydur. İslâmiyet'in ahkâmına yâni farzları yapmağa ve haramlardan sakınmağa riâyet eden, gözeten sâlih (iyi) kimseye gıbta etmek gerekir. Dünyâ nîmetleri için gıbta etmek tenzîhen mekrûh olur. (Ebû Sa'îd Muhammed Hâdimî)
GILMAN:Allahü teâlânın Cennet'tekilere hizmet için nûrdan yarattığı hizmetçiler.
Güler yüzlü ve tatlı dilli olan gılmanlar, Cennet'te oturanlara hizmette en ufak bir kusur etmezler. (İmâm-ı Gazâlî) Kabrimiz îmân ile pürnûr kıl, Mûnis-i Gılmân ile hem hûr kıl.
(Süleymân Çelebi)
GINÂ:
1. Şarkı, tegannî, müzik perdelerine uygun ses; çalgı ile birlikte şarkı, müzik. Tegannî de denir.
Gınâ, kalbde nifâk (münâfıklık) hâsıl eder. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Gınâ, kalbi karartır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Âbidîn)
Gınânın haram olduğunu bütün âlimler söz birliği ile bildirmişlerdir. İsrâ sûresinin altmış dördüncü âyetinin gınâyı haram ettiğini bildiren âlimler vardır. Gınânın haram olduğunda ihtilâf yoktur. (Abdullah Dehlevî)
Gınâ, bala ve şekere karıştırılmış zehir gibidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Gınâ haram olduğundan, bir şarkıcıya, ne güzel söyledin veya herhangi bir teganniye iyi diyenin küfründen, îmânının gitmesinden korkulur. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Zenginlik.
Gınâ sâhibine tevâzû edenin, yâni zengine zenginliği için alçalanın dîninin üçte ikisi gider. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî)
Asıl gınâ kalb zenginliğidir, mal zenginliği değil. (Hadîs-i şerîf-Mesnevî)
Gınâ ehlinin ve dünyâya bağlananların sohbeti öldürücü zehirdir. (İmâm-ı Rabbânî)
GÎBET (Gıybet):Bir kimsenin, yüzüne karşı söylendiği zaman hoşlanmayacağı, kalbinin kırılacağı bir sözünü, hâlini veya hareketini, arkasından, bulunmadığı yerde söylemek, hareketiyle göstermek veya îmâ etmek. Dedi-kodu.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Birbirinizi gıybet etmeyiniz. Sizden herhangi biriniz (gıybet etmek sûretiyle) ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? (Böyle bir etten yemeniz size teklîf olunsa) tiksinirsiniz. Allahü teâlâdan korkup, gıybet etmeyin. Allahü teâlâ gıybetten tövbe edenlerin tövbelerini kabul eder. O çok merhamet edicidir. (Hücurât sûresi: 12)
Resûlullah efendimiz, Eshâb-ı kirâma; " Gıybetin ne olduğunu bilir misiniz?" buyurdu. Eshâb-ı kirâm; "Allah ve Resûlü daha iyi bilir" dediler. Resûl-i ekrem; "Gıybet, kardeşini, arkasından hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır" buyurdu. Eshâb-ı kirâm; "Yâ Resûlallah! Eğer söylediğimiz şey onda varsa?" diye sordular. Peygamber efendimiz; "Eğer onda varsa bu söz gıybet olur. Eğer yoksa bühtân yâni iftirâ olur" buyurdu. (Müslim)
Gıybetten uzak durunuz. Çünkü gıybet zinâdan fenâdır. Zinânın tövbesi kabûl edilir. Fakat gıybet edilen helâl etmedikçe tövbesi kabûl edilmez. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn, İbn-i Ebi'd-Dünyâ)
Kıyâmet günü bir kimsenin sevâb defteri açılır. Yâ Rabbî! Dünyâda şu ibâdetleri yapmıştım. Sahîfede bunlar yazılı değildir, der. Onlar defterlerinden silindi, gıybet ettiklerinin defterine yazıldı denir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Gıybet kanser gibidir, girdiği vücûd iflâh olmaz, kurtulmaz. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Gıybet edene sus diyene yüz şehîd sevâbı vardır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
GÖTÜRÜ SATIŞ:Alış-verişte bir malı tartı veya ölçü ile olmayarak toptan pazarlık sûretiyle almak veya satmak; kabala.
Satılan mal ile karşılığında verilecek mal veya para aynı cinsten değilseler ölçmeden götürü olarak toptan gösterilip verilebilir. Paket kutu içinde ölçmeden alınan şeyler, miktârı yazılı olsa bile, söylenmedikçe götürü satış demektir. (Dâmâd)
Bir kimse malları götürü satın alsa, ölçmeden tartmadan önce o mal üzerinde tasarruf (kullanma) hakkına sâhiptir. Meselâ on ölçektir zannıyla götürü olarak satın aldığı buğday yığını on beş ölçek gelse, fazlası yine alana âittir. (İbn-i Âbidîn)
GULÂT:Taşkınlık gösteren, azgın. Sapık fırkalardan küfre varanlar.
Gulât-ı Şîa:Allah, hazret-i Ali'ye hulûl etmiş girmiştir; hâşâ, hazret-i Ali tanrıdır diyenler. Gulât da denir.
Hazret-i Ali'yi sevme husûsunda en çok aldanan Gulât-ı şîa, ilâhî bir parçanın imâmlara hulûl ettiğine ve onların bedenine büründüğüne inanırlar. (Hâşâ) Allahü teâlânın insan şeklinde olduğunu kabûl ederler. Rûhların bir bedenden bir bedene geçtiğini kabûl edip, kıyâmeti inkâr ederler. (İsferâînî, Şehristânî, Bağdâdî)
GURRE:Düşürülen bir cenine (ana rahmindeki çocuğa) karşılık verilmesi gereken mâlî tazmînât.
Cenin hakkında gurre, köle olsun, câriye olsun onun kıymeti beş yüz dirhemdir. (Hadîs-i şerîf-Nasb-ur-Râye)
Bir kimse hâmile kadının karnına vurarak veya kadın ilâç ile çocuğu düşürürse, gurre vâcib olur. Gurre, erkeğin diyetinin (kâtilin vereceği para cezâsının) yirmide biridir ki beş yüz dirhem eder. Çocuk diri düşüp sonra ölürse tam diyet gerekir. (İbn-i Âbidîn)
Zevcinden (kocasından) izinsiz çocuk aldıran veya ilâçla veya başka sûretle ölü olarak düşüren kadının âkılesi (yardımcıları veya yardımcı olan akrabâları) diyetin yirmide biri olan beş yüz dirhem gümüşü kadının zevcine (kocasına) gurre olarak verir. Zevcin izni ile düşürürse bir şey lâzım gelmez. Gurre bir senede ödenir. (Molla Hüsrev, M. Mevkûfâtî)
GUSL:Boy abdesti. Cünüb olan her kadın ve erkeğin, hayz (âdet) ve nifası (lohusalık hâli) sona eren kadınların ağzı ve burnu ile birlikte, iğne ucu kadar kuru bir yer kalmayacak şekilde, bütün bedenini yıkaması.
Kirlenince çabuk gusül abdesti alın! Çünkü (herkesin yanında bulunan) kirâmen kâtibîn melekleri cünüb gezen kimseden incinir. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Gusül abdesti almaya kalkan bir kimseye, üzerindeki kıl adedince (yâni pekçok) sevâb verilir. O kadar günâhı affolur. Cennet'teki derecesi yükselir. Guslü için ona verilecek sevâb, dünyâda bulunan her şeyden daha hayırlı olur. Allahü teâlâ meleklere, bu kuluma bakınız! Gece üşenmeden kalkıp, benim emrimi düşünerek, cünüblükten guslediyor, temizleniyor. Şâhid olunuz ki, bu kulumun günâhlarını afv ve mağfiret eyledim buyurur. (Hadîs-i şerîf-Gunye)
Namazın doğru olması için, abdestin ve guslün doğru olması lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Kâfir, müslüman olunca gusl abdesti alması müstehâbdır, sevâbdır. (İmâm-ı Rabbânî)
GÜLŞENİYYE:Evliyânın büyüklerinden İbrâhim Gülşenî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.
İbrâhim Gülşenî Mısır'a yerleştikten sonra Memlûk hükümdârı Sultan Gavri (Gûrî) başta olmak üzere pek çok kimse Gülşeniyye yoluna girdiler. Gelenlerin çok olması üzerine Sultan Gavri Müeyyediyye'de bir medrese yaptırdı. İbrâhim Gülşenî oraya giderek Ehl-i sünnet îtikâdını (inancını), dînin emir ve yasaklarını anlattı. (Muhyî Gülşenî)
GÜNÂH:Dinde yasak olan şeyler.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Biri günâh işler veya kendine zulmeder, sonra pişmân olup, Allahü teâlâya tövbe istiğfâr ederse, Allahü teâlâyı afv ve mağfiret edici, çok merhametli bulur. (Nisâ sûresi: 110)
Nefse sükûnet ve kalbe ferahlık veren iş, iyi iştir. Nefsi azdıran, kalbe heyecan veren iş günâhtır. (Hadîs-i şerif-M. Ma'sûmiyye)
Gizli yapılan günâhın tövbesini gizli yapınız! Açıkça işlenen günâhın tövbesini açıkça yapınız! Günâhınızı bilenlere, tövbenizi duyurunuz. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Günâh işlemekten çekinmeyen âlim, elinde meş'ale tutan köre benzer. Herkese yol gösterir, fakat kendisi göremez. (Sâdi-i Şîrâzî)
Günâh işlemeye devâm ettiği hâlde, günâhımın Allahü teâlâya ne zarârı var, o beni affeder demek münâfıklık alâmetidir. (Abdullah-ı Dehlevî)
Günâhlar eğer zinâ etmek, içki içmek, şarkı ve çalgı âletleri dinlemek, haramlara bakmak, abdestsiz mushafa dokunmak ve bid'at îtikâdı (bozuk, yanlış inanışlar) gibi Allahü teâlânın hakkı olup, kul hakları ile ilgili değilse, onların tövbesi, pişmanl ık, istiğfâr ve yalvararak Allahü teâlâdan özür dilemekle olur. Ama farzları terk etmişse, meselâ namazlarını kılmamış, oruçlarını tutmamışsa tövbe ve istiğfâr bunları kazâ ettikten sonra olur. Kul hakkı ile ilgili olanlarda, hakları sâhiblerine veya vârislerine verip helallık dilemelidir. Vârisi bilinmezse, sâhibine niyetle fakirlere sadaka olarak vermelidir. (İmâm-ı Gazâlî, Yûsuf Sinânüddîn)
Günâh-ı Sagîre:Küçük günah. (Bkz. Küçük Günah)
Günah-ı sagîreye devâm, büyük günâha yol açar. (İmâm-ı Rabbânî)
Günâh-ı Kebîre:Büyük günah.
Günâh-ı kebîreye devâm, küfre yol açar. (İmâm-ı Rabbânî)
G - 2
GIBTA:İmrenmek. Kişinin, başkasında bulunan iyi bir şeyin ondan gitmesini istemeyip, benzerinin kendisinde de bulunmasını istemesi.
İki şeyden birine kavuşan insana gıbta etmek yerinde olur. Allahü teâlâ bir kimseye İslâm ilimlerini ihsân eder. Bu da, her hareketini bilgisine uygun yapar. İkincisi, Allahü teâlâ, birine çok mal verir. Bu kimse de malını, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği yerlere harcar. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Gıbta güzel bir huydur. İslâmiyet'in ahkâmına yâni farzları yapmağa ve haramlardan sakınmağa riâyet eden, gözeten sâlih (iyi) kimseye gıbta etmek gerekir. Dünyâ nîmetleri için gıbta etmek tenzîhen mekrûh olur. (Ebû Sa'îd Muhammed Hâdimî)
GILMAN:Allahü teâlânın Cennet'tekilere hizmet için nûrdan yarattığı hizmetçiler.
Güler yüzlü ve tatlı dilli olan gılmanlar, Cennet'te oturanlara hizmette en ufak bir kusur etmezler. (İmâm-ı Gazâlî) Kabrimiz îmân ile pürnûr kıl, Mûnis-i Gılmân ile hem hûr kıl.
(Süleymân Çelebi)
GINÂ:
1. Şarkı, tegannî, müzik perdelerine uygun ses; çalgı ile birlikte şarkı, müzik. Tegannî de denir.
Gınâ, kalbde nifâk (münâfıklık) hâsıl eder. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Gınâ, kalbi karartır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Âbidîn)
Gınânın haram olduğunu bütün âlimler söz birliği ile bildirmişlerdir. İsrâ sûresinin altmış dördüncü âyetinin gınâyı haram ettiğini bildiren âlimler vardır. Gınânın haram olduğunda ihtilâf yoktur. (Abdullah Dehlevî)
Gınâ, bala ve şekere karıştırılmış zehir gibidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Gınâ haram olduğundan, bir şarkıcıya, ne güzel söyledin veya herhangi bir teganniye iyi diyenin küfründen, îmânının gitmesinden korkulur. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Zenginlik.
Gınâ sâhibine tevâzû edenin, yâni zengine zenginliği için alçalanın dîninin üçte ikisi gider. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî)
Asıl gınâ kalb zenginliğidir, mal zenginliği değil. (Hadîs-i şerîf-Mesnevî)
Gınâ ehlinin ve dünyâya bağlananların sohbeti öldürücü zehirdir. (İmâm-ı Rabbânî)
GÎBET (Gıybet):Bir kimsenin, yüzüne karşı söylendiği zaman hoşlanmayacağı, kalbinin kırılacağı bir sözünü, hâlini veya hareketini, arkasından, bulunmadığı yerde söylemek, hareketiyle göstermek veya îmâ etmek. Dedi-kodu.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Birbirinizi gıybet etmeyiniz. Sizden herhangi biriniz (gıybet etmek sûretiyle) ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? (Böyle bir etten yemeniz size teklîf olunsa) tiksinirsiniz. Allahü teâlâdan korkup, gıybet etmeyin. Allahü teâlâ gıybetten tövbe edenlerin tövbelerini kabul eder. O çok merhamet edicidir. (Hücurât sûresi: 12)
Resûlullah efendimiz, Eshâb-ı kirâma; " Gıybetin ne olduğunu bilir misiniz?" buyurdu. Eshâb-ı kirâm; "Allah ve Resûlü daha iyi bilir" dediler. Resûl-i ekrem; "Gıybet, kardeşini, arkasından hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır" buyurdu. Eshâb-ı kirâm; "Yâ Resûlallah! Eğer söylediğimiz şey onda varsa?" diye sordular. Peygamber efendimiz; "Eğer onda varsa bu söz gıybet olur. Eğer yoksa bühtân yâni iftirâ olur" buyurdu. (Müslim)
Gıybetten uzak durunuz. Çünkü gıybet zinâdan fenâdır. Zinânın tövbesi kabûl edilir. Fakat gıybet edilen helâl etmedikçe tövbesi kabûl edilmez. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn, İbn-i Ebi'd-Dünyâ)
Kıyâmet günü bir kimsenin sevâb defteri açılır. Yâ Rabbî! Dünyâda şu ibâdetleri yapmıştım. Sahîfede bunlar yazılı değildir, der. Onlar defterlerinden silindi, gıybet ettiklerinin defterine yazıldı denir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Gıybet kanser gibidir, girdiği vücûd iflâh olmaz, kurtulmaz. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Gıybet edene sus diyene yüz şehîd sevâbı vardır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
GÖTÜRÜ SATIŞ:Alış-verişte bir malı tartı veya ölçü ile olmayarak toptan pazarlık sûretiyle almak veya satmak; kabala.
Satılan mal ile karşılığında verilecek mal veya para aynı cinsten değilseler ölçmeden götürü olarak toptan gösterilip verilebilir. Paket kutu içinde ölçmeden alınan şeyler, miktârı yazılı olsa bile, söylenmedikçe götürü satış demektir. (Dâmâd)
Bir kimse malları götürü satın alsa, ölçmeden tartmadan önce o mal üzerinde tasarruf (kullanma) hakkına sâhiptir. Meselâ on ölçektir zannıyla götürü olarak satın aldığı buğday yığını on beş ölçek gelse, fazlası yine alana âittir. (İbn-i Âbidîn)
GULÂT:Taşkınlık gösteren, azgın. Sapık fırkalardan küfre varanlar.
Gulât-ı Şîa:Allah, hazret-i Ali'ye hulûl etmiş girmiştir; hâşâ, hazret-i Ali tanrıdır diyenler. Gulât da denir.
Hazret-i Ali'yi sevme husûsunda en çok aldanan Gulât-ı şîa, ilâhî bir parçanın imâmlara hulûl ettiğine ve onların bedenine büründüğüne inanırlar. (Hâşâ) Allahü teâlânın insan şeklinde olduğunu kabûl ederler. Rûhların bir bedenden bir bedene geçtiğini kabûl edip, kıyâmeti inkâr ederler. (İsferâînî, Şehristânî, Bağdâdî)
GURRE:Düşürülen bir cenine (ana rahmindeki çocuğa) karşılık verilmesi gereken mâlî tazmînât.
Cenin hakkında gurre, köle olsun, câriye olsun onun kıymeti beş yüz dirhemdir. (Hadîs-i şerîf-Nasb-ur-Râye)
Bir kimse hâmile kadının karnına vurarak veya kadın ilâç ile çocuğu düşürürse, gurre vâcib olur. Gurre, erkeğin diyetinin (kâtilin vereceği para cezâsının) yirmide biridir ki beş yüz dirhem eder. Çocuk diri düşüp sonra ölürse tam diyet gerekir. (İbn-i Âbidîn)
Zevcinden (kocasından) izinsiz çocuk aldıran veya ilâçla veya başka sûretle ölü olarak düşüren kadının âkılesi (yardımcıları veya yardımcı olan akrabâları) diyetin yirmide biri olan beş yüz dirhem gümüşü kadının zevcine (kocasına) gurre olarak verir. Zevcin izni ile düşürürse bir şey lâzım gelmez. Gurre bir senede ödenir. (Molla Hüsrev, M. Mevkûfâtî)
GUSL:Boy abdesti. Cünüb olan her kadın ve erkeğin, hayz (âdet) ve nifası (lohusalık hâli) sona eren kadınların ağzı ve burnu ile birlikte, iğne ucu kadar kuru bir yer kalmayacak şekilde, bütün bedenini yıkaması.
Kirlenince çabuk gusül abdesti alın! Çünkü (herkesin yanında bulunan) kirâmen kâtibîn melekleri cünüb gezen kimseden incinir. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Gusül abdesti almaya kalkan bir kimseye, üzerindeki kıl adedince (yâni pekçok) sevâb verilir. O kadar günâhı affolur. Cennet'teki derecesi yükselir. Guslü için ona verilecek sevâb, dünyâda bulunan her şeyden daha hayırlı olur. Allahü teâlâ meleklere, bu kuluma bakınız! Gece üşenmeden kalkıp, benim emrimi düşünerek, cünüblükten guslediyor, temizleniyor. Şâhid olunuz ki, bu kulumun günâhlarını afv ve mağfiret eyledim buyurur. (Hadîs-i şerîf-Gunye)
Namazın doğru olması için, abdestin ve guslün doğru olması lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Kâfir, müslüman olunca gusl abdesti alması müstehâbdır, sevâbdır. (İmâm-ı Rabbânî)
GÜLŞENİYYE:Evliyânın büyüklerinden İbrâhim Gülşenî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.
İbrâhim Gülşenî Mısır'a yerleştikten sonra Memlûk hükümdârı Sultan Gavri (Gûrî) başta olmak üzere pek çok kimse Gülşeniyye yoluna girdiler. Gelenlerin çok olması üzerine Sultan Gavri Müeyyediyye'de bir medrese yaptırdı. İbrâhim Gülşenî oraya giderek Ehl-i sünnet îtikâdını (inancını), dînin emir ve yasaklarını anlattı. (Muhyî Gülşenî)
GÜNÂH:Dinde yasak olan şeyler.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Biri günâh işler veya kendine zulmeder, sonra pişmân olup, Allahü teâlâya tövbe istiğfâr ederse, Allahü teâlâyı afv ve mağfiret edici, çok merhametli bulur. (Nisâ sûresi: 110)
Nefse sükûnet ve kalbe ferahlık veren iş, iyi iştir. Nefsi azdıran, kalbe heyecan veren iş günâhtır. (Hadîs-i şerif-M. Ma'sûmiyye)
Gizli yapılan günâhın tövbesini gizli yapınız! Açıkça işlenen günâhın tövbesini açıkça yapınız! Günâhınızı bilenlere, tövbenizi duyurunuz. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Günâh işlemekten çekinmeyen âlim, elinde meş'ale tutan köre benzer. Herkese yol gösterir, fakat kendisi göremez. (Sâdi-i Şîrâzî)
Günâh işlemeye devâm ettiği hâlde, günâhımın Allahü teâlâya ne zarârı var, o beni affeder demek münâfıklık alâmetidir. (Abdullah-ı Dehlevî)
Günâhlar eğer zinâ etmek, içki içmek, şarkı ve çalgı âletleri dinlemek, haramlara bakmak, abdestsiz mushafa dokunmak ve bid'at îtikâdı (bozuk, yanlış inanışlar) gibi Allahü teâlânın hakkı olup, kul hakları ile ilgili değilse, onların tövbesi, pişmanl ık, istiğfâr ve yalvararak Allahü teâlâdan özür dilemekle olur. Ama farzları terk etmişse, meselâ namazlarını kılmamış, oruçlarını tutmamışsa tövbe ve istiğfâr bunları kazâ ettikten sonra olur. Kul hakkı ile ilgili olanlarda, hakları sâhiblerine veya vârislerine verip helallık dilemelidir. Vârisi bilinmezse, sâhibine niyetle fakirlere sadaka olarak vermelidir. (İmâm-ı Gazâlî, Yûsuf Sinânüddîn)
Günâh-ı Sagîre:Küçük günah. (Bkz. Küçük Günah)
Günah-ı sagîreye devâm, büyük günâha yol açar. (İmâm-ı Rabbânî)
Günâh-ı Kebîre:Büyük günah.
Günâh-ı kebîreye devâm, küfre yol açar. (İmâm-ı Rabbânî)