Sloganın burada duracak

Dini Terimler Sözlüğü (H-I)

H - 1

HABÂİS:Kötü, alçak, pis şeyler, haramlar. Habîsin çoğulu. (Bkz. Habîs)

HABER:Herhangi bir konuda alınan yazılı veya sözlü bilgi.
1. Sünnet, hadîs-i şerîf.
Şüyû bulma (herkesçe duyulma, yayılma bilinme) derecesine göre haber; ya mütevâtir (Resûlullah efendimizden, birçok kimsenin rivâyet ettiği hadîs), ya meşhûr (ilk zamanda bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan hadîs), ya müstefîz (söyliyen leri üçten çok olan hadîs), ya garîb (yalnız bir kimsenin bildirdiği hadîs), yâhut da azîz (iki veya üç kimsenin naklettiği hadîs) olur. (İmâm-ı Süyûtî)
Her hadîs-i şerîf haberdir ancak her haber hadîs-i şerîf değildir. (İmâm-ı Süyûtî)
Haberde " Tövbekârlarla sohbet edin, zîrâ onların kalbleri daha yumuşaktır" diye vârid olmuştur (gelmiştir). (İmâm-ı Gazâlî)
2. Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînden bildirilen söz.

Haber-i Meşhûr:Başlangıçta râvîsi (rivâyet edeni, bildireni) sınırlı iken, sonraki devirlerde, daha çok kimse tarafından nakledilen haber, hadîs-i şerîf.
Haber-i meşhûrun, hadîs-i şerîf olduğunu kabûl etmeyerek inkâr eden, bid'at sâhibi olur. (İbn-i Kudâme)

Haber-i Mütevâtir:Yalan üzerinde ittifâk etmeleri (birleşmeleri) mümkün olmayan bir cemâat (topluluk) tarafından nakledilen, bildirilen haber, hadîs-i şerîf.
"Delîl getirmek dâvâcıya, yemîn etmek dâvâlıya düşer" hadîs-i şerîfi haber-i mütevâtirdir. (Teftâzânî)

Haber-i Vâhid:Bir kişinin ettiği rivâyet, verdiği haber, hep bir kimse tarafınan fakat Peygamber efendimize kadar, rivâyet edenlerden (nakledenlerden) hiçbiri noksan olmayan hadîs-i şerîfler. Buna, haber-i âhad da denir.
Haber-i Vâhid, Kur'ân-ı kerîm ve meşhur sünnete aykırı olmamalıdır. (İbn-i Melek)

HABÎB:Sevgili mânâsına Muhammed aleyhisselam.
Öğünmek için söylemiyorum. Allahü teâlânın habîbiyim, peygamberlerin reisiyim. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Tirmizî)
Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın resûlüdür. Habîbidir. Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusudur. Âdem aleyhisselâm Cennet'te iken, Cennet'in her yerinde ve Arş üzerinde "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" yazılı gördü. (Abdülhâk-ı Dehlevî) Yâ İlâhî ol Muhammed Hakkıçün, Ol şefâat kânı Ahmed Hakkıçün. Afv edip isyânımız kıl rahmeti, Ol Habîbin yüzü suyu hürmeti.
(Süleymân Çelebi)

HABÎBULLAH:Allahü teâlânın sevgilisi manasına, Muhammed aleyhisselâm. (Bkz. Habîb)
Allahü teâlâyı seven Habîbullah'ı da sever. Habîbullah'ı seven O'na salevâtı çok okur, sünneti ile amel eder. (İsmâil Fakîrullah) Hidâyete ermek için, Habîbullah, verdi imkân, Habîb ne demek? Düşünse kemâlini anlar insan, Yâ Râb! Büyük nebîdir O; köleleri olur sultan, Bir kalbe sevgisi dolsa; eder envâr ondan feyzân (mânevî ilimler feyzler).
(M. Sıddîk bin Saîd)

HABÎR (El-Habîr):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyin hakîkatini, kâinâtın, varlıkların, görünen ve görünmeyen her şeyi hakkıyla bilen, hiçbir zerrenin hareketi ve hareketsizliği ilminden hâriç olmayan, nefslerin ne ile mutmain (huzurlu) ne ile huzursuz olduğundan, sükûnete kavuştuğundan her zaman haberdâr olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ indinde en yükseğiniz, O'ndan en çok korkanınızdır. Allahü teâlâ Alîm'dir (her şeyi bilendir), Habîr'dir. (Hucurât sûresi: 13)

HABÎS:
1. Kötü, alçak, pis, âdî, bayağı.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! (Hak yolunda) infâkı (harcamayı), kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız (mahsûllerin) en iyisinden yapın. Kendinizin göz yummadan alıcısı olmadığınız pek habîs şeyleri vermeye kalkışmayın... (Bakara sûresi: 267)
İnsanların en kötüsü, habîsliği sebebiyle kendisine ikrâm olunandır. (Hadîs-i şerîf-Ez-Zevâcir) Boyun eğdirme yâ Rab bir habîse, Şükr edeyim lütfuna her ne ise.
(Muhammed bin Receb Efendi)
2. Haram.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Yetimlere (babası veya anası ölmüş çocuklara; rüşdüne gelince) mallarını verin. Temizi (helâlı), habîse değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu, muhakkak büyük bir günahtır. (Nisâ sûresi: 2)

HABLULLAH:Allahü teâlânın ipi, Kur'ân-ı kerîm veya İslâm dîni.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Hepiniz Hablullah'a sımsıkı sarılınız. (Âl-i İmrân sûresi: 103)
Kur'ân-ı kerîm hablullah-il-metîndir. Allahü teâlânın sağlam ipidir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

HAC:İslâm'ın beşinci şartı. Gerekli şartları kendinde bulunduran (bülûğa ermiş yâni ergen, hür, zengin, aklı başında) her müslümanın ömründe bir defâ ihramlı (dikişsiz) bir elbise ile Mekke'ye gidip Kâbe'yi ziyâret etmesi ve Arafât denilen yerde bir mikt âr durması ve bâzı vazîfeleri yerine getirmesi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Azık ve binek bakımından yoluna gücü yeten her kimsenin o Beyt'i (Kâbe'yi) h ac etmesi, insanlar üzerine Allahü teâlânın hakkıdır, farzdır. (Âl-i İmrân sûresi: 97)
Hac edip de beni ziyâret etmeyen kimse, beni incitmiş olur. (Hadîs-i şerîf-Dâre Kutnî)
Allah'ım! Hac edeni ve onun af ve mağfiret olunmasını istediği kimseyi af ve mağfiret eyle. (Hadîs-i şerîf-Lübâb-ül-İhyâ)
Kadın, yanında bir mahremi olmadan hacca gidemez. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)
Ticâret yapmak ve hac etmek için giden bir kimsenin, hac niyeti ziyâde (fazla) ise, sevâb kazanır. Ticâret niyeti çok ise veya iki niyet eşit ise, hac sevâbı kazanamaz. (Alâüddîn-i Haskefî)
Kulun haccının kabûl olduğunun alâmeti, hacda Peygamber efendimizin ahlâkı ile ahlâklanarak, dönmesi, günâha hiç yaklaşmaması, kendini hiç kimseden üstün görmemesi, ölünceye kadar dünyâya meyletmemesidir. Haccının kabûl olmadığının alâmeti de, hacdan döndüğünde evvelki hâli üzere bulunmasıdır. (Ali Havvâs)

Hacc-ı Asgar:Ömre. Hac zamânı olan beş günden (Arefe günü ile dört bayram günlerinden) başka senenin her günü ihrâm (dikişsiz elbise) ile Mekke'ye gelip, Kâbe'yi tavâf (etrâfında yedi kere dolaşmak), sa'y yapmak (Safâ ve Merve tepeleri arasında gidip gelmek) ve t raş olmak.

Hacc-ı Ekber:Farz olan hac.
Hacca giden müslümanların hacı olabilmeleri için şartlarını yerine getirmeleri lâzımdır. Arefe günü Cumâ'ya rastlarsa yetmiş hac sevâbı meydana gelir. Halk arasında buna hacc-ı ekber deniliyor. Bu söz doğru değildir. Hacc-ı ekber farz olan hacdır. (İbn-i Âbidîn)

Hacc-ı İfrâd:İhrâma girerken, yalnız hacca niyet edilerek yapılan hac. Bu haccı yapana müfrid hacı denilir.
Mekke'de oturanlar yalnız ifrâd haccı yaparlar. Hacc-ı ifrâd, fazîlet bakımından temettu' haccından aşağıdadır. (M. Mevkûfâtî)

Hacc-ı Kıran:Hac ile ömreye birlikte niyet ederek ihrâm giyip, ömrenin vazîfelerini yaptıktan sonra ihrâmını (hac elbisesini) çıkarmayarak aynı elbise ile hac vazîfelerini de yapmak. Bu haccı yapana kârin hacı denilir.
Hacc-ı kıran'a niyet şöyle yapılır: "Yâ Rabbî! Ömre ile haccı berâber edâ etmeye niyet ettim. Onları bana kolaylaştır ve benden kabûl et." (Saidüddîn Fergânî)
Hacc-ı kıran sevâbı, hacc-ı ifrâd ve hacc-ı temettu'dan çoktur. (İbn-i Âbidîn)

Hacc-ı Mebrûr:Şartlarına dikkat edilerek hiç günâh işlemeden yapılan ve kabûl olan hac.
Hacc-ı mebrûr yapanın dünyâya yeni gelmiş gibi, günâhları affolur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Amellerin en hayırlısı; Allahü teâlâya îmân etmek, cihâd etmek ve hacc-ı mebrûrdur. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)
Hacc-ı mebrûr, kazâya kalmış farzlardan (vaktinde kılınmamış, sonraya bırakılmış namaz, oruç, zekât) ve kul haklarından başka günâhların affına sebeb olur. (Hâdimî)

Hacc-ı Temettû':Hac mevsiminde (Şevvâl, Zilkâde, Zilhicce aylarında) önce ömre için niyet edilerek ihrâma girilip ömre yapıldıktan sonra memleketine dönmeyerek, yeniden ihrâma girip hac yapmak. Bu haccı yapana mütemetti hacı denir.
Hacc-ı temettû' sevâbı ifrâd hacdan çoktur. (İbn-i Âbidîn)

Hâccü'l-Haremeyn:Hac farîzasını yaptıktan sonra Medîne'ye gelip kabr-i saâdeti de ziyâret eden hacı. Çün rûz-ı ezel kısmet olmuş bize devlet Takdîre rızâ vermeyesin buna sebeb ne Hâccü'l-haremeynim diye dâvâlar çekersin Ya saltanat-ı dünyâ için bunca talep ne! (İkinci Bâyezîd Han-ı Adlî)

HACÂMAT:Hacâmat bıçağı denilen bir âletle, vücûdun deriye yakın damarlarını keserek kan alma. Kan almaya fasd da denir.
Bütün meleklerden işittim ki, ümmetine söyle hacâmat yaptırsınlar, dediler. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Arabî ayın on yedinci veya on dokuzuncu veya yirmi birinci günleri hacâmat olunuz. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Kan aldırmak sünnettir. Peygamber efendimiz her ay hacâmat olurdu. (Zehebî)

HACB:İslâm mîrâs hukûkunda bir vârisi (hisse sâhibini) diğer bir vârisin bulunmasından dolayı kısmen veya tamâmen mîrastan menetmek. Bir vârisi mîrâstan kısmen (payının azalması şekliyle) mahrûm etmeğe hacb-i noksan, mîrastan hiç alamamak şeklinde mahrûm etmeğe hacb-i hirman denir.
Erkek vârislerden oğul, baba, zevc (koca) ile kadınlardan kız, ana, zevce (hanım); yâni bu altı kimse hacb-i noksan ile payları düşebilirse de tamâmen mîrastan mahrûm olmazlar. (Muhammed Mevkûfâtî)

HÂCE:Müderris, hoca, efendi mânâsına ilim sâhibi kimselere verilen Farsça bir ünvan.
Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr buyurdu ki: Bütün iyi hâlleri ve buluşları bize verseler, fakat Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını kalbimize yerleştirmeseler, hâlimi harâb, istikbâlimi (geleceğimi) karanlık bilirim. Eğer bütün harâblıkları ve çirkinlikleri ve rseler ve kalbimizi Ehl-i sünnet îtikâdı ile süsleseler hiç üzülmem. (İmâm-ı Rabbânî)

Hâce-i Âlem:Âlemin, kâinâtın mürşidi, rehberi, yol göstericisi mânâsına Resûlullah efendimize mahsûs bir ünvan.
Hâce-i âlem, gelmiş ve gelecek, yaratılmış ve yaratılacak olanların en üstünü, en iyisidir. (İmâm-ı Gazâlî)

Hâce-i Kâinât:Hâce-i âlem.

HÂCEGÂN YOLU:Daha çok nübüvvet kemâlâtına (olgunluklarına, üstünlüklerine) kavuşturan Hazret-i Ebû Bekir'den gelen yolun, Yusuf-ı Hemedânî hazretlerinden îtibâren aldığı isim. Bu yol sonradan Nakşibendiyye adını almıştır.
Hâcegân yolunun büyüklerinden Abdülhâlik Goncdüvânî hazretleri vasiyetnâmesinde buyuruyor ki: Her hâlinde ilim, edeb ve takvâ üzere ol, İslâm âlimlerinin kitaplarını oku. Fıkıh ve hadîs öğren. Câhil tarîkatçılardan sakın, şöhret yapma, şöhrette âfet vardır. Arslandan kaçar gibi câhillerden kaç. Bid'at sâhibi inanışları bozuk olan sapıklar ile ve dünyâya düşkün olanlar ile arkadaşlık etme. (Mevlânâ Sâfî)

HACER-ÜL-ESVED:Kâbe-i muazzamanın doğu köşesinde bir buçuk metre kadar yükseklikte bulunan ve Cennet yâkutlarından olan parlak, siyah taş.
İbrâhim aleyhisselâm ile oğlu İsmâil aleyhisselâmın birlikte Kâbe'yi inşâ ettikleri sırada, melekler taş getirerek İsmâil aleyhisselâma yardım ettiler. Sıra Hacer-ül-esvede gelince, İbrâhim aleyhisselâm; "Ey İsmâil! İyi bir taş getir ki, hacılara işâ ret olsun" buyurdu. İsmâil aleyhisselâm bir taş getirdi. İbrâhim aleyhisselâm; "Bundan daha iyi bir taş getir" buyurunca; Ebû Kubeys dağından; "Cebrâil aleyhisselâm, tûfanda bana bir taş emânet etti. Gel onu al!" diye bir ses işitti. Bunun üzerine Hacer-ül-esved taşı Ebû Kubeys dağından alınıp, Kâbe'deki yerine yerleştirildi. (Azrakî)
Hazret-i Ömer, Hacer-ül-esved taşına, karşı; "Sen bir şey yapamazsın, fakat Resûlullah'a uyarak seni öpüyorum" dedi. Hazret-i Ali bunu işitince, Resûlullah'ın "Hacer-ül-esved, kıyâmet günü insanlara şefâat eder" buyurduğunu söyledi. Hazret-i Ömer de hazret-i Ali'nin bu sözüne teşekkür etti. (Dâvûd bin Süleymân)
Tavâfa (Kâbe'nin etrâfında dönmeye) Hacer-ül-esvedden başlamak ve burada bitirmek sünnettir. (Zeylâî)

HÂCET NAMAZI:Maddî ve mânevî bir ihtiyaca, dileğe kavuşmak niyeti ile iki ve en fazla on iki rek'at olarak kılınan namaz.
Bir kimsenin Allahü teâlâdan veya benîâdemden (insanoğlundan) bir hâceti olursa, tertemiz bir abdest alsın. Sonra iki rek'at hâcet namazı kılsın. Sonra Allahü teâlâya senâ (hamd) da bulunsun ve Peygambere salevât getirsin... (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Tecnîs ve diğer kitaplarda, hâcet namazının yatsıdan sonra dört rek'at olarak kılınacağı ve bir hadîs-i şerîfe göre ilk rek'atta; bir fâtiha, üç âyet-el-kürsî, kalan üç rek'atin her birinde birer fâtiha, ihlâs ve muavvizeteyn okunacağı, bunlar yapılı rsa, kılınan namaz Kadir gecesinde kılınmış gibi olacağı kaydedilmiştir. (İbn-i Âbidîn)
Üstâdlarımız (hocalarımız); "Biz bu hâcet namazını kıldık ve ihtiyaçlarımız, dileklerimiz görüldü" demişlerdir. (İbn-i Âbidîn)

HÂCI:Hac yapan kimse. (Bkz. Hac)
Hanefî mezhebinde, yalnız Arafat meydanında ve müzdelife'de hâcıların iki namazı cem' etmeleri, birleştirmeleri lâzımdır. (AbdullahMûsulî)
Hamdan Karmat adlı bölücü, sapık Karâmita devletini kurdu. Hâcıları katl etti. Haramlara güzel sanat ismini verdiler. İslâm dîninin kötü huy, fuhş dediği ahlâksızlıklara, moral eğitimi diyerek gençleri felâkete, sefâlete sürüklediler. 983 yılında gad ab-ı ilâhiyyeye yakalanıp yok oldular. (Şehristânî, Nişancızâde)

HÂCİS:Kalbe (gönle) gelen ve hemen gidermek mümkün olan kötü düşünceler.
Kalbe gelen hâcisi melekler yazmaz. Hasenelere (iyi düşüncelere) sevâb yazılır. (Abdülganî Nablüsî)

HAÇ:Birbirini dik olarak kesen iki doğrunun meydana getirdiği, hıristiyanlık dîninin sembolü olarak kabûl edilen şekil. Buna salîb ve istavroz da denir.
İnsanların doğuştan günâhkâr olduğuna inanan hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâmın bu günâhlara keffâret olarak kendini fedâ ettiğini, haça gerilmek sûretiyle öldürüldüğünü kabûl ederler. Îsâ aleyhisselâma yapılan işkencenin, dolayısıyla onu kurtarmanın sembolü olarak kabûl edilen haç ile ilgili yaygın hıristiyan inanışı yanlıştır. (Harputlu İshak Efendi)
Kur'ân-ı kerîm, hazret-i Îsâ'nın haça gerilerek öldürülmediğini, diri olarak göğe çıkarıldığını açıkça haber vermektedir. Dîninden dönerek ufak bir menfaat karşılığı hazret-i Îsâ'yı Romalılara haber veren Yehûdâ, Allahü teâlâ tarafından Îsâ aleyhisse lâmın şekline benzetildi. Romalı askerler. Yehûdâ'yı yakaladılar ve haça gerip öldürdüler. (Rahmetullah Efendi)

HAD:İslâmiyet'te miktârı kesin olarak bildirilen cezâ.
Beş günah için had cezâsı vardır:Zinâ, şarab içmek, alkollü içki ile sarhoş olmak, kazf (iffetli erkek veya kadına zinâ etti diye iftirâda bulunmak), hırsızlık, yol kesicilik. (İbn-i Âbidîn)
Had, günâhın temizlenmesine sebeb olmaz. Günâhtan kurtulmak için ayrıca tövbe etmek de lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

Hadd-ı Bülûğ:Ergenlik çağı; cünüp olup, gusül abdesti almaya başlama zamânı. (Bkz. Sinn-ı Bülûg)

Hadd-i Kazf:İffetli, temiz olan erkek veya kadına zinâ isnâd etmek (zinâ ettiğini söylemek) sebebiyle verilen cezâ.
Kazf (temiz erkek veya kadına zinâ isnâd etmek), İslâm dîninde büyük günâhtır. İki şâhidin haber vermesi veya suçlunun bir kere söylemesi ile sâbit olur, bilinir. Hadd-i kazf, seksen sopa vurmaktır. Hadd-i kazf, kazf olunan kimsenin isteği üzerine ta tbîk edilir.

Hadd-i Sirkat:İslâm hukûkunda başkasının az veya çok malını gizlice, haksız olarak veya rızâsı olmayarak almak sebebiyle verilen cezâ.
Akıllı ve erginlik çağına gelmiş erkek, kadın, köle, efendi, müslüman veya zımmî (müslüman olmayan vatandaş), on dirhem (33 gr. ve 65 santigram) gümüş parayı veya değerinde olan mütekavvim (kıymetli, kullanılması câiz ve mümkün) ve durmakla bozulmaya n bir malı, müslüman veya zımmî olan sâhibinin mülkünden dâr-ül-İslâm'da (müslüman memleketinde), hepsini bir defâda gizlice alırsa ve mal sâhibi de dâvâ ederse, hadd-i sirkat uygulanır ve suçlunun sağ eli bilek mafsalından kesilir. İkinci defâ çalan ın sol ayağı oynak yerinden kesilir. Üçüncüsünde bir yeri daha kesilmeyip, tövbe edinceye kadar hapsedilir. Hırsızlık, çalanın bir kere söylemesi veya iki âdil erkek şâhidin haber vermesi ile belli olur. (İbn-i Âbidîn)
Et, sebze, meyve, süt, odun, ot, kuş, tavuk, kireç, kömür, tuz, saksı, ekmek, her çeşit kitab vb. çalmakla hadd-i sirkat lâzım gelmez. (İbn-i Hümâm)

Hadd-i Zinâ:Akıllı olan, ergenlik çağına gelen ve konuşabilen müslüman veya müslüman olmayan kadın ve erkeğe, dâr-ül-İslâm'da (İslâm memleketinde), tehdîd edilmeden, arzûlariyle, zinâ yaparken yakalandıklarında verilmesi gereken cezâ.
Evli olmayan kimse için hadd-i zinâ, yüz sopa vurulmasıdır. (İbn-i Âbidîn)

HADES:Abdestsizlik veyâ cünüblük hâli.
Hades; küçük hades ve büyük hades olmak üzere ikiye ayrılır. Küçük hades; bevl etmek, herhangi bir yerden kan çıkması ve abdesti bozan diğer durumlarla meydana gelen manevî kirlilik hâlidir. Namaz abdesti almakla temizlenilir. Büyük hades ise, cünübl ük, hayız ve nifas hâlleri ile meydana gelen manevî kirliliktir. Boy abdesti alarak ağızı, burnu ve bütün bedeni yıkamakla ondan temizlenilir. (Mehmed Zihnî Efendi)

Hadesten Tahâret:Namaza başlamadan önce yerine getirilmesi gereken farzlardan biri. Abdesti olmayan kimsenin abdest alması, cünüb olanın, hayız ve nifas hâli sona eren kadının boy abdesti alması.

HÂDÎ (El-Hâdî):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarından dilediğine doğru yolu gösteren, kullarının havâssına (seçilmişlerine) doğrudan insanların avâmına (havâsstan aşağı derecede olanlara) yarattıkları varlıkları vâsıtasıyla kendini tan ıtan yüce Allah.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Rabbin, Hâdîdir, (düşmana karşı) yardımcı olarak yeter. (Furkan sûresi: 31)
Allahü teâlânın isimleri vardır. İsimleri aynı zamanda sıfatlarıdır. Allahü teâlânın Hâdî ve Mudıl (dalâlete götürücü) sıfatları vardır. İnsanlardan bâzılarına Hâdî, bâzılarına Mudıl sıfatı ile tecellî eder. Biz, niye böyle olduğunu anlayamayız. (Abdülhakîm Arvâsî)

HÂDİS:Yaratılmış. Yok iken var, var iken yok olabilir. Sonradan olan.
Âlemin hâdis olduğunu gösteren ikinci bir delil de âlemin her zaman bozularak değişmesidir. (Kemahlı Feyzullah)

HADÎS:Peygamber efendimizin mübârek sözleri, işleri ve görüp de mani olmadıkları şeyler.
Uydurduğu bir süzü, hadîs olarak söyleyen kimse, Cehennem'de azâb görecektir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Hadîs-i şerîfleri, sahîh (doğru) veya bozuk olduğunu bilmeden söylemek, sahîh olsa bile, günâh olur. Böyle kimsenin hadîs-i şerîf okuması câiz olmaz. Hadîs kitablarından hadîs nakletmek için hadîs âlimlerinden icâzet (diploma) almış olmak lâzımdır. (Muhammed Hâdimî)
İmâm-ı Buhârî'nin rivâyet ettiği (naklettiği, bildirdiği) bir hadîs-i şerîfte şöyle buyruldu: İçinizde en sevdiğim kimse, huyu en güzel olandır. Bir kimse ki, Kur'ândan, hadîsten anlamaz, Cevâb vermemek gibi, ona cevâb bulunmaz.
(Şeyh Sa'dî)

Hadîs Âlimi:Hadîs-i şerîf sahasında mütehassıs kimse.

Hadîs-i Âhâd:Hep bir kimse tarafından rivâyet edilen, bildirilen, müsned-i muttasıl (Resûlullah efendimize varıncaya kadar, rivâyet edenlerden yâni nakledenlerden hiçbiri noksan olmayan) hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i Âmm:Herkes için söylenmiş hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i Cibrîl:Peygamber efendimiz Eshâbı (arkadaşları) ile otururlarken, Cebrâil aleyhisselâmın insan sûretinde gelip; İslâm'ı, îmânı ve ihsânı sorduğunda Resûlullah efendimizin verdiği cevabları bildiren hadîs-i şerîf.
Cibrîl hadîsinde o zât-ı şerîf (Cebrâil aleyhisselâm) ellerini Resûl-i ekremin mübârek dizleri üzerine koydu ve Resûlullah'a; "Yâ Resûlallah! Bana İslâmiyet'i, müslümanlığı anlat" dedi. Resûl-i ekrem buyurdu ki: " İslâm'ın şartları; kelime-i şehâdet getirmek, vakti gelince namaz kılmak, malının zekâtını vermek, Ramazân-ı şerîf ayında her gün oruç tutmak ve gücü yetenin, ömründe bir kerre hac etmesidir."
Îmânın şartlarını sorduğunda; "Allahü teâlâya inanmak, O'nun meleklerine inanmak, indirdiği kitablarına inanmak, peygamberlerine inanmak, âhiret gününe inanmak, kadere, hayr ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır" buyurdu.
"İhsân nedir? diye sorduğunda da; "Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etmendir. Sen O'nu görmüyorsan da, O seni görür" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

Hadîs-i Garîb:Yalnız bir kişinin bildirdiği sahîh hadîs. Yahut, aradaki râvîlerden (nakledenlerden) birine, bir hadîs âliminin muhâlefet ettiği hadîs.
Saûd, ateşten bir dağdır. Bu dağda ebedî (sonsuz) olarak, kâfire yetmiş sene çıkış ve o kadar sene de iniş yaptırılacaktır. Bu hadîs, hadîs-i garîbdir. (Tirmizî)

Hadîs-i Hâs:Bir kimse için söylenmiş hadîs-i şerîfler.
Her ümmetin bir emîni vardır. Ey ümmetim! Bizim emînimiz de Ebû Ubeyde bin Cerrâh'tır. Bu hadîs, hadîs-i hâstır. (Sahîh-i Müslim)

Hadîs-i Hasen:Bildirenler (râvîler) sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olmakla beraber hâfızası, anlayışı sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîfler.
YüceAllah, can boğaza gelmedikçe, (îmânlı) kulunun tövbesini kabûl eder. Bu hadîsi Tirmîzî rivâyet etmiş ve; "Bu hadîs, hadîs-i hasendir" demiştir. (Hadîs-i şerîf-Riyâzü's-Sâlihîn)

Hadîs-i Kavî:Resûlullah efendimizin, söyledikten sonra, peşinden bir âyet-i kerîme okuduğu hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i Kudsî:Mânâsı, Allahü teâlâ tarafından, kelimeleri ise, Resûl-i ekrem sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından olan hadîs-i şerîfler. Hadîs-i kudsîleri söylerken, Peygamber efendimizi bir nûr kaplardı ve bu, hâlinden belli olurdu. (Abdülhak Dehlevî)
Hak teâlâ, hadîs-i kudsîde buyurdu ki:
Kulum bana, farz namazda olduğu kadar, hiçbir amel ile yakın olamaz. (Buhârî)
Lâ ilâhe illallah kal'amdır. Bunu okuyan kal'ama girmiş olur.Kal'ama giren de azâbımdan emin olur, kurtulur. (Seâdet-i Ebediyye)

Hadîs-i Maktû':Söyleyenleri (râvîleri), Tâbiîn-i kirâmakadar bilinip, Tâbiîn'den rivâyet olunan hadîs-i şerîfler.
Tâbiîn'den rivâyet edilen, bildirilen maktû' hadîslerin sonraki râvîleri (nakledenleri) Ehl-i sünnet âlimlerinden iseler, bunlar hakîkaten hadîs-i maktû'dur. Mevdû sanmamalıdır. (İbn-i Kudâme-Buhârî)

Hadîs-i Mensûh:Peygamber efendimiz tarafından ilk zamanda söylenip, sonra değiştirilen hadîsler.

Hadîs-i Merdûd:Mânâsı olmayan ve rivâyet şartlarını taşımayan söz.

Hadîs-i Meşhûr:İlk zamanda bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin Resûl-i ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i meşhûra inanmayan kâfir olur. (İbn-i Âbidîn)

Hadîs-i Mevdû:Bir hadîs imâmının şartlarına uymayan hadîs-i şerîfler.
Bir müctehid (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlim), bir hadîsin sahîh (doğru) olması için, lüzûm gördüğü şartları taşımıyan bir hadîs için; "Benim mezhebimin usûlünün kâidelerine göre mevdûdur" der. Yoksa; "Resûlullah'ın sallallah ü aleyhi ve sellem sözü değildir" demez. (Dâvûd-ül-Karsî)

Hadîs-i Mevkûf:Eshâb-ı kirâma kadar râvîleri (nakledenleri) hep bildirilip, sahâbî olan râvînin, Resûl-i ekremden işittim demeyip, böyle buyurmuş dediği hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i Mevsûl:Sahâbînin (Resûlullah efendimizin arkadaşları); "Resûlullah'tan işittim, böyle buyurdu" diyerek haber verdiği hadîs-i şerîfler. Bunda, Resûl-i ekreme kadar rivâyet edenlerin hiç birinde kesinti olmaz.

Hadîs-i Muddarib:Kitab yazanlara, çeşitli yollardan, birbirine uymayan şekilde bildirilen hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i Muhkem:Te'vîle (yoruma, açıklamağa) muhtaç olmayan hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i Mu'allak:Baştan bir veya birkaç râvîsi(rivâyet edeni, nakledeni) veya hiçbir râvîsi belli olmayan hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i Munfasıl:Aradaki râvîlerden (nakledenlerden), birden ziyâdesi (fazlası) unutulmuş olan hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i Müfterâ:Müseylemet-ül-Kezzâb'ın ve ondan sonra gelen münâfıkların (kalbiyle inanmayıp, sözleriyle inandık diyenlerin), zındıkların (kâfirlerin), müslüman görünen dinsizlerin uydurma sözleri.
Ehl-i sünnet âlimleri (Resûlullah efendimiz, dört halîfesinin ve ashâbının arkadaşlarının yolunda olan âlimler), müfterâ hadîsleri aramış, bulmuş ve ayırmışlardır. Din büyüklerinin kitablarında böyle sözlerden hiçbiri yoktur.

Hadîs-i Mürsel:Sahâbe-i kirâmın ismi söylenmeyip, Tâbiîn'den (Sahâbeyi görenlerden) birinin, doğruca Resûl-i ekrem buyurdu ki dediği hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i Müsned-i Münkatı':Sahâbîden başka bir veya birkaç râvîsi (nakledeni) bildirilmeyen hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i Müsned-i Muttasıl:Peygamber efendimize kadar râvîlerden (nakledenlerden) hiçbiri noksan olmayan hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i Müstefîz (Müstefîd):Söyleyenleri üçten çok olan hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i Müteşâbîh:Te'vîle (açıklamaya, yorumlamaya) muhtâç olan hadîs-i şerîfler.

Hadîs-i Mütevâtir:Bir çok Sahâbînin Peygamber efendimizden ve başka bir çok kimsenin de bunlardan işittiği ve kitâba yazılıncaya kadar, böyle pek çok kimsenin haber verdiği hadîs-i şerîfler. Mütevâtir hadîsleri rivâyet edenlerin yalan üzerinde sözbirliği yapmaları müm kün değildir. Hadîs-i mütevâtire muhakkak inanmak ve bildirilenleri yapmak lâzımdır. İnanmayan kâfir olur, îmânı gider. (İbn-i Âbidîn)

Hadîs-i Nâsih:Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, son zamanlarında söyleyip, önceki hükümleri değiştiren hadîs-i şerîfleri.

Hadîs-i Sahîh:Âdil ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, müsned-i muttasıl (Resûl-i ekreme kadar, rivâyet edenlerin hepsi tam olup noksan bulunmayan), mütevâtir (bir çok sahâbînin rivâyet ettiği) ve meşhûr (önceleri bir kişi bildirmişken, sonraları şöhret bu lan) hadîsler.

Hadîs-i Şâz:Bir kimsenin, bir hadîs âliminden işittim dediği hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i şâzlar kabûl edilir, fakat sened (vesîka) olamazlar. Âlim denilen kimse meşhûr bir zât değilse, kabûl olunmazlar.

Hadîs-i Zaîf:Sahîh ve hasen olmayan hadîs-i şerîfler.Zaîf hadîsi bildirenlerden birinin hâfızası, adâleti gevşek olur veya îtikâdında (inancında) şübhe bulunur. Zaîf hadîslere göre fazla ibâdet yapılır; fakat ictihâdda bunlara dayanılmaz.

Hadîs İmâmı:Üç yüz binden çok hadîs-i şerîfi, râvîleri (rivâyet edenleri, nakledenleri) ile birlikte bilen büyük hadis âlimi. Buna, hadîs müctehidi de denir.
Hadîs imâmlarının en büyüklerinden olan İmâm-ı Buhârî'nin rivâyet ettiği (naklettiği) bir hadîs-i şerîf şöyledir:
Müslüman, müslümanın (din) kardeşidir. Müslüman, kardeşine zulmetmez ve onu düşman eline vermez (himâye eder, korur). Her kim müslüman kardeşinin yardımında bulunur ve onun ihtiyâcını te'min ederse, Allah da ona yardım eder. Her kim, bir müslümanın sıkıntılarından birini giderirse, cenâb-ı Hak buna mukâbil (karşılık), ondan kıyâmet sıkıntılarından birini giderir. Her kim, bir müslümanın aybını (kusûrunu) örterse Allahü teâlâ âhirette onun (kusur) ve kabâhatlerini örter.
Hadîs imâmlarından İmâm-ı Müslim'in rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf ise şöyledir:
Herhangi bir müslümanın başına; yorgunluk, hastalık, düşünce, keder, acı, diken batmasına kadar, her ne gelirse, Allahü teâlâ bunları; o müslümanın hatâlarına keffâret kılar.

Hadîs-i Nefs:Kalbe gelip de, yapmakla yapmamak arasında tereddüde sebeb olan düşünce.
Kalbe gelen düşünce beş derecedir: Birincisi, kalbde durmaz, uzaklaştırılır. Buna hâcis denir. İkincisi kalbde bir zaman kalır. Buna hâtır denir. Üçüncüsü, hadîs-i nefstir. Dördüncüsü, yapılması tercîh edilir. Buna hemm denir. Beşinci derecede bu ter cîh kuvvetlenip, karar verilir. Buna azm ve cezm denir. İlk üç dereceyi melekler yazmaz. Hemm, hasene (iyilik) ise yazılır. Seyyie yâni kötülük ve günah ise, terk edilince, sevâb yazılır. Azm olursa, bir günah yazılır. İşlenmezse bu da affolur. (Abdülganî Nablüsî)

HADSÎ:Zihnin sür'atli fakat doğru bir şekilde netîceye ulaşması ile bilinen şey.
Güneşe olan yakınlık ve uzaklığına göre, ayın ışığının değişmesi, azalıp çoğalması, aralarına dünyânın girmesiyle kararmasından, ayın, ışığını güneşten aldığının bilinmesi hadsîdir. (Molla Fenârî)
Tasavvuf büyüklerinin eserden (yapılan işten) müessiri (bu işi yapanı, yaratıcıyı) anlamaları hadsîdir. Hattâ bedîhîdir yâni meydandadır, apaçıktır. Diğer insanların, eseri görüp, müessiri anlıyabilmeleri ise, düşünmekle, incelemekle olur. (Ahmed Fârûkî)
Allahü teâlâdan başkasının ibâdete hakkı olmadığı meydandadır. Hattâ hadsîdir. Bir kimse, ibâdetin mânâsını iyi anlasa ve Allahü teâlânın sıfatlarını iyi düşünse, O'ndan başkasının ibâdete hakkı olmadığını hemen bilir. (Ahmed Fârûkî)

HAFAZA MELEKLERİ:Koruyucu melekler, her insanın hayır (iyi) ve şer (kötü) işlerini yazan; ikisi gece, ikisi gündüz gelen ve kötülüklerden ve cinlerden koruyan melekler. Bunlara Kirâmen kâtibîn melekleri diyenler olduğu gibi, onlardan başka olduğunu söyleyenler de olm uştur. (Bkz. Kirâmen Kâtibîn)
Hafaza melekleri, insandan yalnız cimâda ve helâda ayrılırlar. (İmâm-ı Birgivî, Kâdızâde)

HÂFİD (El-Hâfid):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kıyâmet günü, yâni öldükten sonra mahlûkât (yaratılmışlar) diriltilip, herkes dünyâda iken yaptığının hesâbını verirken, kâfirleri ve kötü kimseleri en aşağı seviyeye indiren, huzûrunda düşmanl arının başlarını aşağı eğdiren.
El-Hâfid ism-i şerîfini söyliyen zararlardan korunmuş olur. (Yûsuf Nebhânî)

HÂFIZ:Hıfz eden, ezberleyen. Râvileriyle (rivâyet edenlerle) birlikte yüz bin hadîs-i şerîfi ezbere bilen hadîs âlimi.
Kur'ân-ı kerîmi ezberleyene hâfız denmez, kârî denir. Bugün hadîs-i şerîfleri ezbere bilen bulunmadığı için, kârî yerine, yanlış olarak hâfız denmektedir. (Muhammed Tâhir)

Hâfız-ı Kur'ân:Kur'ân-ı kerîmi ezbere bilen. (Bkz. Kârî)
İslâmiyet her tarafa yayılacaktır. Hattâ, İslâm tâcirleri, ticâret için büyük denizlerde serbest yolculuk yapacaklar ve gâzilerin atları başka memleketlere yayılacaktır. Sonra, hâfız-ı Kur'ân olan kimseler çıkacak, benden daha iyi okuyan var mı? Benden daha çok bilen var mı? diyeceklerdir. Cehennem'in odunları bunlardır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hâfız-ı Kur'ân pazarlık etmeden, Allah rızâsı için hatm, cüz veya mevlid okursa, okutanın hediye ettiğini alması câiz olur. Îtirâz ederse aldığı harâm olur. (Muhammed Hâdimî)

HÂFIZA:Hıfz etme (ezberleme) ve hatırda tutma kuvveti. His organları ile duyulmayan fakat duyulanlardan çıkarılan mânâları saklayan mânevî duygu merkezlerinden biri.
Hocam Vekî'e hâfızamın zayıflığından şikâyet ettim. Günâhları terketmemi söyledi. (İmâm-ı Şâfiî)
Az yemek yiyenin bedeni kuvvetli, kalbi nûrlu, hâfızası kuvvetli olur. Geçimi kolay olur, işlerinde lezzet bulur. Allahü teâlâyı çok anmış olur. Âhireti düşünür, ibâdetten aldığı lezzet her şeyde isâbeti (doğruyu bulması) ve irşâdı (yol göstermesi) ç ok, ahirette hesâbı kolay olur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

HAFÎ:Gizli, kapalı.
1. Usûl-i fıkıh ilminde, mânâsı açık olduğu hâlde söyleyenin maksadını ifâde etme husûsunda kapalı, gizli söz.
"Kâtil mîrâsçı olamaz" hadîs-i şerîfinde kâtil lafzı hafîdir. Bu kelimenin, kasten bilerek adam öldürenin mîrâsçı olamıyacağı husûsunda mânâsı açık olduğu hâlde, hatâ ile öldürenin de bu hükmün altına girip girmediği husûsunda kapalıdır. Bu kapalılık sebebiyle âlimler bu konuda farklı hükümler bildirmişlerdir. (Serahsî)
Mâide sûresinin otuz sekizinci âyet-i kerîmesinde hırsıza verilecek cezâdan bahsedilmektedir. Âyet-i kerîmedeki sârık (hırsız) kelimesi hafîdir. Çünkü tarrâr (yankesici) ve nebbâşı (kefen soyucuyu) da içerisine aldığı hususunda kapalıdır. Bunun için, âlimler, âyet-i kerîmede hırsıza verilecek cezânın, yankesiciye de verileceğinde sözbirliği ettikleri halde, kefen soyucu hakkında ihtilâf etmişler, farklı hükümler bildirmişlerdir. (Serahsî, Molla Hüsrev)
2. Tasavvufta âlem-i kebîrdeki beş latîfeden biri.
Kalb, rûh, sır, hafî ve ahfâ latîfelerinin asılları, kökleri âlem-i kebîrdedir. İnsanın dışındaki varlıklara "âlem-i kebîr" denir. (İmâm-ı Rabbânî)

Hafî Okumak:Namazda sessiz okumak. İmâmın öğlen, ikindi ve üç ve dört rek'atlı namazların üç ve dördüncü rek'atlarında sessiz okuması.
Hafî okunacak yerde cehrî (açık), cehrî okunacak yerde hafî okunursa secde-i sehiv lâzım olur. (Halebî)

HAFÎF İKRÂH:Şiddetli olmayan zorlama. Canın veya uzvun telefine yol açmayan, yalnız acı ve eleme sebeb olacak derecedeki dövme ve hapsetme gibi şeylerle yapılan zorlama. (Bkz. İkrâh)
Hafif ikrâh karşısında kalan kimsenin riyâ yâni gösteriş yapması câiz değildir. (Muhammed Hâdimî)

HAFİF NECÂSET:Eti yenen dört ayaklı hayvanların bevli (idrarı) ve eti yenmeyen kuşların pisliği.
Hafif necâsetlerden bir uzva veya elbisenin bir kısmına bulaşınca bu kısım veya uzvun dörtte biri kadarı namaza zarar vermez. (İbn-i Âbidîn)

HAFÎF-ÜL-HÂZ:Zevcesi (hanımı) ve çocuğu olmayan.
İki yüz yılından sonra, sizin en iyiniz, hafîf-ül-hâz olandır. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Hicretten (Resûlullah efendimizin Mekke'den Medîne'ye göç etmesinden) iki yüz sene sonra gelenler arasında bulunan; Bişr-i Hâfi, Bâyezîd-i Bistâmî ve Ebü'l-Hüseyn Nûrî gibi büyük âlimler hafîf-ül-hâz idiler. (Saîdüddîn Fergânî)

HAHAM:Yahûdî din adamı.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Muhakkak ki; hahamlardan ve râhiplerden bir çoğu, bâtıl sebeplerle, insanların mallarını yerler ve onları Allah'ın yolundan alıkorlar. Altını ve gümüşü yığıp ve biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlara pek acıklı bir azâbı müjdele. (Tevbe sûresi: 34)
Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma Tevrât kitabını (yazılı emirleri) verdiği gibi, bâzı ilimleri yâni sözlü emirleri de verdi. Mûsâ aleyhisselâm bu ilimleri Hârûn ve Yûşâ (aleyhimesselâma) bildirdi. Bunlar da kendilerinden sonra gelen peygamberlere bild irdiler. Bu bilgiler nesilden nesile yâni hahamlardan hahamlara nakledildi. Bunlara zamanla yahûdîlerin âdetleri, kânun müesseseleri, hahamların bir mevzûdaki tartışmaları ve şahsî görüşleri de karıştırıldı. Böylece hahamların şahsî görüş ve münâkaşalarını ifâde eden bilgiler yahûdî kitablarına girdi. Yahûdî hahamlarından Akilos bunları topladı ve kısımlara ayırdı. Talebesi haham Meir bunlara ilâveler yaparak basitleştirdi. Daha sonraki hahamlar bu rivâyetlerin te'lifi (birleştirilmesi) ve topla nması için çeşitli usûller ve şartlar koydular. Böylece pekçok rivâyetler ve kitaplar ortaya çıktı. (Harputlu İshâk Efendi)

HÂİD:Hayız (âdet) gören kadın. (Bkz. Hayz)

HÂİN:Birine kendini emin (güvenilir) tanıttıktan sonra o emniyeti, güveni bozacak iş yapan. Eminin zıddı.
Cimriler, hîlekârlar (aldatıcılar), hâinler ve kötü huylu insanlar Cennet'e giremezler. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Tirmizî)
Ümmetim belki her günâhı işleyebilir ama, yalan söyliyemez ve hâinlik yapamaz. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Kibri, hâinliği ve kul borcu olmayan mü'min hesabsız Cennet'e girecektir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İki günahtan çok kork! Birisi emrinde olan insanlara zulmetme! En büyük zulm, onların İslâm bilgilerini öğrenmelerine, ibâdet yapmalarına mâni olmaktır. İkincisi din ve dünyâ yolunda hâin olma! Her günahtan kork! Bir kimse, bir günah işlemek istese, fakat Allahü teâlâdan korkarak ondan vazgeçse, Hak teâlâ o kimseye Cennet-i a'lâda bir köşk ihsân eder.Bir müslüman sana zarar verirse sen ona iyilik et! Hiç kimsenin ayıblarını yüzüne vurma. (Süleymân bin Cezâ)

HAK (El-Hakk):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Vâcib-ül-vücûd yâni varlığı lâzım olan, hiç yok olmayan, dâimâ var olan ve kendisinden başkası yaratmaya lâyık olmayan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
...Allah, Hak'dır. (Müşriklerin) Allahü teâlâdan başka taptıkları bâtıldır (yok olucudur). (Hac sûresi: 62)
Her gün el-Hak ism-i şerîfini bin defâ söyliyenin huyu ve ahlâkı güzelleşir. (Yûsuf Nebhânî) Hak şerleri hayr eyler, Zannetme ki gayr eyler, Mevlâ görelim n'eyler, N'eylerse güzel eyler.
(İbrâhim Hakkı Erzurûmî) Aklın varsa ey kardeşim Hakkı sevmek olsun işin Aşk tadını tatmıyanın Kalbi temiz olmaz imiş.
(M. Sıddîk bin Saîd)
2. İslâmiyet.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Hak gelince, bâtıl (şirk, puta tapmak) gider. Bâtıl, her zaman gidicidir. (İsrâ sûresi: 81)
3. Gerçek, doğru.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Cennet ehli (Cennet'e girince) Cehennem ehline; "Biz Rabbimizin bize vâdettiğini (sevâbı) hak bulduk. Siz de Rabbimizin size vâdettiğini (azâbı) hak buldunuz mu? diye seslenir. (Onlar da) evet derler. (A'râf sûresi: 44)
Ölüm haktır, kabr haktır. Kabirde, Münker ve Nekir denilen iki meleğin meyyite (ölüye) suâl sorması haktır. Haşr (kabrden kalkıp Arasât meydanında hesâb vermek için toplanmak) haktır. Neşr haktır. Dünyâda yapılan amellerin işlerin hesâbını vermek hak tır. Amellerin tartılması haktır. Cehennem üzerinde bulunan ve üzerinden geçilecek, Sırat denilen köprü haktır. Cennet'in mü'minler (inananlar) için, Cehennem'in de kâfirler için olduğu haktır. (Nesefî)
4. Alacak.
Bir kimse, peygamberlerin alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vesselâm yaptığı ibâdetleri yapsa, fakat üzerinde başkasının bir kuruş hakkı bulunsa, bu bir kuruşu ödemedikçe, Cennet'e giremeyeceği bildirilmiştir. (İmâm-ı Rabbânî)
5. Pay, hisse.
Bâyi' (satıcı)den başka bir kimsenin hakkı bulunan bir malın satılması, o kimsenin izin vermesine bağlıdır. Yâni izin vermezse müşteri (alıcı) o mala mâlik, sâhib olamaz. (İbn-i Âbidîn)
6. Hâtır, hürmet.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Allahümme innî es'elüke bilhakkıssâ'ilîne aleyke" yâni; "Yâ Rabbî! Senden isteyip de verdiğin kimselerin hakkı için, senden istiyorum, derdi ve böyle duâ ediniz!" buyururdu. (İbn-i Mâce) Yâ ilâhî ol Muhammed hakkı çün Ol şefâat kânı Ahmed hakkı çün Biz âsî mücrim kulları Yarlığayûb günâhlardan berî Kabrimiz îmân ile pür nûr kıl Mûnis-i gılmân ile hem hûr kıl.
(Süleymân Çelebi)
7) İnsanın yapması lâzım gelen şey.
Müslümanın müslüman üzerine beş hakkı vardır: Selâmına cevap vermek, hastalığında arayıp sormak, cenâzesinde bulunmak, dâvetine gitmek, aksırıp elhamdülillah deyince, yerhamükellah diye karşılık vermek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)

Hak Teâlâ:Yüce Allah. Allah celle celâlühü. (Bkz. Allah) Hak teâlâ, intikâmın kul eli ile alır İlm-i hâli bilmiyenler, onu kul yaptı sanır.
(M. Sıddîk bin Saîd)

Hakk-ul-Yakîn:Bir şeyin hakîkatine kavuşma, mâhiyetine erişme, bulma, tatma. Allahü teâlânın beğendiği ahlâk ile ahlâklanıp, kalb gözünün açılması ve mânevî perdelerin kaldırılması neticesinde elde edilen kesin ilim, bilgi.
Evliyânın çoğu, ancak öldükten sonra hakk-ul-yakîn makâmına varmaktadır. Bu dünyâ hayâtında hayâlden kurtulmak imkânsızdır. Evliyânın büyüklerinden, pek az seçilmişleri, bu dünyâ hayâtında iken, bu devlete erdirmekle şereflendirirler. Dünyâda oldukla rı hâlde, bilgilerine hayal karışmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
İlmi ve ameli şerîat gösterir. İlmin ve amelin rûhu ve kökü gibi olan ihlâsı (her şeyi Allah için yapabilmeyi) elde etmek için tasavvuf yolunda ilerlemek lâzımdır. Güçlükle ve çalışarak ele geçen ihlâs devamlı olmaz. Sonra kalbe nefsin arzuları gelir . Zahmet çekmeden ele geçen ihlâs devamlıdır. Zahmet çekerek elde edilen, devâmsız ihlâsın sâhiplerine muhlis denir. Devâmlı ihlâs sâhiplerine muhlas denir. Muhlas olana ibâdet yapmak, tatlı ve kolay olur. Çünkü bunlarda nefislerinin arzusu ve şeytanın vesvesesi kalmamıştır. Böyle bir ihlâs, insanın kalbine ancak bir velînin kalbinden gelir. Bu ihlâs ile insan hakk-ul-yakîn mertebesine kavuşur. (İmâm-ı Rabbânî)

HAKEM (El-Hakem):
1. İki tarafın, hükmüne rızâ göstermek için seçtikleri kimse. Haklı ile haksızın ayrılmasında aracılık eden kimse.
Resûlullah efendimiz otuz beş yaşındayken yağmur ve seller Kâbe'nin duvarlarını iyice yıpratmıştı. Bu sebeble Kureyş kabîlesi Kâbe'yi yeniden inşâ eyledi. Ancak kabîleler, Hacer-ül-Esved'i yerine koymak husûsunda anlaşamadılar. Aralarında neredeyse s avaş çıkacaktı. Bunun üzerine yaşlı bir zât; "Ey Kureyş topluluğu! Anlaşamadığınız iş hakkında hüküm vermek üzere, şu kapıdan ilk girecek zâtı aranızda hakem yapın" diyerek, Benî Şeybe kapısını gösterdi. Orada bulunanlar teklifi kabûl ettiler. Nihâye t kapıdan; doğruluğunu, üstün ahlâkını her zaman taktîr ettikleri ve el-Emîn (Güvenilir, itimada layık) dedikleri Muhammed aleyhisselâmın geldiğini gördüler ve O'na durumu anlattılar. Peygamber efendimiz yere bir örtü serip Hacer-ül-Esved'i üzerine koydu. Sonra her kabîleden bir kişiye bir ucundan tutturup taşı konulacağı yere kadar kaldırttı ve kucaklayıp yerine koydu. Böylece çıkmak üzere olan çarpışmanın önüne geçerek herkesi memnun etti. (İbn-i Hişâm)
2. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından; hükmedici, hak ile bâtılı ayırıcı.

HAKÎKAT:
1. Bir lafzın (sözün) asıl mânâsı.
Aslan denilince, bilinen yırtıcı hayvan kastedilir, bu mânâda kullanılırsa, hakikat olur, cesur insan mânâsında kullanılırsa, mecâz yâni hakîkî mânâsının dışında kullanılmış olur. (Molla Hüsrev)
2. Gerçek.
Fizik ve kimyâ reaksiyonlarında maddenin yok olmadığı bugün kesin olarak bilinmektedir. Lavoisier adındaki Fransız kimyâgeri; "Kimyâ tepkimelerinde, madde gayb olmaz ve yoktan meydana gelmez." hakîkatini tecrübe ile isbat etmiş ise de, her şeyin kimy â tepkimesi, kimyâ kânunu ile yapıldığını zan ederek; "Tabiatta bir şey yaratılmaz ve hiçbir şey yok edilemez" demiştir. Bugün, yeni keşf edilen çekirdek olayları, nükleer reaksiyonlar, maddenin enerjiye döndüğünü, yok olduğunu, Lavoisier'in aldanmış olduğunu göstermektedir. (M. Sıddîk bin Saîd) Alan sensin veren sensin kılan sen, Ne verdinse odur dahi nemiz var. Hakîkat üzre anlayıp bilen sen, Ne verdinse odur dahi nemiz var.
(Azîz Mahmûd Hüdâyî)
3. Kötülüklerin kalbden tekellüfsüzce, zorlanmadan gitmesinin gerçekleşmesi, fenâ(Allahü teâlâdan başka her şeyi unutma) mertebesi.
Tarîkat ve hakîkatten maksat, ihlâsı (her şeyi Allahü teâlânın rızâsı için yapma hâlini) elde etmektir. (İmâm-ı Rabbânî)
Şerîatin (dînin) emirlerini yapmak, tarîkatin ve hakîkatin hâllerine kavuşmak, hep nefsin tezkiyesi, yâni temizlenmesi ve kalbin tasfiyesi yâni parlaması içindir. Nefs temizlenmedikçe ve kalb Allahü teâlâdan başkasının sevgisinden selâmet bulmadıkça, kurtulmadıkça hakîkî îmân hâsıl olmaz, ele geçmez. Felâketlerden, azâblardan kurtulmak için, hakîkî îmâna kavuşmak lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
4. Mâhiyet.
Kur'ân-ı kerîmde bulunan bilgiler üç kısımdır: Bir kısmını, hiçbir kuluna bildirmemiştir. Zâtının ve sıfatlarının hakîkati ve gaybden haber vermek böyledir. İkinci kısım, yalnız peygamberlerine bildirdiği esrâr (sırlar)dır. Üçüncü kısım bilgileri, pe ygamberine bildirmiş ve bütün ümmetine bildirmesini emretmiştir. (Hâdimî)

Hakîkat-i Câmia:Toplayıcı hakîkat. Tasavvufta kalb.
İnsan, âlem-i kebîrde yâni insan dışında bulunan her şeyi kendinde topladığı için, mahlûkların en kıymetlisi olduğu gibi, hakîkat-ı câmia olan kalb de Âlem-i sagîrdeki yâni insanda bulunan her şeyi kendinde topladığı için çok kıymetlidir. (Ahmed Fârûkî Serhendî)
İnsan çeşit çeşit şeylere bağlı kaldıkça, kalbi temizlenemez. Pis kaldıkça seâdetten, mutluluktan mahrûmdur, uzaktır. Hakîkat-ı câmia denilen kalbin Allahü teâlâdan başka şeyleri sevmesi, onu karartır, paslandırır. Bu pası temizlemek lâzımdır. Temizl eyicilerin en iyisi, sünnet-i seniyye-i Mustafaviyyeye (Peygamber efendimizin bildirdiklerine) uymaktır. Sünnet-i seniyyeye tâbi olmak, uymak, nefsin âdetlerini (alışkanlıklarını), kalbi karartan isteklerini yok eder. (Ahmed Fârûkî)

HAKÎM (El-Hakîm):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hikmet sâhibi, ilmi kâmil, işi güzel, uygun işler yaratıcı ve kullar arasında hükmedici.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâ hakkıyla bilendir ve Hakîmdir. (Hucurât sûresi:
Biz hiçbir peygamberi kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki emr olunduklarını onlara apaçık anlatsın. Artık Allah kimi dilerse saptırır, kimi de dilerse doğru yola götürür. O, her şeye gâlibdir ve hakîmdir (İbrâhim sûresi: 4)
Günâhtan kaçmaya kuvvet, ibâdet yapmaya kudret, ancak azîz ve hakîm olan Allahü teâlânın yardımı iledir. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Allahü teâlâ kullarına yapabilecekleri şeyleri emretmiştir. Nitekim Nisâ sûresi yirmi sekizinci âyetinde meâlen; "Allah (ü teâlâ) size emirlerinin kolay, hafîf olmasını diledi (istedi). Çünkü insanlar zayıf olarak yaratılmıştır" buyurmaktadır. Allahü teâlâ hakîmdir; her şeyi yerinde uygun olarak yapar. Raûftur, acımaya lâyık olmayanlara da acıyıcıdır. Rahîmdir, âhirette sevdiklerine yâni nîmetine şükreden mü'minlere Cennet'i ihsân edicidir. (İmâm-ı Rabbânî)
El-Hakîm ism-i şerîfini söyliyen, hikmete kavuşur ve kendisine gizli mânâlar açılır. Geceleyin abdest alıp büyük bir teslimiyetle el-Hakîm ism-i şerîfini söyliyenin kalbini Allahü teâlâ mânevî sırlar hazînesi yapar. (Yûsuf Nebhânî)
2.Hikmet ehli. Din bilgilerini fen bilgileri ile isbât eden âlim.

HÂKİM:Haklı ve haksızı ayırıp, hak ve adâlet üzere hükmeden, karar veren.
Hak ve adâlet üzere bir gün hâkimlik yapmayı, bir sene devamlı gazâ etmekten (Allah yolunda harb etmekten) daha çok severim. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Hâkim-i Mutlak:Tam ve gerçek hükmedici olan Allahü teâlâ.
Akıllı o kimsedir ki, nefsine hâkim olur da ölüm sonrası için hazırlanır. Âciz ve ahmak olan o kimsedir ki, nefsinin yularını salıverir ve Hâkim-i mutlak (olan) Allahü teâlâya karşı boş ümitlere kapılır. (İmâm-ı Rabbânî)

HÂL:Durum, vaziyet, tavır. Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kalbine gelen sevinç, hüzün, darlık, genişlik, arzu ve korku gibi mânâlar. Bunlar kulun gayreti ve çalışması olmadan kalbe gelir. Bu yönden makam ile arasında fark vardır. Makam, tasavvuf yolun da bulunan kimsenin çalışmakla kazandığı mânevî derecedir.
Hâller ve vecdler (kendinden geçmeler), matlûbun yâni ele geçirilmek istenilenin başlangıçlarıdır. Maksat değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
En güzel hâl; şerîate (dînimizin emir ve yasaklarına) uymaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Tasavvuf yolunda ilerleyenlerin bilgileri hâl ile kavuşulan bilgilerdir. Hâller de amellerden hâsıl olur. Amelleri dürüst, doğru olan ve ibâdetleri hakkı ile yapan kimselerde hâller hâsıl olur. Bu hâller birçok şeyleri öğrenmelerine sebeb olur. (İmâm-ı Rabbânî)

Hâl Ehli:Hâli tavrı güzel olan gönül sâhibi kişi. Velî zat. (Bkz. Evliyâ)
Almayı, vermekten daha tatlı gören hal ehli olamaz. (Ebû Medyen Mağribî)

HALÂL (Helâl):Yasak edilmiş olmayan, yâhut yasak edilmiş ise de, İslâmiyet'in özr, mâni ve mecbûriyet saydığı sebeblerden birisi ile yasaklığı kaldırılmış olan şeyler.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey mü'minler! Allahü teâlânın size helâl ettiği tayyib yâni güzel şeyleri kendinize haram etmeyiniz! Helâllere haram demeyiniz! Allahü teâlâ helâl ettiği şeylere haram diyenleri sevmez. (Mâide sûresi: 87)
Duânın kabûl olması için helâl lokma yiyin. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ıSeâdet)
Bir kimse, hiç haram karıştırmadan, kırk gün helâl yerse, Allahü teâlâ, onun kalbini nûr ile doldurur. Kalbine, nehirler gibi hikmet (faydalı ilim) akıtır. Dünyâ muhabbetini, kalbinden giderir. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Allahü teâlâ, peygamberlerine emrettiğini, mü'minlere de emretti ve buyurdu ki: "Ey peygamberlerim! Helâl yiyiniz ve sâlih (iyi) işler yapınız!" (Mü'minûn sûresi: 51) Mü'minlere de emretti ki; "Ey îmân edenler! Sizlere verdiğim rızıklardan helâl olanları yiyiniz." (Bekara sûresi: 172) (Hadîs-i şerîf-Câmi-ul-Usûl, Mişkât, Müslim)
Allahü teâlâya itâat etmek, bir hazîneye benzer. Bu hazînenin anahtarı duâ, anahtarının dişleri de helâl lokmadır. (Yahyâ bin Muâz)
Haram yiyenlerin yedi âzâsı, istese de istemese de günâh işler. Helâl yiyenlerin her âzâsı ibâdet eder. Hayır işlemesi kolay ve tatlı gelir. (Sehl bin AbdullahTüsterî)
Bizim yolumuzda el, helâl kârda (işte); gönül ise hakîki yârdadır (Allahü teâlâdadır). (Ubeydullah-ı Ahrâr)
Her gün helâlinden alış-veriş yapmam, geceleri ibâdet, gündüzleri oruçla geçirmemden bana daha sevimlidir. (Muâviye bin Kurre)

Halâl Lokma:Haram olmayan, dinde yenilmesi yasak edilmeyen yiyecek.
Helâl lokma yemeyen kimse, Allahü teâlâya itâat etme gücünü kendisinde bulamaz. Helâl lokma yiyen kimse de Allahü teâlâya isyankâr olmaz. (Ali Râmitenî)

HALEF-İMÜTTEKÎN:(Bkz. Halef-i Sâdıkîn)

HALEF-İSÂDIKÎN:Selef-i sâlihînden yâni Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînden sonra gelen Ehl-i sünnet âlimleri.
Halef-i sâdıkîn, îmân (inanç) ve amel bilgilerinde ve kalb bilgilerinde, hep Selef-i sâlihîne (Hicrî ilk iki asırda yaşayan müslümanlara) tâbi olmuşlar, bunların yolundan hiç ayrılmamışlardır. (İbn-i Asâkir)

H - 2

HÂLET-İ NEZ':Ölürken rûhun çıkacağı an.
Allah'ım! Bizi ve dînimizi her türlü zarardan koru. Hâlet-i nez'de îmânımızı alma. O anda şeytanı bize musallat etme. Bizi dünyâ ve âhiret hayırları ile rızıklandır. Allah'ım! Sen her şeye kâdirsin. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

HALF ETMEK:Yemin etmek. (Bkz. Yemin)

HÂLIK (El-Hâlık):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi taktîr ve tâyin eden, yaratan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O öyle Allah ki, Hâlıktır, Bâridir (yaratan var edendir), Musavvirdir (bütün varlıklara şekil verendir), Esmâ-i hüsnâ (en güzel isimler) O'nundur. Bütün göklerde ve yerde olanlar O'nu tesbîh eder. OAzîzdir (her şeye gâlib ve her kemâle sâhibdir), Hakîmdir (hikmet sâhibidir). (Haşr sûresi: 24)
O'ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin hâlıkı ancak O'dur. ( En'âm sûresi: 102)
Pek ufak bir parçasını gördüğümüz bu kâinâtın (evrenin) bir hâlıkı ve anlamağa aklımızın ermediği pek muazzam bir kudret sâhibi vardır. Bu hâlıkın hiç değişmemesi ve sonsuz var olması lâzımdır. İşte bu hâlık, Allahü teâlâdır. (Ahmed Âsım Efendi)
Rahmân, Kuddûs, Müheymin ve Hâlık (yaratıcı) gibi yalnız Allahü teâlâya mahsûs olan isimleri insanlara isim yapmak haramdır. (A. Nablüsî)
Gece yarısı bir miktar zaman el-Hâlık ism-i şerîfini söyleyen kimsenin kalbi ve yüzü nûrlanır. (Yûsuf Nebhânî) Hâlıkın dururken mahlûka tapma, Şeytana uyup da yolundan sapma.
(Lâ Edrî)

HÂLİD BİN SİNÂN ABESÎ ALEYHİSSELÂM:Îsâ aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamberlerden. Îsâ aleyhisselâm ile son peygamber Muhammed aleyhisselâm arasında geçen fetret devrinde, Aden beldesinde bulunan bir kavme gönderilmiştir.
Hâlid bin Sinân Abesî aleyhisselâmın kavmine musallat olan ve bir mağaradan çıkan ateş, uzak mesâfelere yayılıyor, ekinleri ve hayvanları yakıyor, sonra tekrar geri çekiliyordu. İnsanlar âciz kalmıştı. Bu sırada Hâlid bin Sinân aleyhisselâm peygamber olarak gönderildi. Hâlid bin Sinân aleyhisselâm, Allahü teâlânın izniyle mağaradaki ateşi söndürdü. Sonra mağaraya girerek kendisinin üç günden önce çağırılmamasını vasiyyet etti. Fakat kavmi ve çocukları şeytanın vesvesesine kapılarak üç günden önce çağırdılar. Bu çağırma sebebiyle başında bir elem (ağrı) olduğu hâlde mağaradan çıktı ve "Beni, kavmimi ve vasiyyetimi zâyi ettiniz" buyurarak yakın zamanda vefât edeceğini bildirdi. Vefâtından sonra cenâzesini defn etmelerini ve kabrini kırk gün gözetmelerini, kırk gün sonra kuyruğu kesik bir merkebin de içinde bulunduğu bir sürü, kabrinin yanına gelince kabrini açmalarını vasiyyet etti. Böyle yapıldığı zaman kabrinden çıkıp kabir ehlini ve kabir hayâtını aynen kendilerine anlatacağını bildir di. Belirtilen işâret ortaya çıkınca, mü'minler Hâlid bin Sinân aleyhisselâmın kabrini açmak üzere harekete geçtilerse de, çocukları; "Bize öldükten sonra kabirden çıkan kimsenin çocukları derler" diyerek engel oldular. Böylece câhillikleri büyük bir hıyânete sebeb oldu. Dolayısıyla babaları olan bir peygamberi ve onun bu vasiyetini de yerine getirmediler.
Muhammed aleyhisselâm peygamber olarak gönderildiğinde, Hâlid bin Sinân aleyhisselâmın kızı hayatta idi. Peygamber efendimizin huzûruna kavuşmakla şereflendi. Peygamber efendimiz ridâsını (hırkasını) sererek üzerine oturttu ve taltif buyurarak; "Merhabâ ey kavmi vücûdunun zâyi (yok) olmasına sebeb olduğu peygamberin kızı!" buyurdu. (İbn-ül-Esîr-Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

HÂLİDİYYE:Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Nakşibendiyye yolunun bir kolu olan Hâlidiyye yolu daha çok Anadolu, Irak ve Sûriye taraflarında yayılmıştır.
Hâlidiyye yolunun büyüğü olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri; "Bizim büyüklerimizin yolunda tasavvuf, İslâm dîninin emirlerini yapmak içindir. Ama tasavvufu hakkıyla yapmak da herkesin işi değildir. Bu yolun büyükleri kendilerine bağlı olanlardan gâfil değildirler. Hangi şekilde olursa olsun bu büyüklere bağlılık büyük nîmettir" buyurdu.

HALÎFE:Birinin yerine geçen.
1. Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vekîlî ve yeryüzündeki bütün müslümanların reîsi (başı).
Allahü teâlâdan istedim ki, benden sonraAli halîfe olsun. Melekler dedi ki: "Yâ Muhammed! Allahü teâlânın dilediği olur. Senden sonra halîfe, Ebû Bekr-i Sıddîk'tır. (Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)
Peygamber efendimiz, hazret-i Muâviye'ye; " Halîfe olduğun zaman, yumuşak ol veya güzel idâre et!" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-İzâlet-ül-Hafâ)
Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafâ'dan sonra müslümanların halîfesi, müslümanların reîsi Ebû Bekr-i Sıddîk'tır. Ondan sonra halîfe, Ömer-ül-Fârûk'tur. Ondan sonra Osmân-ı Zinnûreyn, ondan sonra Ali bin Ebî Tâlib'dir (radıyallahü anhüm). B u dördünün üstünlük sıraları, halîfelik sıraları gibidir. (Bkz. Hilâfet) (Ömer Nesefî)
2. Bir tasavvuf büyüğünün yetiştirip, hayâtında veya vefâtından sonra insanları terbiye etmek ve talebe yetiştirmekle vazîfelendirdiği talebesi.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin halîfelerinden Muhammed Ma'sûm hazretleri şöyle buyurdu:
"Dünyâ hayâtı gâyet kısadır. Ebedî saâdete kavuşmak, dünyâ hayâtına bağlıdır. Saâdetli kimse; bu kısa dünyâ hayâtındaki fırsatı ganîmet bilip, âhirette kurtuluşa sebep olacak işleri yapan ve âhiret azığını hazırlayandır." (Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)

Halîfe-i Âdile:Halîfe olacağı, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin işâreti ile anlaşılan halîfe. Hazret-i Ebû Bekr'in halîfeliği böyledir.

Halîfe-i Câbire:Halîfeliği kuvvet zoru ile ele geçiren.

Halîfe-i Râşide:İnsanlara, İslâm dînini anlatma vazîfesini Peygamber efendimiz gibi yapan ve âyet-i kerîmelerde veya hadîs-i şerîflerde halîfe olacağı işâret olunan halîfe. Buna, Halîfe-i âdile de denir. (Bkz. Hulefâ-i Râşidîn)

HALÎL:Dost.
Kelime-i tevhîdi (Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah sözünü) çok söyleyenlerde, Allahü teâlâya karşı fevkalâde sevgi hâsıl olmaktadır. Artık o, Allahü teâlânın halîlidir. Her kim, nefsinin boş arzularından sıyrılırsa, artık onda, Allahü teâlâdan başkasına bağlılığa yer kalmaz. (İmâm-ı Süyûtî)

HALÎLULLAH:Allahü teâlânın dostu mânâsına İbrâhim aleyhisselâmın lakabı. Halîlürrahmân da denir.
İbrâhim aleyhisselâm Halîlullah'tır. Çünkü, bunun kalbinde, Allah sevgisinden başka hiçbir mahlûkun (yaratılmışın) sevgisi yoktu. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Halîlullah İbrâhim aleyhisselâm, kendi kavmine, Allah'tan başka şeylere tapınmanın yanlış olduğunu pek güzel bildirdi. Müşrikliğe (Allah'a eş, ortak koşmağa) yol açacak kapıların hepsini kapadı. (Ahmed Fârûkî)
İbrâhim Halîlullah, sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın ecdâdındandır, yâni Efendimizin mübarek, pak, temiz soyu ona dayanır. (İbn-i Hişâm)
İbrâhim Halîlullah, Habîbullah'ın yâni Resûlullah efendimizin ümmetinden olmayı temennî buyurmuştur. (İmâm-ı Rabbânî)

HALÎM (El-Halîm):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hep hilm sâhibi olan; günâh işleyenlerin, günâh işlemelerini ve emirlerine muhâlefetlerini, karşı geldiklerini gördüğü hâlde gazablanmaya ve onları cezâlandırmaya gücü yettiği hâlde, acele e tmeyen. Allahü teâlâ kullarına cezâ vermekte acele etmez fakat ihmâl de etmez.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: Bilin ki, Allahü teâlâ mağfiret edicidir (bağışlayıcıdır), Halîm'dir. (Bekara sûresi: 235)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem sıkıntılı zamanlarında; " Azîm, Halîm olan Allah'tan başka ilâh yoktur. Büyük arşın Rabbi olan Allah'tan başka ilâh yoktur." buyururlardı. (İmâm-ı Müslim)
El-Halîm ism-i şerîfini okuyan denizde ise boğulmaktan, bir vâsıtada ise helâk olmaktan kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)
2. Yumuşak, sertlik göstermeyen, kızmayan kimse.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
İbrâhim (aleyhisselâm) Allahü teâlâdan çok korktuğu için çok âh ederdi. Halîm idi. ( Tevbe sûresi: 114)
Allahü teâlâ halîm, iffetli kimseyi sever; çirkin şeyler konuşan, ısrarla halktan bir şey isteyen kimseye gazab eder. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Halîm kimse, gadaba sebeb olan şeyler karşısında kızmaz, heyecâna gelmez. Korkak olan, kendine zarar verir. Gadablı kimse ise, hem kendine, hem başkalarına zarar verir. (Hâdimî)

HÂLİS:Saf, temiz, hîlesiz, katkısız. Menfaat düşüncesi karışmadan sırf Allah için olan, riya ve gösteriş bulunmayan .
İbâdetin kabûl olması için niyyetin hâlis olması lâzımdır. ( Ali bin Emrullah)
Bir kimse başkalarının görmesi için ibâdet eder veya başkasının görmesi de hoşuna giderse veya ibâdetinde başkasından bir karşılık beklerse, o kimse hâlis olmaz. (M.Hâdimî)
Allah sevgisini hâlis olarak tadanı; bu sevgi, dünyâyı istemekten alıkoyar ve bütün insanlardan uzaklaştırır. (Hazret-i Ebû Bekr)
Ey nefs! Hâlis ol ki kurtulasın! (Ma'rûf-i Kerhî)

HALK:
1. Yaratmak, yoktan var etmek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Biz insanı en güzel biçimde halk ettik. (Tîn sûresi: 4)
O (Allahü teâlâ), hanginizin daha güzel amel (ve hareket) edeceğini (hakkınızda) imtihan etmek için ölümü ve hayâtı halk edendir. ( Mülk sûresi: 2)
Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden halk ettik. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabîlelere ayırdık... (Hucurât sûresi: 13)
Biz inanıyoruz ki, Allahü teâlâ sonsuz kudret (güç, kuvvet) sâhibidir. Yedi kat yerleri ve gökleri halk etmesi ile bir karıncayı halk etmesi O'na göre aynıdır. Allahü teâlânın halk etmesi mümkün olmayan hiçbir şey yoktur. (Harputlu İshâk Efendi)
Allahü teâlâ her şeyi bir sebeb ile halk etmektedir. Âdet-i İlâhiyyesi böyledir. (Muhammed Hâdimî)
2. Mahluk, yaratılmış, insan topluluğu.
Halkı dara düşürmek, sıkıştırmak ve incitmek haramdır. ( İmâm-ı Rabbânî)
Halk ile konuşmalar yumuşak ve tatlı olmalıdır. Hiç kimseye sertlik göstermemelidir. Halka hizmet, zikr (Allahü teâlâyı anmak ile meşgul olmak)den efdâldir (daha fazîletlidir, daha sevaptır). (İmâm-ı Rabbânî)

HALLÂK:Yaratan, her şeyi yoktan vâr eden Allahü teâlâ.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Şübhesiz ki senin Rabbin (seni de onları da) Hallak'tır (yaratandır). (Senin de onların da hâlini ve her şeyi) kemâliyle bilendir. (Hicr sûresi: 86)
Gökleri ve yeri yaratan (Allah) onlar gibisini yaratmağa kâdir değil midir? Elbette (kâdirdir ve) hallâktır, her şeyi hakkıyla bilendir. (Yâsîn sûresi: 81)
Can alıcı melek geldiğinde, mâsûm (günâhsız) kimseyi şefâat tâcını ve gömleğini giymiş, gözünün perdesi kalkmış görür. Ona; "Yâ mâsûm! Hallâk-ı âlem sana selâm söyledi ve buyurdu ki: "Ben onu yarattım, yine bana gelsin. Zîrâ o cân emânetini ben verdi m, yine bana versin. Onun karşılığında Cennet ve dîdâr (Allahü teâlânın cemâlini görmeyi) vereyim." Eğer inanmazsan yüzünü çevirip göklerden tarafa bak görürsün" derler. O mâsûm dahi bakıp melekleri ve Allahü teâlânın cemâlini seyreder. (Kutbüddîn İznikî)

HALVET:Yalnızlık, yalnız olarak kalma.
1. Yabancı bir kadınla yabancı bir erkeğin bir odada, kapalı bir yerde yalnız kalmaları.
Bir erkek, yabancı bir kadın ile halvet ederse, üçüncüleri şeytan olur. (Hadîs-i ş erîf-Tirmizî)
Allah'a ve kıyâmet gününe inanan, yabancı bir kadınla, yalnız kalıp halvet etmesin. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Halvet haramdır. Mescid gibi dışardan içerisi görünen umûma açık yerlerde yalnız kalmak halvet olmaz. (İbn-i Âbidîn)
2. Tasavvuf yolunda olgunlaşmak ve ilerlemek için belli bir müddet tenhâda kalma hali yalnız kalmak.
Tasavvufta halvet, vuslat (kavuşma) alâmetidir. (Ebü'l-Kâsım)

Halvet Der-Encümen:Nakşibendiyye yolunda on bir esastan biri. Halk içinde Hak ile (Allahü teâlâ ile) olmak.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Öyle adamlar vardır ki, ticâretleri ve alışverişleri onları Allahü teâlâyı hatırlamaktan, anmaktan alıkoymaz." (Nûr s ûresi: 37) buyrulan âyet-i kerîme, halvet der-encümen makâmına işârettir. (SeyyidAbdülhakîm Arvâsî)
Yolumuzun esâsı halvet der-encümendir. (Behâeddîn-i Buhârî)

HALVETHÂNE:Çilehâne. Tasavvuf yolunda olgunlaşmak ve ilerlemek için belli bir müddet kendi hâlinde yalnız kalınan ve ibâdetle vakit geçirilen yer.

HALVETİYYE:Evliyânın büyüklerinden Muhammed bin Nûr Halvetî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

HAMD:En üstün şekilde senâ, övgü.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Dünyâda ve âhirette hamd Allahü teâlânın hakkıdır, O'na mahsustur. Hükm de O'nundur. Sonunda O'na döndürülürsünüz. (Kasas sûresi: 70)
Allahü teâlâ birdir, O'ndan başka bir ilâh yoktur. Her şeyden yücedir. Bütün hamdlerin hepsi O'na mahsûstur. Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlânın şânı ne yücedir. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed ibni Hanbel)
Herhangi bir kimse, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir kimseye, herhangi bir şeyden dolayı, herhangi bir sûretle hamd ederse, bu hamd ve şükürlerin hepsi, Allahü teâlânın hakkıdır. Çünkü her şeyi yaratan, terbiye eden, yetiştiren, her iyiliği yaptıran, gönderen hep O'dur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

HAMDELE:Elhamdülillah veya bu mânâdaki sözler. Elhamdülillah sözünün mânâsı, Allahü teâlâya hamd olsun, ben her hâlimde O'ndan memnûnum demektir. (Bkz. Hamd)
Dînî bir kitabı yazarken, va'z u nasîhate veya ders okutmaya başlarken, Besmele, hamdele ve salvele (Peygamber efendimize salât ve selam getirmek) ile başlamak, İslâm'ın iyi âdetlerinden olup, müstehâbdır, iyi görülmüştür. (İmâmzâde Muhammed Es'ad)

HAMELE-İ ARŞ:Arşı taşımakla görevli dört büyük melek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Hamele-i Arş melekleri ve Arşın etrâfında tavâf eden (dönen) melekler Rablerini tesbîh ederler ve vahdâniyyetini (birliğini) tasdîk ederler ve mü'minler için (af ve) mağfiret isterler. (Mü'min sûresi: 7)
Sûrun birinci üfürülmesinde, dört büyük melekten ve hamele-i Arş'tan başka, bütün melekler, bundan sonra Hamele-i Arş ve daha sonra dört büyük melek yok olacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

HÂMİD:Allahü teâlâya hamdeden.

HAMÎD (El-Hamîd):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her dilde ve her kalbde övülen.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Şüphesiz Allahü teâlâ ganîdir, hamîddir. (İbrâhim sûresi:
El-Hamîd ism-i şerîfini söyliyen, işinde, sözünde ve ahlâkında başkalarının övgüsünü kazanır. (Yûsuf Nebhânî)

HAMİYYET:Dîni, milleti himâye etmekte, korumakta, şerefini savunmakta tenbellik etmeyip, bütün kuvveti ile gayret etmektir.
Hamiyyet sâhibi kişi dâimâ şehvete götüren yollardan nefsini korur, hamiyyet duygusu ona bekçilik eder. Hamiyyeti olmayan, mukaddes şeyleri korumak isteğini taşımayan kimse ise şehvete götüren işlerden kaçınmak şöyle dursun, kendi şahsiyetini hattâ b elki din, devlet ve milletini bile fedâ eder. (Celâleddîn Devânî)

HAMR:Şarab, sarhoşluk veren içki.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Hamr, kumar, (tapmaya mahsus) dikili taşlar, ezlâm (fal okları) ancak şeytanın amelinden birer pisliktir. Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan, hamrda ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık siz hepiniz (bunlardan) vaz geçtiniz değil mi? (Mâide sûresi: 90, 91)
Her sarhoşluk veren şey hamr (şarab) dır. Ve her sarhoşluk veren şey haramdır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Hamr içen ile arkadaşlık etmeyiniz! Cenâzesine gitmeyiniz! Buna kız vermeyiniz ve onun kızı ile evlenmeyiniz. Muhakkak biliniz ki, hamr içen kıyâmet günü mezardan yüzü kara, gözleri mâvi olarak kalkar. Dili sarkmış pis kokulu olur. Herkes pis kokusundan kaçar. (Hadîs-i şerîf-Riyâdün-Nâsihîn)
Hamr dört mezhebde de haramdır. İçmesi ve her türlü kullanılması günâhtır. Yalnız sirke yapılması ve susuzluktan ölmek üzere olanın ölmiyecek kadar su yerine içmesi câizdir. (Senâullah Dehlevî)
Alkolü az olan hamr da haramdır. Sarhoş etmese de damlasını içmek haramdır. Helâl diyenin îmânı gider. Hamr, idrar gibi kaba necâsettir. Her türlü kullanmak, ilâç yapmak, buruna çekmek, söz birliği ile haramdır. Satması câiz değildir. Parası haramdır . (İbn-i Âbidîn)

HANBELÎ:Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebine mensub kimse.

Hanbelî Mezhebi:Ehl-i sünnetin amelde (yapılacak işlerde)ki dört hak mezhebinden biri.
İbâdetlerin en kıymetlisi, farz-ı ayn olanlardır. Farzlardan sonra en kıymetlisi, Şâfiî mezhebinde sünnet namazlar, Hanbelî mezhebinde cihâd (Allah yolunda harb etmek), Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde ise ilim öğrenmek ve öğretmek ve sonra cihâddır. (M.Tâhir Sünbül Mekkî)
Âlimlerin çoğuna göre altın ile gümüş her ne hâl ve şekilde olursa olsun, her ne niyetle saklanırsa saklansın zekâtı verilir. Hanbelî mezhebinde kadınların zînet (süs) olarak kullandıkları altının ve gümüşün zekâtı verilmez. (Alâüddîn-i Haskefî, Abdurrahmân Cezîrî)

HANEFÎ:Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri olan Hanefî mezhebine mensub kimse.

Hanefî Mezhebi:Ehl-i sünnetin amelde (yapılacak işlerde)ki dört mezhebinden biri.
Hanefî mezhebi Osmanlı Devleti zamânında her yere yayıldı. Devletin resmî mezhebi gibi oldu. Bugün dünyâ yüzünde bulunan müslümanların yarıdan fazlası ve Ehl-i sünnetin pek çoğu, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmektedir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

HÂNEKÂH (Hânegâh):Tekke, dergah. İrşâd (doğru yolu gösterme) ve sohbet ile insanları olgunlaştırma hizmetlerinin yapıldığı yer. (Bkz. Tekke ve Zâviye)

HANÎF:Sapıklıktan, yanlış inanışlardan Hakk'a, doğruya meyleden, dönen, müslüman. İslâmiyet'ten önce Arabistan'da putlara tapmayıp, hazret-i İbrâhim'in dîni üzerine bulunanlara verilen isim. Çoğulu hunefâ'dır.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
İbrâhim ne yahûdî idi, ne de hıristiyan idi. O hanîf idi. (Âl-i İmrân sûresi: 67)
Hanîflerin en meşhûrlarından birisi Arab hatîblerinden olan Kus bin Sâide'dir. Onun Mekke-i mükerremede kurulan Ukaz panayırında meşhûr konuşmasının bir kısmı şöyledir:
Her şey fânîdir (geçicidir). Bâki (devamlı olan) ancak Allahü teâlâdır. Birdir, ortağı ve benzeri yoktur. İbâdet edilecek ancak O'dur. Evvel gelip geçenlerde bize ibret alacak şey çoktur. Büyük-küçük hep göçüp gidiyor. Giden geri gelmiyor. Kesin olar ak inandım ki, herkese olan bana da olacaktır. (Ben de öleceğim). (Ahmed Cevdet Paşa)

Hanîf Dîni:Doğru yol, İslâmiyet.

HÂNİS:Yemîninin gereğini yapmayan.
Bir kimse, semâya çıkacağım veya şu taşı altın yapacağım diye yemîn edince, yapmadığı için, hânis olup yemîn keffâreti verir. (İbn-i Âbidîn)

HANNÂNE:Resûlullah efendimizin dayanarak hutbe okuduğu, Mescid-i Nebevî'de dikili bulunan hurma kütüğü.
Resûlullah efendimiz, Medîne'de Mescid-i Nebevî'de, hutbeyi, Hannâne'ye dayanarak okurlardı. Minber yapılınca, Hannâne'nin yanına gitmedi. Ondan ağlama seslerini, bütün cemâat işitti. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz minberden inip, Hannâne'ye sarı lınca, sesi kesildi; "Eğer sarılmasaydım, benim ayrılığımdan kıyâmete kadar ağlardı" buyurdu. (Nişâncızâde)

HANNÂS:İnsanların kalblerine vesvese veren sinsi şeytan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Ey Habîbim!) De ki: İnsan ve cinden olan ve insanların göğüslerine (îmân ve îtikâdına) vesvese veren hannâsın şerrinden insanların mâbûduna ve insanların bütün işlerinin sâhibine ve insanların Rabbine sığınırım. (Nâs sûresi: 1-6)
Şeytan köpek gibidir. Köpek kaçar ise de başka taraftan yine gelir. Nefs ise kaplan gibidir. Saldırması ancak öldürmekle biter. İnsanlara vesvese veren şeytana bunun için hannâs denilmiştir. İnsan hannâsın bir vesvesesine uymazsa bundan vaz geçer. Ba şka vesveseye başlar. Çok hayırlı işe mâni olmak için, az hayırlı şeyi de vesvese yapar, fısıldar. Büyük günâha sürüklemek için, küçük hayır yapmayı da vesvese eder. Şeytanın vesvesesi olan küçük hayırlı iş, insana tatlı gelir ve acele ile yapmak ister. Acele etmek ise şeytandandır. (Muhammed Hâdimî)
H - 3

HARAC:Güçlük, sıkıntı, eziyet. 1. Bir farzı yapma veya haramdan sakınma esnâsında karşılaşılan güçlük.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Allah (ü teâlâ) din husûsunda üzerinize bir harâc yüklemedi. (Hac sûresi: 77)
Bir işin yapılmasında harâc bulunursa ve kendi mezhebine göre yapmaya imkân olmazsa, bu işi, başka mezhebe uyarak yapmak câiz olur. Fakat, ikinci mezhebin o işe bağlı olan şartlarını da gözetmek lâzımdır. Hanefî mezhebi âlimleri, böyle işlerde, diğer mezhebleri taklîd etmeğe fetvâ (izin) vermişlerdir. (İbn-i Âbidîn)
Her müslümanın ibâdet yaparken ve haramdan sakınırken, kendi mezhebi âlimlerinin "fetvâ böyledir", "en iyisi budur", "en doğru söz budur" gibi bildirdiklerine uyması lâzımdır. Kendi arzusu ile yaptığı bir şey, buna uymasına mâni (engel) olur ve bu mâ ni olmanın önlenmesinde harac, meşakkat bulunursa, kendi mezhebinde doğru olduğu bildirilen başka bir söze uyması lâzımdır. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
2. Müslüman olmayan vatandaşlardan seneden seneye alınan toprak vergisi.
Zor ile alınıp da, kâfirlere bırakılan veya barış yoluyla alınıp, kâfirlerin olan topraklardan harac alınır. (İbn-i Âbidîn)

HARÂM:Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde yapmayınız diye açıkça yasak ettiği şeyler.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
De ki, Rabbim; bütün fuhşiyâtı (küfür ve nifakı) açığını ve gizlisini, her türlü günâhı, haksız isyânı ve Allahü teâlâya hiçbir zaman bir burhan indirmediği herhangi bir şeyi ortak koşmanızı ve bilmediğiniz şeyleri Allahü teâlâya isnâd etmenizi, harâm etti. (A'râf sûresi: 33)
Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri harâmdır. Sonra ellerini kaldırıp, duâ ederler. Böyle duâ nasıl kabûl olunur? (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
İnsan, harâm işlemeği kalbinden geçirir, Allah'tan korkarak yapmazsa, hiç günâh yazılmaz. Harâmı işleyince, bir günâh yazılır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Allahü teâlâ, harâm olan şeylerde size şifâ yaratmamıştır. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Harâmlardan sakınmak, akıllıların şânından, şereflilerin tabiatındandır. (Hazret-i Ali)
Harâmda şifâ yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)
Harâmdan bir altını sâhibine vermek, yüz altın sadaka vermekten fazîletlidir, iyidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Dünyâda harâm işleyen kimse, âhirette ondan mahrûm kalır. Burada helâl şeyleri kullananlar, orada o şeylerin hakîkatine kavuşur. Meselâ, bir erkek dünyâda harâm olan ipeği giyerse, âhirette ipek giymekten mahrûm edilir. İpek ise, Cennet elbisesidir. O hâlde, bu günâhtan temizlenmedikçe, Cennet'e girilemez demektir. Cennet'e giremeyen de Cehennem'e gider. Çünkü, âhirette, bu ikisinden başka yer yoktur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Harâm li Aynihi:Kendileri harâm olan şeyler.
Leş, domuz eti, şarab gibi Allahü teâlâ tarafından harâm edilen şeyler harâm li aynihidir. Bunlara helâl demek küfr olur, îmânın gitmesine sebeb olur. (Muhammed Hâdimî)

Harâm li Gayrihi:Aslı harâm olmayıp, sonradan hâsıl olan bir sebepten dolayı harâm olan şey.
Bir kimsenin bir kişinin bağına girip, sâhibinin izni olmadan meyve koparıp yimesi, ev eşyâsını ve parasını çalıp harcaması harâm li gayrihidir. Bunları yapan kimse, yaparken Besmele söylese, yâhut helâldir derse kâfir olmaz. (Muhammed Hâdimî)

Harâm Lokma:Helâl olmayan ve dînen yenmesi yasaklanan yiyecek.
Vücûduna harâm lokma karışmış bir kimse, namazdan tad duymaz. (Behâeddîn-i Buhârî)
Mîde yenilen şeylerin toplandığı yerdir. Oraya helal lokma koyarsan, âzâlardan sâlih (iyi) ameller, işler meydana gelir. Şüpheli lokma koyarsan, âzâlar Allah yolunda amel etmekte şüpheye düşerler. Eğer harâm lokma koyarsan, o lokma seninle Allahü teâ lâ arasında bir perde olur ve Cenâb-ı Hakkın beğendiği yolda yürümen mümkün olmaz. (Ebû Bekr-i Dükkî)
Alış veriş ilmini bilmiyen harâm lokma yemekten kurtulamaz. Harâm lokma yiyen ise, ibâdetlerin sevâbını bulamaz. (Ahî Evran)

HARBÎ:İslâm devleti ile harb halinde bulunan gayr-i müslimlere âit ülke halkından olan kimse.
Bir harbî emân (izin, pasaport) ile İslâm ülkesine girerse malına, canına dokunulmaz. (İbn-i Âbidîn)
Âşir (gümrük vergisini ve zekâtı toplayan me'mur) kendisine uğrayan harbîden, mensûb olduğu devlet, müslüman tüccardan ne kadar vergi alırsa, o kadar alır. Ne kadar aldıkları bilinmiyorsa, onda bir alır. (İmâm-ı Serahsî)

HAREM:
1. Mekke-i mükerreme şehrinden biraz daha geniş olup, hudûdunu İbrâhim aleyhisselâmın diktiği taşların gösterdiği yer, alan. Bu sâha içine gayr-i müslimlerin girmesi yasak ve ihrâmlı iken bâzı işleri yapmak harâm olduğu için Harem denilmiştir.
Hac için, ömre için, ticâret için veya herhangi bir şey için uzaktan gelenlerin Mîkat (ihrâma girilen yer) denilen yerleri ihrâmsız (iki parçadan meydana gelen dikişsiz elbiseyi giymeden) geçerek Harem'e girmeleri harâmdır. Mîkat'tan geçerken bir iş için Hill'de (Mîkat yeri ile Harem sınırı arasındaki yerde) kalmağı niyet edenlerin ve Hill'de oturanların hacdan başka niyetle Harem'e girmeleri câizdir. (İbn-i Âbidîn)
İhrâma giren kimseye bâzı şeyler yasak olur. Meselâ karadaki av hayvanlarını öldürmesi, dikilmiş elbise giymesi, bir yerini traş etmesi, kavga ve münâkaşa etmesi, tırnak kesmesi, Harem'de kendiliğinden biten ot ve ağaçları koparması ve kesmesi harâm olur. Bunları bilerek veya bilmeyerek unutarak yapanlara kurban, sadaka cezâları vâcib olur. (Muhammed Mevkûfâtî)
2. Müslümanların evlerinde, saray, konak ve benzeri yerlerde sâdece kadınların oturması için ayrılmış oda, dâire. Bu oda veya dâireye haremlik de denir.
Müslümanların evleri iki kısımdır. Harem (haremlik) ile selâmlık. Harem kısmı yalnız kadınlara âittir. Buraya hiçbir erkek giremez. Evin erkeği veya mahrem (evlenilmesi harâm olan) erkeklerden birisi gireceği zaman mutlaka evin hanımının haberi olur. (Mustafa Sabri Efendi)
3. Zevce, hanım.

Harem-i Şerîf:Müslümanların kıblesi olan Kâbe-i muazzamanın ortasında yeralan etrâfı kubbeli revaklarla çevrili mescid. Kâbe'nin etrâfı. (Bkz. Mescid-i Harâm)

HAREMEYN:Hürmete ve saygıya lâyık iki belde. Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverenin ikisine verilen ad. Mekke-i mükerremede Kâbe-i muazzama, Medîne-i münevverede sevgili Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek kabr-i şerîfi bulunduğu için her ikisine saygı ve hürmet duyulması gereken yer mânâsına Haremeyn denilmiştir.
Osmanlı sultanlarının herbirinin Haremeyn'e pekçok hizmetleri olmuştur. Bu sebeple onlar kendilerine Hâkim-ül-haremeyn (Haremeyn'in hâkimi) yerine Hâdim-ül-haremeyn (Haremeyn'in hizmetçisi) denilmesini istemişlerdir. Yavuz Sultan Selîm Han, Mısır'ı f eth ettiği zaman hutbede kendi ismini Hâkim-ül-haremeyn olarak okuyan hatîbe îtirâz ederek; "Biz Haremeyn'in (bu iki mübârek şehrin) hâkimi olamayız. Ancak Hâdim-ül-haremeyn yâni Haremeyn'in hizmetçisi oluruz" dedi. Kâbe'nin içini süpürmeye mahsûs olan süpürgelerden birisi kendisine getirilince, süpürgeyi bir tâc gibi kaldırarak başına koydu. Kendilerinden sonra gelen sultanların taclarına koydukları süpürge şeklindeki sorguç buradan gelmektedir. (İslâm Târihi Ansiklopedisi) Ey bâd-ı sabâ uğrarsa yolun semt-i Haremeyn'e Benden selâm söyle Resûlüs Sekaleyn'e
(Lâ Edrî)

HÂRİCÎLER:Sıffîn muhârebesinde, taraflar hakem tâyinine râzı olup anlaşmayı kabûl ettiği için hazret-i Ali'nin ordusundan ayrılarak "Hâkim ancak Allah'tır. Hazret-i Ali iki hakemin hükmüne uyarak halîfeliği hazret-i Muâviye'ye bırakmakla büyük günah işledi" di yen ve kendileri gibi düşünmeyen Eshâb-ı kirâm ile diğer müslümanlara kafir diyen sapık fırka.
Hâricîler, müteşâbihâtı (birkaç mânâ çıkarılabilen delilleri) te'vil ediyorlar. Yâni bâzı âyet-i kerîmelere ve mütevâtir olan (yalan üzerinde birleşmesi mümkün olmayan topluluklar tarafından bildirilen) hadîs-i şerîflere açık ve meşhûr olmayan mânâla r veriyorlar. Hâricîler gibi şüpheli delilleri yanlış te'vil edenlere, müctehîd olan fıkıh âlimleri kâfir demediler. Fakat âsî (günahkâr), bid'at ehli ve sapık olduklarını söylediler. (İbn-i Âbidîn)
Hâricîlerin temel görüş ve düşünceleri şöyle özetlenebilir: Hazret-i Osman, hazret-i Ali, Amr bin Âs, Ebû Mûsâ el-Eş'arî, hazret-i Âişe, Talhâ, Zübeyr (r.anhüm) ile Sıffîn muhârebesinde hakemlerin hükmüne râzı olanları kâfir bilirler. Büyük günâh işl eyen kâfirdir diyerek böylelerinin ebedî cehennemlik olduğunu söylerler. Zâlim imâma (devlet başkanına) karşı çıkmayı vâcib sayarlar. (Abdülkâhir Bağdâdî)

HÂRİKULÂDE:Olağanüstü. İnsan gücünün üzerinde, insanı hayrette bırakan âdet dışı şaşılacak iş.
İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi içinde (bir sebeple) meydana gelmektedir. Allahü teâlâ sevdiği kullarına ikrâm ve en azılı düşmanlarını aldatmak için, bunlara âdetini bozarak hârikulâde şeyleri yaratmıştır. Hâr ikulâde şeyler peygamberlerde görülürse mûcize, evliyâ denilen diğer sevdiği kullarında görülürse kerâmet denir. Hârikulâde şeylerin peygamberlerde görülmesi lâzımdır. Evliyâda ise, şart değildir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Müslümanlar arasında evliyâ olmayanlardan meydana gelen hârikulâde hallere firâset; fâsıklardan ve kâfirlerden meydana gelenlere de istidrâc ve sihr, yâni büyü denir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

HARÎS:Hırslı, bir şeye çok düşen, istekli.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Andolsun ki size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O'na çok ağır gelir. Çünkü O sizin hidâyetiniz için çok harîstir, mü'minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir. (Tevbe sûresi: 128)
İki harîs doymaz. Biri ilmin harîsi, diğeri de malın harîsidir. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Ey oğul! Gönlün ferah olup, duânın makbûl olmasını istersen; dünyâya harîs olmayan, her işi Allah rızâsı için yapan âlimlerle berâber ol. (Süleymân bin Cezâ)

HASEB:Şeref, asâlet, ahlâk ve soy temizliği.
Kişinin hasebi ahlâkıdır, keremi dînidir. (Hadîs-i şerîf-Nihâye)
Baktım ki, insanlardan her biri mal, haseb, şeref ve neseb aramaktadır. Anladım ki bunlar bir şey değil. "Allah katında en üstününüz en çok korkanınızdır." (Hucurât sûresi: 13) meâlindeki âyet-i kerîme'ye baktım Allah katında üstün olmak için malı, h asebi, makâmı değil, takvâyı (Allahü teâlâdan korkarak harâmlardan sakınmayı) seçtim. (Hâtim-i Esam)

HASED:Kıskanmak, çekememek. Allahü teâlânın bir kimseye ihsân ettiği nîmetin, onun elinden çıkmasını istemek. Zararlı bir şeyin ondan ayrılmasını istemek, hased olmaz, gayret olur.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Hased ettiği zaman hasedcinin şerrinden karanlığı yırtan nûrun Rabbine sığınırım. (Felâk sûresi: 5)
Hased etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateşin odunu yok etmesi gibi hased de iyilikleri yok eder. (Hadîs-i şerîf-Mişkat)
Geçmiş ümmetlerden iki kötülük sizlere bulaştı. Hased ve kazımak. Bu sözümle onların başlarını kazıdıklarını anlatmak istemiyorum. Dinlerinin kökünü kazıyıp yok ettiklerini söylüyorum. Yemîn ederim ki, îmânı olmayan, Cennet'e girmeyecektir. Birbiriniz ile sevişmedikçe, îmâna kavuşamazsınız. Sevişmek için, çok selâmlaşın. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hasedden daha kötü bir şey yoktur. Çünkü hased eden kimse, şu beş kötülüğün içine düşer: 1) Bitmeyen gam ve kedere tutulur. 2) Hased etmesi, onun için sevâbı olmayan bir musîbet olur. Onun günâha girmesine yol açar, 3) Hasedinden dolayı kınanır, ayıp lanır, 4) Allahü teâlâ ona gazab eder. 5) Allahü teâlânın yardım ve ihsân kapıları kendisine kapanır. (Ebü'l-Leys Semerkandî)
Hased eden insan, Allahü teâlânın kendisine verdiği şeylere râzı olmaz. Böyle kimseden Allahü teâlâ râzı olmaz. Allahü teâlânın bir insandan râzı olmaması ise, felâketlerin en büyüğüdür. Artık o insan, dünyâ ve âhirette de hüsran içindedir, yâni zara rdadır. (Muhammed Akkermânî)
Bütün kötülüklerin başı, kaynağı üçtür: Hased, riyâ (gösteriş) ve ucb (kendini ve yaptığı işleri beğenme). Kalbini bunlardan temizlemeğe çalış. (İmâm-ı Gazâlî)
Hased edenin ömrü üzüntü ile geçer. Hased ettiği kimsede nîmetin azalmadığını, hattâ arttığını görerek sinir buhranları geçirir. Hasedden kurtulmak için ona hediye göndermeli, onu medhetmeli, ona karşı tevâzu göstermeli, onun nîmetinin artmasına duâ etmelidir. (M. Hâdimî)
Bütün sebeblerden doğan düşmanlığın giderilmesi mümkünse de hased sebebiyle olan düşmanlığın yok olması mümkün değildir. O; dehşetli, korkunç, müzmin bir hastalıktır. Hasedin ilâcı, hased edilen kimsenin gıyâbında (arkasından) nîmetinin artmasına duâ etmek, yüzüne karşı sevgi ve dostluk göstermektir. (Abdülhakîm Arvâsî)

HASEN HADÎS:Bildirenler sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olup, fakat hâfızası (anlayışı) sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan râvîlerin, kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîf. (Bkz. Hadîs)

HASENÂT:Allahü teâlânın beğendiği işler, iyilikler. Hasenenin çokluk şekli.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Hasenât, günahları yok eder. (Hûd sûresi: 115)
Sıcak su, buzu erittiği gibi, iyi huy da hatâları eritir. Sirke balı bozduğu gibi, kötü huy, hayrâtı hasenâtı yok eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hased etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateşin odunu yok ettiği gibi, hased de hasenâtı yok eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Allah için yapılmayan hayrât ve hasenât ve ibâdetler kabûl edilmez. (Muhammed Hâdimî)
Harâm para ile hayrât, hasenât yapmak, pisliği idrar ile yıkayıp temizlemek gibidir. (Süfyân-ı Sevrî)

HASENE:
1. İyilik, sevâb.
Allahü teâlânın korkusundan kötülüğü terkeden kimseye bir hasene yazılır. Fakat başka bir sebeple terkederse hasene yazılmaz. (İmâm-ı Gazâlî)
2. İlim, ibâdet, Cennet.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey Rabbimiz bize dünyâda hasene ver. Âhirette de hasene ver. (Bekara sûresi: 201)

HASENEYN:Peygamber efendimizin mübârek iki torunu hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn.
Allah'ım ben bu ikisini (Haseneyni) seviyorum, sen de sev. Onları sevmeyeni sen de sevme. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed ibni Hanbel)
Bir gün Resûlullah'ın yanına gitmiştim. Haseneyn önünde oynuyorlardı. Yâ Resûlallah!Bunları çok mu seviyorsun?" dedim. "Nasıl sevmem? Bunlar benim dünyâda öpüp kokladığım iki Reyhânımdır" buyurdu. (Ebû Eyyûb-i Ensârî)

HASÎB (El-Hasîb):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her mahlûkun (yaratılmışın) varlığına, varlığının devâmına, âhirette hesâbını görmeğe kâfi olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O peygamberler ki, Allah'ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ ederler ve O'ndan korkarlar. Hasîb olarak Allahü teâlâ kâfidir. (Ahzâb sûresi: 39)
Şânı yüce olan Allahü teâlâ, her şeyi hasîbdir. Bu öyle bir vasıftır ki, O'nun hakîkati Allahü teâlâdan başkası için düşünülemez. Allahü teâlâdan başka hiçbir varlık tam ve hakîkî mânâsıyla hasîb olamaz. Allahü teâlâ sâdece eşyânın bir kısmını değil, tek başına her şeyi hasîbdir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

HASÎS:Parasını ve malını harcamamak için her türlü sıkıntıya, eziyete katlanan, paraya, mala aşırı düşkün olan; dînen verilmesi îcâb edeni, zekâtı ve sadakayı vermeyen, pinti, eli sıkı olan, bahîl, malda ve ilimde cimrilik eden. (Bkz. Cimri)
Hasîs olanlar, her ne kadar zâhid (dünyâyı istemiyor) olsalar da Cennet'e giremezler. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Ahlâk-ı zemîme (kötü ahlâk) olan dört şeyden vazgeç, onlardan çok sakın. Bunlar: Çok mal toplayıp yememek, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya sarılmak, hasîs olmak, harîs (dünyâya düşkün) olmak. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Hasîslerin en fenâsı, müslümanlara emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapmayanlar, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmeyenler, onlara dinlerini öğretmeyenler veya yanlış öğretenlerdir. (Ahmed Rıfat)
Günahların büyüğü üçtür: Hasîslik, hased (çekememezlik) ve riyâ (gösteriş). (İmâm-ı Gazâlî)

HASLET:İnsanın yaratılışındaki huy, mîzâc, tabîat, karakter.
Şu dört haslet kimde varsa o hâlis münâfıktır. Bunlardan bir tânesi kendisinde bulunan kimse, onu terk etmedikçe, kendisinde münâfıklıktan bir haslet bulunur. Birincisi emânete hıyânet etmek, ikincisi konuşunca yalan söylemek, üçüncüsü sözünde durmamak, dördüncüsü başkalarına devâmlı kötülük yapmak. (Hadîs-i şerîf-Tebyîn)
Kimde şu dört haslet bulunursa, bu hasletler o kimseyi yüksek derecelere kavuşturur. Hem Allah katında, hem de insanlar yanında kıymeti çok olur. Birincisi hilm (yumuşaklık), ikincisi ilim, üçüncüsü cömertlik, dördüncüsü güzel ahlâk sâhibi olmak. (Cüneyd-i Bağdâdî)
Türkleri maddeten yıkmak ve ezmek mümkün değildir. Çünkü Türkler, müslüman oldukları için çok sabırlı ve mukâvemetli (dayanıklı) insanlardır. Kuvvetli îmân sâhibidirler. Çok çalışkan ve zekîdirler. Bu hasletleri; dinlerine bağlılıklarından, kadere rı zâ göstermelerinden, devlet adamlarına itâat duygularından gelmektedir. Türkleri parçalamanın ve yenmenin tek yolu; evvelâ itâat duygusunu kırmak ve mânevî bağlarını parçalamak, dînî metânetlerini (sağlamlığını) zaafa uğratmak (zayıflatmak)tır. Bunun da en kısa yolu, millî geleneklerine ve mânevî duygularına uymayan hâricî (yabancı) fikirler ve hareketlere alıştırmaktır... (Patrik Gregoryus-Rus sefîri İgnatiyef'in hâtıralarından)

HÂSS:
1. Tek başına bir mânâ karşılığında konmuş lafız (söz).
Hâss, kat'î (kesin) mânâ ifâde eder. Sözden maksat, tek şeydir. Ahmed, Yûsuf gibi özel isimler; insan, ağaç, meyve gibi cins isimler; bir, iki, üç gibi sayı isimleri hep hâss lafızlardır. "Her kırk koyunda bir koyun zekât olarak verilir" hadîs-i şerîfinde; kırk, hâss lafızdır. Bu sebeple koyunun zekât nisâbı (ölçüsü) kırktır. Ondan az veya çok olması ihtimâli yoktur. (Serahsî)
2. Geliri yüz bin akçeden fazla olan dirlikler. General toprağı.

HAŞEVİYYE:Allahü teâlâyı mahlûklara,yaratıklarına benzeten, madde, cism diyen bozuk fırka, topluluk.
Haşeviyye, "Rabbinin vechi bâkî kalır" meâlindeki Rahmân sûresi yirmi yedinci âyetinin ve "Allah'ın yedi onların ellerinin üstündedir" meâlindeki Tâhâ sûresi onuncu âyetinin zâhir (görünen) mânâsını kabûl ederek, Allahü teâlâya cism demişlerdir. (İmâm-ı Gazâlî)
Allahü teâlâyı mahlûklara, cisimlere benzetme fikri ilk olarak Haşeviyye tarafından ortaya atılmış, sonra bu bozuk inanış şîa ve diğer bozuk fırkalara geçmiştir. (Şehristânî)
Ehl-i sünnet âlimlerine göre; peygamberler günâh işlemekten mâsumdurlar (korunmuşlardır). Fakat bu konuda Haşeviyye aksi kanâattedir. Onlara göre peygamberler günâh işlerler. (Teftâzânî)

HÂŞİMÎ:Peygamber efendimizin dedesi Hâşim bin Abdi Menâf'ın soyundan gelen. (Bkz. Benî Hâşim)

HAŞR:Toplanma, bir araya gelme. Allahü teâlânın bütün insanları, melekleri, cinleri, şeytanları ve diğer hayvan ve kuşları, gökte, yerde, denizde ne kadar büyük ve küçük canlı var ise, hepsini kıyâmet kopmasından (dünyânın son bulmasından) sonra diriltip, dünyâda yaptıklarının hesâbını vermek üzere Arasât denilen meydanda toplaması.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Allah'tan korkun ve bilin ki muhakkak hepiniz haşr olunacaksınız. (Bekara sûresi: 203)
Doğru tüccâr, kıyâmette sıddîklar ve şehîdler ile haşr olur. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Ey ümmetim ve Eshâbım! Siz ölülerinizin kefenini bol tutunuz. Zîrâ benim ümmetim kefenleriyle haşr olunurlar. Hâlbuki başka ümmetler çıplaktırlar. (Hadîs-i şerîf-Tezkire-i Kurtubî)
Allah yolunda öldürülüp, şehîd olanlar, kıyâmet gününde, yaralarının kanı akarak gelirler. Rengi kana ve kokusu miske benzer. Allahü teâlânın huzûrunda haşr oluncaya kadar, bu hâl üzere bulunurlar. (Hadîs-i şerîf-Dürret-ül-Fâhire)

Haşr Günü:Mahlukların kabirlerinden kalkıp Arasat meydanında toplandıkları kıyâmet günü.

HAŞŞÂŞİYYE:Otçular. İnsanın ot gibi olduğunu ve öldükten sonra yok olacağını iddiâ edenler.
İnsan ölünce, cesed çürüyünce rûh yok olmaz. Ölmek, rûhun bedenden ayrılması demektir. Rûh bedenden ayrılınca, maddî olmayan âleme karışır. Kıyâmete kadar yok olmaz. Din âlimleri ve fen adamları böyle söylemiştir. Tabiatçılardan az bir kısmı bu sözbi rliğinden ayrılmış, doğru yoldan kaymıştır. Bunlar insanı çöldeki otlara benzetirler. İnsan ot gibi biter, büyür, yok olur, rûhu kalmaz derler. Böyle söyledikleri için Haşşâşîler adı ile anıldılar. İslâm âlimleri, Haşşâşîlerin düşüncelerini çeşitli delîllerle çürüttüler. (Ali bin Emrullah)

HAŞYET:Hürmetle karışık korku.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâdan (en çok) haşyet edenler âlimlerdir. (Fâtır sûresi: 28)
İlim olarak Allahü teâlâdan haşyet, cehâlet olarak gurur yeter. (Mesrûk bin Ecda')
H - 3

HARAC:Güçlük, sıkıntı, eziyet. 1. Bir farzı yapma veya haramdan sakınma esnâsında karşılaşılan güçlük.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Allah (ü teâlâ) din husûsunda üzerinize bir harâc yüklemedi. (Hac sûresi: 77)
Bir işin yapılmasında harâc bulunursa ve kendi mezhebine göre yapmaya imkân olmazsa, bu işi, başka mezhebe uyarak yapmak câiz olur. Fakat, ikinci mezhebin o işe bağlı olan şartlarını da gözetmek lâzımdır. Hanefî mezhebi âlimleri, böyle işlerde, diğer mezhebleri taklîd etmeğe fetvâ (izin) vermişlerdir. (İbn-i Âbidîn)
Her müslümanın ibâdet yaparken ve haramdan sakınırken, kendi mezhebi âlimlerinin "fetvâ böyledir", "en iyisi budur", "en doğru söz budur" gibi bildirdiklerine uyması lâzımdır. Kendi arzusu ile yaptığı bir şey, buna uymasına mâni (engel) olur ve bu mâ ni olmanın önlenmesinde harac, meşakkat bulunursa, kendi mezhebinde doğru olduğu bildirilen başka bir söze uyması lâzımdır. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
2. Müslüman olmayan vatandaşlardan seneden seneye alınan toprak vergisi.
Zor ile alınıp da, kâfirlere bırakılan veya barış yoluyla alınıp, kâfirlerin olan topraklardan harac alınır. (İbn-i Âbidîn)

HARÂM:Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde yapmayınız diye açıkça yasak ettiği şeyler.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
De ki, Rabbim; bütün fuhşiyâtı (küfür ve nifakı) açığını ve gizlisini, her türlü günâhı, haksız isyânı ve Allahü teâlâya hiçbir zaman bir burhan indirmediği herhangi bir şeyi ortak koşmanızı ve bilmediğiniz şeyleri Allahü teâlâya isnâd etmenizi, harâm etti. (A'râf sûresi: 33)
Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri harâmdır. Sonra ellerini kaldırıp, duâ ederler. Böyle duâ nasıl kabûl olunur? (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
İnsan, harâm işlemeği kalbinden geçirir, Allah'tan korkarak yapmazsa, hiç günâh yazılmaz. Harâmı işleyince, bir günâh yazılır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Allahü teâlâ, harâm olan şeylerde size şifâ yaratmamıştır. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Harâmlardan sakınmak, akıllıların şânından, şereflilerin tabiatındandır. (Hazret-i Ali)
Harâmda şifâ yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)
Harâmdan bir altını sâhibine vermek, yüz altın sadaka vermekten fazîletlidir, iyidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Dünyâda harâm işleyen kimse, âhirette ondan mahrûm kalır. Burada helâl şeyleri kullananlar, orada o şeylerin hakîkatine kavuşur. Meselâ, bir erkek dünyâda harâm olan ipeği giyerse, âhirette ipek giymekten mahrûm edilir. İpek ise, Cennet elbisesidir. O hâlde, bu günâhtan temizlenmedikçe, Cennet'e girilemez demektir. Cennet'e giremeyen de Cehennem'e gider. Çünkü, âhirette, bu ikisinden başka yer yoktur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Harâm li Aynihi:Kendileri harâm olan şeyler.
Leş, domuz eti, şarab gibi Allahü teâlâ tarafından harâm edilen şeyler harâm li aynihidir. Bunlara helâl demek küfr olur, îmânın gitmesine sebeb olur. (Muhammed Hâdimî)

Harâm li Gayrihi:Aslı harâm olmayıp, sonradan hâsıl olan bir sebepten dolayı harâm olan şey.
Bir kimsenin bir kişinin bağına girip, sâhibinin izni olmadan meyve koparıp yimesi, ev eşyâsını ve parasını çalıp harcaması harâm li gayrihidir. Bunları yapan kimse, yaparken Besmele söylese, yâhut helâldir derse kâfir olmaz. (Muhammed Hâdimî)

Harâm Lokma:Helâl olmayan ve dînen yenmesi yasaklanan yiyecek.
Vücûduna harâm lokma karışmış bir kimse, namazdan tad duymaz. (Behâeddîn-i Buhârî)
Mîde yenilen şeylerin toplandığı yerdir. Oraya helal lokma koyarsan, âzâlardan sâlih (iyi) ameller, işler meydana gelir. Şüpheli lokma koyarsan, âzâlar Allah yolunda amel etmekte şüpheye düşerler. Eğer harâm lokma koyarsan, o lokma seninle Allahü teâ lâ arasında bir perde olur ve Cenâb-ı Hakkın beğendiği yolda yürümen mümkün olmaz. (Ebû Bekr-i Dükkî)
Alış veriş ilmini bilmiyen harâm lokma yemekten kurtulamaz. Harâm lokma yiyen ise, ibâdetlerin sevâbını bulamaz. (Ahî Evran)

HARBÎ:İslâm devleti ile harb halinde bulunan gayr-i müslimlere âit ülke halkından olan kimse.
Bir harbî emân (izin, pasaport) ile İslâm ülkesine girerse malına, canına dokunulmaz. (İbn-i Âbidîn)
Âşir (gümrük vergisini ve zekâtı toplayan me'mur) kendisine uğrayan harbîden, mensûb olduğu devlet, müslüman tüccardan ne kadar vergi alırsa, o kadar alır. Ne kadar aldıkları bilinmiyorsa, onda bir alır. (İmâm-ı Serahsî)

HAREM:
1. Mekke-i mükerreme şehrinden biraz daha geniş olup, hudûdunu İbrâhim aleyhisselâmın diktiği taşların gösterdiği yer, alan. Bu sâha içine gayr-i müslimlerin girmesi yasak ve ihrâmlı iken bâzı işleri yapmak harâm olduğu için Harem denilmiştir.
Hac için, ömre için, ticâret için veya herhangi bir şey için uzaktan gelenlerin Mîkat (ihrâma girilen yer) denilen yerleri ihrâmsız (iki parçadan meydana gelen dikişsiz elbiseyi giymeden) geçerek Harem'e girmeleri harâmdır. Mîkat'tan geçerken bir iş için Hill'de (Mîkat yeri ile Harem sınırı arasındaki yerde) kalmağı niyet edenlerin ve Hill'de oturanların hacdan başka niyetle Harem'e girmeleri câizdir. (İbn-i Âbidîn)
İhrâma giren kimseye bâzı şeyler yasak olur. Meselâ karadaki av hayvanlarını öldürmesi, dikilmiş elbise giymesi, bir yerini traş etmesi, kavga ve münâkaşa etmesi, tırnak kesmesi, Harem'de kendiliğinden biten ot ve ağaçları koparması ve kesmesi harâm olur. Bunları bilerek veya bilmeyerek unutarak yapanlara kurban, sadaka cezâları vâcib olur. (Muhammed Mevkûfâtî)
2. Müslümanların evlerinde, saray, konak ve benzeri yerlerde sâdece kadınların oturması için ayrılmış oda, dâire. Bu oda veya dâireye haremlik de denir.
Müslümanların evleri iki kısımdır. Harem (haremlik) ile selâmlık. Harem kısmı yalnız kadınlara âittir. Buraya hiçbir erkek giremez. Evin erkeği veya mahrem (evlenilmesi harâm olan) erkeklerden birisi gireceği zaman mutlaka evin hanımının haberi olur. (Mustafa Sabri Efendi)
3. Zevce, hanım.

Harem-i Şerîf:Müslümanların kıblesi olan Kâbe-i muazzamanın ortasında yeralan etrâfı kubbeli revaklarla çevrili mescid. Kâbe'nin etrâfı. (Bkz. Mescid-i Harâm)

HAREMEYN:Hürmete ve saygıya lâyık iki belde. Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverenin ikisine verilen ad. Mekke-i mükerremede Kâbe-i muazzama, Medîne-i münevverede sevgili Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek kabr-i şerîfi bulunduğu için her ikisine saygı ve hürmet duyulması gereken yer mânâsına Haremeyn denilmiştir.
Osmanlı sultanlarının herbirinin Haremeyn'e pekçok hizmetleri olmuştur. Bu sebeple onlar kendilerine Hâkim-ül-haremeyn (Haremeyn'in hâkimi) yerine Hâdim-ül-haremeyn (Haremeyn'in hizmetçisi) denilmesini istemişlerdir. Yavuz Sultan Selîm Han, Mısır'ı f eth ettiği zaman hutbede kendi ismini Hâkim-ül-haremeyn olarak okuyan hatîbe îtirâz ederek; "Biz Haremeyn'in (bu iki mübârek şehrin) hâkimi olamayız. Ancak Hâdim-ül-haremeyn yâni Haremeyn'in hizmetçisi oluruz" dedi. Kâbe'nin içini süpürmeye mahsûs olan süpürgelerden birisi kendisine getirilince, süpürgeyi bir tâc gibi kaldırarak başına koydu. Kendilerinden sonra gelen sultanların taclarına koydukları süpürge şeklindeki sorguç buradan gelmektedir. (İslâm Târihi Ansiklopedisi) Ey bâd-ı sabâ uğrarsa yolun semt-i Haremeyn'e Benden selâm söyle Resûlüs Sekaleyn'e
(Lâ Edrî)

HÂRİCÎLER:Sıffîn muhârebesinde, taraflar hakem tâyinine râzı olup anlaşmayı kabûl ettiği için hazret-i Ali'nin ordusundan ayrılarak "Hâkim ancak Allah'tır. Hazret-i Ali iki hakemin hükmüne uyarak halîfeliği hazret-i Muâviye'ye bırakmakla büyük günah işledi" di yen ve kendileri gibi düşünmeyen Eshâb-ı kirâm ile diğer müslümanlara kafir diyen sapık fırka.
Hâricîler, müteşâbihâtı (birkaç mânâ çıkarılabilen delilleri) te'vil ediyorlar. Yâni bâzı âyet-i kerîmelere ve mütevâtir olan (yalan üzerinde birleşmesi mümkün olmayan topluluklar tarafından bildirilen) hadîs-i şerîflere açık ve meşhûr olmayan mânâla r veriyorlar. Hâricîler gibi şüpheli delilleri yanlış te'vil edenlere, müctehîd olan fıkıh âlimleri kâfir demediler. Fakat âsî (günahkâr), bid'at ehli ve sapık olduklarını söylediler. (İbn-i Âbidîn)
Hâricîlerin temel görüş ve düşünceleri şöyle özetlenebilir: Hazret-i Osman, hazret-i Ali, Amr bin Âs, Ebû Mûsâ el-Eş'arî, hazret-i Âişe, Talhâ, Zübeyr (r.anhüm) ile Sıffîn muhârebesinde hakemlerin hükmüne râzı olanları kâfir bilirler. Büyük günâh işl eyen kâfirdir diyerek böylelerinin ebedî cehennemlik olduğunu söylerler. Zâlim imâma (devlet başkanına) karşı çıkmayı vâcib sayarlar. (Abdülkâhir Bağdâdî)

HÂRİKULÂDE:Olağanüstü. İnsan gücünün üzerinde, insanı hayrette bırakan âdet dışı şaşılacak iş.
İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi içinde (bir sebeple) meydana gelmektedir. Allahü teâlâ sevdiği kullarına ikrâm ve en azılı düşmanlarını aldatmak için, bunlara âdetini bozarak hârikulâde şeyleri yaratmıştır. Hâr ikulâde şeyler peygamberlerde görülürse mûcize, evliyâ denilen diğer sevdiği kullarında görülürse kerâmet denir. Hârikulâde şeylerin peygamberlerde görülmesi lâzımdır. Evliyâda ise, şart değildir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Müslümanlar arasında evliyâ olmayanlardan meydana gelen hârikulâde hallere firâset; fâsıklardan ve kâfirlerden meydana gelenlere de istidrâc ve sihr, yâni büyü denir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

HARÎS:Hırslı, bir şeye çok düşen, istekli.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Andolsun ki size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O'na çok ağır gelir. Çünkü O sizin hidâyetiniz için çok harîstir, mü'minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir. (Tevbe sûresi: 128)
İki harîs doymaz. Biri ilmin harîsi, diğeri de malın harîsidir. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Ey oğul! Gönlün ferah olup, duânın makbûl olmasını istersen; dünyâya harîs olmayan, her işi Allah rızâsı için yapan âlimlerle berâber ol. (Süleymân bin Cezâ)

HASEB:Şeref, asâlet, ahlâk ve soy temizliği.
Kişinin hasebi ahlâkıdır, keremi dînidir. (Hadîs-i şerîf-Nihâye)
Baktım ki, insanlardan her biri mal, haseb, şeref ve neseb aramaktadır. Anladım ki bunlar bir şey değil. "Allah katında en üstününüz en çok korkanınızdır." (Hucurât sûresi: 13) meâlindeki âyet-i kerîme'ye baktım Allah katında üstün olmak için malı, h asebi, makâmı değil, takvâyı (Allahü teâlâdan korkarak harâmlardan sakınmayı) seçtim. (Hâtim-i Esam)

HASED:Kıskanmak, çekememek. Allahü teâlânın bir kimseye ihsân ettiği nîmetin, onun elinden çıkmasını istemek. Zararlı bir şeyin ondan ayrılmasını istemek, hased olmaz, gayret olur.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Hased ettiği zaman hasedcinin şerrinden karanlığı yırtan nûrun Rabbine sığınırım. (Felâk sûresi: 5)
Hased etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateşin odunu yok etmesi gibi hased de iyilikleri yok eder. (Hadîs-i şerîf-Mişkat)
Geçmiş ümmetlerden iki kötülük sizlere bulaştı. Hased ve kazımak. Bu sözümle onların başlarını kazıdıklarını anlatmak istemiyorum. Dinlerinin kökünü kazıyıp yok ettiklerini söylüyorum. Yemîn ederim ki, îmânı olmayan, Cennet'e girmeyecektir. Birbiriniz ile sevişmedikçe, îmâna kavuşamazsınız. Sevişmek için, çok selâmlaşın. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hasedden daha kötü bir şey yoktur. Çünkü hased eden kimse, şu beş kötülüğün içine düşer: 1) Bitmeyen gam ve kedere tutulur. 2) Hased etmesi, onun için sevâbı olmayan bir musîbet olur. Onun günâha girmesine yol açar, 3) Hasedinden dolayı kınanır, ayıp lanır, 4) Allahü teâlâ ona gazab eder. 5) Allahü teâlânın yardım ve ihsân kapıları kendisine kapanır. (Ebü'l-Leys Semerkandî)
Hased eden insan, Allahü teâlânın kendisine verdiği şeylere râzı olmaz. Böyle kimseden Allahü teâlâ râzı olmaz. Allahü teâlânın bir insandan râzı olmaması ise, felâketlerin en büyüğüdür. Artık o insan, dünyâ ve âhirette de hüsran içindedir, yâni zara rdadır. (Muhammed Akkermânî)
Bütün kötülüklerin başı, kaynağı üçtür: Hased, riyâ (gösteriş) ve ucb (kendini ve yaptığı işleri beğenme). Kalbini bunlardan temizlemeğe çalış. (İmâm-ı Gazâlî)
Hased edenin ömrü üzüntü ile geçer. Hased ettiği kimsede nîmetin azalmadığını, hattâ arttığını görerek sinir buhranları geçirir. Hasedden kurtulmak için ona hediye göndermeli, onu medhetmeli, ona karşı tevâzu göstermeli, onun nîmetinin artmasına duâ etmelidir. (M. Hâdimî)
Bütün sebeblerden doğan düşmanlığın giderilmesi mümkünse de hased sebebiyle olan düşmanlığın yok olması mümkün değildir. O; dehşetli, korkunç, müzmin bir hastalıktır. Hasedin ilâcı, hased edilen kimsenin gıyâbında (arkasından) nîmetinin artmasına duâ etmek, yüzüne karşı sevgi ve dostluk göstermektir. (Abdülhakîm Arvâsî)

HASEN HADÎS:Bildirenler sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olup, fakat hâfızası (anlayışı) sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan râvîlerin, kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîf. (Bkz. Hadîs)

HASENÂT:Allahü teâlânın beğendiği işler, iyilikler. Hasenenin çokluk şekli.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Hasenât, günahları yok eder. (Hûd sûresi: 115)
Sıcak su, buzu erittiği gibi, iyi huy da hatâları eritir. Sirke balı bozduğu gibi, kötü huy, hayrâtı hasenâtı yok eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hased etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateşin odunu yok ettiği gibi, hased de hasenâtı yok eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Allah için yapılmayan hayrât ve hasenât ve ibâdetler kabûl edilmez. (Muhammed Hâdimî)
Harâm para ile hayrât, hasenât yapmak, pisliği idrar ile yıkayıp temizlemek gibidir. (Süfyân-ı Sevrî)

HASENE:
1. İyilik, sevâb.
Allahü teâlânın korkusundan kötülüğü terkeden kimseye bir hasene yazılır. Fakat başka bir sebeple terkederse hasene yazılmaz. (İmâm-ı Gazâlî)
2. İlim, ibâdet, Cennet.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey Rabbimiz bize dünyâda hasene ver. Âhirette de hasene ver. (Bekara sûresi: 201)

HASENEYN:Peygamber efendimizin mübârek iki torunu hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn.
Allah'ım ben bu ikisini (Haseneyni) seviyorum, sen de sev. Onları sevmeyeni sen de sevme. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed ibni Hanbel)
Bir gün Resûlullah'ın yanına gitmiştim. Haseneyn önünde oynuyorlardı. Yâ Resûlallah!Bunları çok mu seviyorsun?" dedim. "Nasıl sevmem? Bunlar benim dünyâda öpüp kokladığım iki Reyhânımdır" buyurdu. (Ebû Eyyûb-i Ensârî)

HASÎB (El-Hasîb):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her mahlûkun (yaratılmışın) varlığına, varlığının devâmına, âhirette hesâbını görmeğe kâfi olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O peygamberler ki, Allah'ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ ederler ve O'ndan korkarlar. Hasîb olarak Allahü teâlâ kâfidir. (Ahzâb sûresi: 39)
Şânı yüce olan Allahü teâlâ, her şeyi hasîbdir. Bu öyle bir vasıftır ki, O'nun hakîkati Allahü teâlâdan başkası için düşünülemez. Allahü teâlâdan başka hiçbir varlık tam ve hakîkî mânâsıyla hasîb olamaz. Allahü teâlâ sâdece eşyânın bir kısmını değil, tek başına her şeyi hasîbdir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

HASÎS:Parasını ve malını harcamamak için her türlü sıkıntıya, eziyete katlanan, paraya, mala aşırı düşkün olan; dînen verilmesi îcâb edeni, zekâtı ve sadakayı vermeyen, pinti, eli sıkı olan, bahîl, malda ve ilimde cimrilik eden. (Bkz. Cimri)
Hasîs olanlar, her ne kadar zâhid (dünyâyı istemiyor) olsalar da Cennet'e giremezler. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Ahlâk-ı zemîme (kötü ahlâk) olan dört şeyden vazgeç, onlardan çok sakın. Bunlar: Çok mal toplayıp yememek, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya sarılmak, hasîs olmak, harîs (dünyâya düşkün) olmak. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Hasîslerin en fenâsı, müslümanlara emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapmayanlar, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmeyenler, onlara dinlerini öğretmeyenler veya yanlış öğretenlerdir. (Ahmed Rıfat)
Günahların büyüğü üçtür: Hasîslik, hased (çekememezlik) ve riyâ (gösteriş). (İmâm-ı Gazâlî)

HASLET:İnsanın yaratılışındaki huy, mîzâc, tabîat, karakter.
Şu dört haslet kimde varsa o hâlis münâfıktır. Bunlardan bir tânesi kendisinde bulunan kimse, onu terk etmedikçe, kendisinde münâfıklıktan bir haslet bulunur. Birincisi emânete hıyânet etmek, ikincisi konuşunca yalan söylemek, üçüncüsü sözünde durmamak, dördüncüsü başkalarına devâmlı kötülük yapmak. (Hadîs-i şerîf-Tebyîn)
Kimde şu dört haslet bulunursa, bu hasletler o kimseyi yüksek derecelere kavuşturur. Hem Allah katında, hem de insanlar yanında kıymeti çok olur. Birincisi hilm (yumuşaklık), ikincisi ilim, üçüncüsü cömertlik, dördüncüsü güzel ahlâk sâhibi olmak. (Cüneyd-i Bağdâdî)
Türkleri maddeten yıkmak ve ezmek mümkün değildir. Çünkü Türkler, müslüman oldukları için çok sabırlı ve mukâvemetli (dayanıklı) insanlardır. Kuvvetli îmân sâhibidirler. Çok çalışkan ve zekîdirler. Bu hasletleri; dinlerine bağlılıklarından, kadere rı zâ göstermelerinden, devlet adamlarına itâat duygularından gelmektedir. Türkleri parçalamanın ve yenmenin tek yolu; evvelâ itâat duygusunu kırmak ve mânevî bağlarını parçalamak, dînî metânetlerini (sağlamlığını) zaafa uğratmak (zayıflatmak)tır. Bunun da en kısa yolu, millî geleneklerine ve mânevî duygularına uymayan hâricî (yabancı) fikirler ve hareketlere alıştırmaktır... (Patrik Gregoryus-Rus sefîri İgnatiyef'in hâtıralarından)

HÂSS:
1. Tek başına bir mânâ karşılığında konmuş lafız (söz).
Hâss, kat'î (kesin) mânâ ifâde eder. Sözden maksat, tek şeydir. Ahmed, Yûsuf gibi özel isimler; insan, ağaç, meyve gibi cins isimler; bir, iki, üç gibi sayı isimleri hep hâss lafızlardır. "Her kırk koyunda bir koyun zekât olarak verilir" hadîs-i şerîfinde; kırk, hâss lafızdır. Bu sebeple koyunun zekât nisâbı (ölçüsü) kırktır. Ondan az veya çok olması ihtimâli yoktur. (Serahsî)
2. Geliri yüz bin akçeden fazla olan dirlikler. General toprağı.

HAŞEVİYYE:Allahü teâlâyı mahlûklara,yaratıklarına benzeten, madde, cism diyen bozuk fırka, topluluk.
Haşeviyye, "Rabbinin vechi bâkî kalır" meâlindeki Rahmân sûresi yirmi yedinci âyetinin ve "Allah'ın yedi onların ellerinin üstündedir" meâlindeki Tâhâ sûresi onuncu âyetinin zâhir (görünen) mânâsını kabûl ederek, Allahü teâlâya cism demişlerdir. (İmâm-ı Gazâlî)
Allahü teâlâyı mahlûklara, cisimlere benzetme fikri ilk olarak Haşeviyye tarafından ortaya atılmış, sonra bu bozuk inanış şîa ve diğer bozuk fırkalara geçmiştir. (Şehristânî)
Ehl-i sünnet âlimlerine göre; peygamberler günâh işlemekten mâsumdurlar (korunmuşlardır). Fakat bu konuda Haşeviyye aksi kanâattedir. Onlara göre peygamberler günâh işlerler. (Teftâzânî)

HÂŞİMÎ:Peygamber efendimizin dedesi Hâşim bin Abdi Menâf'ın soyundan gelen. (Bkz. Benî Hâşim)

HAŞR:Toplanma, bir araya gelme. Allahü teâlânın bütün insanları, melekleri, cinleri, şeytanları ve diğer hayvan ve kuşları, gökte, yerde, denizde ne kadar büyük ve küçük canlı var ise, hepsini kıyâmet kopmasından (dünyânın son bulmasından) sonra diriltip, dünyâda yaptıklarının hesâbını vermek üzere Arasât denilen meydanda toplaması.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Allah'tan korkun ve bilin ki muhakkak hepiniz haşr olunacaksınız. (Bekara sûresi: 203)
Doğru tüccâr, kıyâmette sıddîklar ve şehîdler ile haşr olur. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Ey ümmetim ve Eshâbım! Siz ölülerinizin kefenini bol tutunuz. Zîrâ benim ümmetim kefenleriyle haşr olunurlar. Hâlbuki başka ümmetler çıplaktırlar. (Hadîs-i şerîf-Tezkire-i Kurtubî)
Allah yolunda öldürülüp, şehîd olanlar, kıyâmet gününde, yaralarının kanı akarak gelirler. Rengi kana ve kokusu miske benzer. Allahü teâlânın huzûrunda haşr oluncaya kadar, bu hâl üzere bulunurlar. (Hadîs-i şerîf-Dürret-ül-Fâhire)

Haşr Günü:Mahlukların kabirlerinden kalkıp Arasat meydanında toplandıkları kıyâmet günü.

HAŞŞÂŞİYYE:Otçular. İnsanın ot gibi olduğunu ve öldükten sonra yok olacağını iddiâ edenler.
İnsan ölünce, cesed çürüyünce rûh yok olmaz. Ölmek, rûhun bedenden ayrılması demektir. Rûh bedenden ayrılınca, maddî olmayan âleme karışır. Kıyâmete kadar yok olmaz. Din âlimleri ve fen adamları böyle söylemiştir. Tabiatçılardan az bir kısmı bu sözbi rliğinden ayrılmış, doğru yoldan kaymıştır. Bunlar insanı çöldeki otlara benzetirler. İnsan ot gibi biter, büyür, yok olur, rûhu kalmaz derler. Böyle söyledikleri için Haşşâşîler adı ile anıldılar. İslâm âlimleri, Haşşâşîlerin düşüncelerini çeşitli delîllerle çürüttüler. (Ali bin Emrullah)

HAŞYET:Hürmetle karışık korku.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâdan (en çok) haşyet edenler âlimlerdir. (Fâtır sûresi: 28)
İlim olarak Allahü teâlâdan haşyet, cehâlet olarak gurur yeter. (Mesrûk bin Ecda')
H - 4

HÂTEM-ÜL-ENBİYÂ:Peygamberlerin sonuncusu Muhammed aleyhisselâm.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Muhammed (aleyhisselâm) sizin yetişkin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat O, Allah'ın Resûlü (peygamberi) ve Hâtem-ül-enbiyâdır (son Peygamberdir) . Allah her şeyi hakkıyla bilendir. (Ahzâb sûresi: 40)
Ben, Hâtem-ül-enbiyâyım (peygamberlerin sonuncusuyum). Benden sonra peygamber gelmeyecektir. Eğer benden sonra peygamber gelseydi, Ömer peygamber olurdu. (Hadîs-i şerîf-Savâık-ul-Muhrika)
Peygamber efendimizin nûru, Âdem aleyhisselâmdan beri temiz ana ve babalardan (evlâddan evlâda) geçerek asıl sâhibi olan Hâtem-ül-enbiyâya gelmiştir. (Kastalânî, Senâullah Dehlevî)
Peygamberlik makâmı da dört derecedir. Birincisi Nebîler, ikincisi Resûller, üçüncüsü Ülü'l-azm peygamberler (Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâm). Dördüncü derece Hâtem-ül-enbiyâlık derecesi olup, Muhammed aleyhisselâma mahsustu r. (M. Hâdimî)

HATENEYN:İki dâmât; Resûlullah efendimizin iki mübârek dâmâdı olan hazret-i Osman ile hazret-i Ali.
Ehl-i sünnet ve cemâat (doğru yolun) âlimleri, Hateneyn'i sevmek lâzım geldiğini bildirmişlerdir. Böylece, bir câhilin çıkıp da Resûlullah'ın Eshâb-ı kirâmına (arkadaşlarına) dil uzatmasını önlemişlerdir. Resûlullah'ın halîfelerinden, vekîllerinden b irine düşmanlık edilmesine fırsat bırakmamışlardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Ben Şeyhayn'i (hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'i) üstün tutarım. Hateneyn'i severim. (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe)
Şeyhayn ve Hateneyn'i sevmek, Ehl-i sünnet'in şiârı, alâmetidir. ( Ö mer Nesefî)

HÂTIR:Kalbe gelip bir müddet kalan düşünce. (Bkz. Havâtır)
Kalbe gelen düşüncelerden; birincisi kalpte durmaz giderilir. Buna hâcis denir. İkincisi, hâtırlardır. Üçüncüsü, yapmak ile yapmamak arasında tereddüt olunur. Buna hadîs-ün-nefs denir. Bunları melekler yazmaz. (Abdülganî Nablüsî)
İslâmiyet'e uymayan hâtırlar bâtıldır, bozuktur. Şeytan tarafından gelen hâtırların hepsi günâha dâvettir. (S. Abdülhakîm)
Hâtırların zararlısı Allahü teâlâyı unutturanlardır. (İmâm-ı Rabbânî)

Hâtır-ı Melekânî:İbâdete, tâate rağbet etmeye dâir insanın kalbine melek tarafından getirilen düşünce. Buna ilhâm da denir. (Bkz. İlham)

Hâtır-ı Nefsânî:Kötülükleri istiyen nefs tarafından kalbe getirilen düşünce. Buna hâcis denir. (Bkz. Hâcis)

Hâtır-ı Rahmânî:Gafletten uyanmak, kötü yoldan doğru yola kavuşmaya dâir Allahü teâlâ tarafından kalbe gelen düşünce. Buna hak hâtır (doğru düşünce) denir.

Hâtır-ı Şeytânî:Günâhı beğenmeye, süslemeye, güzel göstermeye dâir kalbe şeytan tarafından getirilen düşünce. Buna vesvese denir. (Bkz. Vesvese)

HATÎB:Câmide müslümanlara dînî nasîhat eden ve hutbe okuyan.
Bir kimse gusl abdesti alır, sonra Cumâ'ya gelir, kendisine mukadder (farz) olan namazı kılar, sonra hatîb hutbesini bitirinceye kadar susar, sonra imâmla berâber namaz kılarsa, onunla diğer Cumâ arasındaki günahları ile berâber, üç günlük fazlasının günâhları da afv ve mağfiret olunur. (Hadîs-i şerîf-Meşârık)
Hutbe ile namaz arasında hatîb efendinin, dünyâ işlerinden söylemesi tahrîmen mekrûhtur (harâma yakın günahtır). (İbn-i Âbidîn)

HATÎM:Kâbe'nin şimâl (kuzey) duvarı hizâsında yarım dâire şeklindeki duvarcık ile Kâbe-i muazzama arasında kalan yer.
İsmâil aleyhisselâmın ve annesi hazret-i Hacer'in kabri, Hatîm'dedir. (Alâüddîn-i Haskefî)
Tavâf ederken (Kâbe'nin etrâfında dolaşırken) Hatîm duvarının dışından dolaşılır. Mescid-i Harâm'da (Kâbe avlusunda) kılınan namazların en kıymetlisi (sevâbı en çok olanı), Hatîm'de kılınan namazdır. (İbn-i Âbidîn)

HÂTİME:Bir şeyin son durumu. (Bkz. Hüsnü Hâtime ve Sû'i Hâtime)

HATM:Kur'ân-ı kerîmi başından (Fâtiha sûresinden başlıyarak) sonuna (Nâs sûresine) kadar okumak.
İnsanların en iyisi hatmi bitirince, yeniden başlayandır. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Kur'ân-ı kerîmi hatm edenin duâsı kabûl olunur. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Hibbân)
Kur'ân-ı kerîmi hatmeden kimseye altmış bin melek hayr duâ eder. (Hadîs-i şerîf-Hazînet-ül-Esrâr)
Hatm duâsı yapılan yerde bulunan, ganîmet dağıtılırken bulunan kimse gibidir. Hatme başlanan yerde bulunan, cihâd eden (Allah yolunda harbeden) kimse gibidir. İkisinde de bulunan her iki sevâba da kavuşur ve şeytanı rezîl eder. (Hadîs-i şerîf-Hazînet-ül-Esrâr)
Ramazân ayında hatm okumak mühim sünnettir. (Ahmed Fârûkî)
Hatm sonunda yapılan duâ kabûl olunur. ( Seyyid Alizâde)
Resûlullah efendimiz Mekke'de bulunduğu sırada rivâyete göre bir müddet vahy gelmemişti. Bu sebeple müşrikler; "Rabbi, Muhammed'i terk etti, O'na darıldı" diyerek, Peygamber efendimizi üzmeye, müslümanlar arasında fitne çıkarmaya çalışıyorlardı. O za man Duhâ sûresi nâzil oldu. Bu sûre nâzil olunca, Resûlullah efendimiz sevincinden; "Allahü ekber" buyurdu. Bu sebeple Mekke halkı, Kur'ân-ı kerîmi hatmederken, Duhâ sûresinden îtibâren Nâs sûresine kadar her sûrenin sonunda "Allahü ekber" demeyi âde t edinmişlerdir. (İbn-i Abbâs, Kurtubî, Süyûtî, Hâzin, Celâleyn).

Hatm-ı Hâcegân:Nakşibendiyye yolunda fâidesi, feyz ve bereketi çok olan bir vazîfe. Bu yolun veya ona bağlı kolun büyüğünün koyduğu evrâdın (Belli zikr ve duâların okunmasının) toplu veya yalnız olarak yerine getirilmesi.

Hatm-i Tehlîl:Yetmiş bin adet kelime-i tevhîd yâni "Lâ ilâhe illallah" okumak. Kelime-i tevhîde, kelime-i tayyibe de denir.
Bir kimse, kendisi veya başkası için yetmiş bin adet kelime-i tevhîd (kelime-i tayyibe) okursa, günâhları affolur. (Hadîs-i şerîf-Makâmât-ı Mazhariyye)
Hatm-i tehlîl yapıp, sevâbını ölülerin rûhlarına hediye etmek çok faydalıdır. (Ahmed Fârûkî)
Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretleri, bir kadının kabri yanına oturmuştu. Kabre yüzünü dönüp, hâtırına başka bir şey getirmeyip; yalnız onu düşündü. "Bu mezârda Cehennem ateşi var. Kadının îmânlı olmasında şüphe ediyorum. Rûhuna, hatm-i tehlîl sevâbı bağı şlayacağım. Îmânı varsa, affolur" buyurdu. Hatm-i tehlîlin sevâbını bağışladıktan sonra; "Elhamdülillah îmânı varmış, kelime-i tayyibe te'sirini gösterip azâbdan kurtuldu" buyurdu. (Abdullah-ı Dehlevî)

HAVÂLE:Borçlunun, alacaklıya, borcumu falan kimseden al deyip, alacaklının, bu teklife, sözleşme yerinde râzı olması. Ciro etme.
Havâle, havâleyi yapan ile kabûl eden arasında yapılabilir. Bir kimse birine benim falanda olan şu kadar kuruş alacağımı havâle yoluyla sen üzerine al dese, o kimse de bu havâleyi kabûl etse, bu havâle sahîh (doğru) olur. Veyâ filândan şu kadar alaca ğı benim üzerime havâle et dese, o kimse de kabûl etse, havâle sahîh olur; kendisine havâle olunan kimse pişman dahî olsa fayda vermez. (Ali Haydar Efendi)

HAVÂRÎ:Yardımcı. Îsâ aleyhisselâma îmân eden on iki kişiden her biri.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Hani havârîlere; "Bana ve Resûlüme îmân edin" diye ilhâm etmiştim. "Îmân ettik, hakîki müslümanlar olduğumuza sen de şâhid ol" demişlerdi. O vakit havârîler; "Ey Meryem oğlu Îsâ! Rabbin bizim üstümüze gökten bir sofra indirebilir mi?" demişlerdi. O (da) Eğer inanmış (adam) larsanız Allah (ın kudretinden ve peygamberliğimden şüpheye sapmak) tan korkun" demişti. (Mâide sûresi: 111-112)
Ey îmân edenler! Allah'ın yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu Îsâ (da) havârîlerine; "Allah'a (yönelmiş olarak) benim yardımcılarım kim (olacak) demiş, havârîler de; "Allah'ın yardımcı (kul) ları biziz (diye) söylemişlerdi. İşte İsrâiloğullarından bir zümre (ona) îmân etmiş, bir zümre de küfürde kalmıştı. Nihâyet biz îmân edenleri düşmanlarına karşı destekledik de bu sûretle gâlib (olarak) çıktılar. (Sâf sûresi: 14)
Îsâ aleyhisselâm otuz yaşında peygamber oldu. Otuz üç yaşında diri olarak göğe kaldırılınca, havârîler dağılıp bu yeni dîni yaymaya çalıştılar. Sonra İncîl diye çeşitli kitaplar yazıldı. Bunlar Îsâ aleyhisselâmı anlatan târih kitaplarına benzer idi. Asıl İncîl, ele geçmemiştir. Îsâ aleyhisselâmdan sonra dînini yayan ve Havârî adı verilen bu kimseler; Şem'un (Petrus), Yuhanna(Jahannes), Büyük Yâkûb, Petrus'un kardeşi olan Andreas, Filip (Philippus), Toma(Thomas), Bartalomi (Bartalomaus), Metiyya (Matthaus), Küçük Yâkûb, Barnabas, Yehûda (Judas) idi. (Yehûda mürted oldu (dinden çıktı). Yerine Matyes seçildi). Havârîlerin reisleri Petrus idi. (Nişâncızâde, Harputlu İshâk Efendi, Abdullah Dağıstânî)
Bolüs adında bir yahûdî, hazret-i Îsâ'ya inandığını söyleyerek ve Îsevîliği yaymaya çalışıyor görünerek gökten inen İncîl'i yok etti. Dört kişi ortaya çıkıp, on iki havârîden işittiklerini yazarak İncîl adında dört kitab meydana geldi ise de Bolüs'ün yalanları bunlara da karıştı. Barnabas adındaki havârî, Îsâ aleyhisselâmdan görüp işittiklerini en doğru şekilde yazdı ise de, Barnabas İncîli de yok edildi. (Harputlu İshak Efendi, Nişâncızâde)

HAVÂSS:Seçilmişler. İlimde ve tasavvuf yolunda yüksek dereceye ulaşmış olan zâtlar.
Sultanlar, milletin malını zâlimler ve haydutlardan korudukları gibi; havâss da, avâmın (dînî ilimlerden haberi olmayan câhillerin) îtikâdını (inancını) bid'atçilerin (sapıkların) şerrinden korurlar. (İmâm-ı Gazâlî)
Üç çeşit oruç vardır: Birincisi avâmın yâni câhillerin orucudur. Bunların orucu; yimek, içmek gibi şeylerle bozulur. İkinci derece, havâssın orucudur. Bunların orucu, fıkh kitaplarında bildirilen şeylerle bozulduğu gibi gıybet (başkasının dedi-kodusu nu yapmak), yalan söylemek, söz taşımak ve harâma bakmakla bozulur. Üçüncü derecede de Ehass-ül-havâssın (cenâb-ı Hakk'a yakınlık kazananların en hâlisi olanların) orucudur ki, bunların orucu, Allahü teâlâdan başka bir şeyin kalbe girmesi ile bozulur. (İmâm-ı Gazâlî)
Avâmın tövbesi günâhtan; havâssın tövbesi gafletten Allahü teâlâyı unutmaktandır. (Zünnûn-i Mısrî)
Havâss, iyi amelleri (güzel işleri) kendilerinden değil, Allahü teâlâdan bilir. (Ebû Osman Mağribî)

HAVÂTIR:İnsanın kalbine gelen düşünceler. (Bkz. Hâtır)
Havâtır, bâzan Allahü teâlânın insanın kalbinde meydana getirdiği şeyler olur. Bunlara hak, doğru havâtır denir. Bâzan melekler vâsıtasıyla gelir. Buna ilhâm denir. Bâzan, şeytan onları insanın kalbine atar, buna vesvese denir. Bâzan da nefsin kendi kendine çıkardığı şeyler olur ki, buna hevâcis denir. (Hâdimî)
Melek tarafından olan havâtırın doğruluğuna alâmet, dîne uygun olmasıdır. Dîne uygun olmayan havâtır bâtıldır, bozuktur, denilmiştir. Şeytan tarafından gelen havâtırın çoğu günahlara dâvet eder. Bâzan şeytandan gelen havâtır, tâat ve ibâdet gibi görü nürse de yine o gizli bir günâha, isyâna dâvettir. Bunlar şeytanın gizli tuzaklarındandır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Havâtır ve niyetlerimi önce kitap ve sünnet ile karşılaştırıyorum. Bu iki âdil şâhide uygun olanları söylüyor ve yapıyorum. (Ebû Süleymân Dârânî)
Havâtır nefse acı gelirse, hayr olduğu; tatlı gelir hemen yapmak isterse şer (kötü) olduğu anlaşılır. Bunu anlamak için İslâmiyet'e uygun olup olmadığına bakılır. Anlaşılmazsa, sâlih (günâh işlemeyen) bir âlime sorulur. (M. Hâdimî)

HAVÂYİC-İ ASLİYYE:İhtiyaç eşyâları. Temel ihtiyâçlar. Bir kimsenin yiyecek giyecek ve ev gibi ihtiyaç duyduğu lüzumlu maddeler ve evde kullanılan eşyâ ve âletler, hizmetçiler, binecek vâsıtası, meslek kitapları (din kitapları) ve ödeyeceği borçları.
Zekât için bir senelik, kurban ve fıtra için bir aylık yiyecek veya parası havâyic-i asliyyeden sayılır. Daha fazla olanı ve din ve meslek kitaplarından başka kitapların hepsi, hac parası ve kurban ve fıtra nisâbına katılır. Eğer ticâret niyeti olurs a, zekât nisâbına da katılır. (Hâdimî, İbn-i Âbidîn)
Havâyic-i asliyye, zekât ve fıtra vermek ve kurban kesebilmek için lüzûmlu olan nisâba (dînen zengin sayılma miktârına) katılmazlar. (İbn-i Âbidîn)

HAVELÂN-I HAVL:Zekâtı verilecek bir malın üzerinden bir kamerî yılın geçmesi.
Zekât verilecek mallarda aranan şartlardan birisi havelân-ı havldır. (Molla Hüsrev)
Toprak mahsûllerinin zekâtı (öşr), hasad mevsimi (mahsûl topraktan alındığında) verildiğinden, havelân-ı havl şartı aranmaz. (İbn-i Âbidîn)

HAVF VERECÂ:Allahü teâlâdan korkmak (havf) ve rahmetini ümid etmek (recâ).
Havf gençlikte, recâ yaşlılıkta çok olmalıdır. (Muhammed bin Hasen Can)
Havf ve recâ, kul itâat hâlini bırakıp benlik sevdâsına düşmesin diye nefsi bağlayan iki yulardır. (Ebû Bekr Vâsitî)
Kalb de dâimâ havf bulunmalıdır. Havf azalır da recâ çoğalırsa, kalb bozulur. Çünkü havf, kalbdeki arzûları yakar, dünyâ sevgisini çıkarır. (Ebû Süleymân Dârânî)
Hazret-i Ömer buyurdu ki: Bütün insanların Cehennem'e, bir kişinin Cennet'e gireceğini söyleseler, umarım ki o bir kişi ben olurum; aksine bütün insanların Cennet'e, bir tek kişinin Cehennem'e gideceğini söyleseler, korkarım ki o kişi ben olurum. İşt e havf ve recâ böyle olmalıdır. (İmâm-ı Gazâlî)

HÂVİYE:Cehennem'in yedinci tabakası. Burada inanmadıkları hâlde inanmış görünen münâfıklar ile müslüman iken İslâm dînini terk eden mürtedler azâb görecektir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ameli hafîf olana (yâni iyilikleri hafif, günâhları ağır gelene) gelince; artık onun yeri hâviyedir. Bildin mi hâviye nedir? O, yakıcı bir ateştir. (Kâria sûresi: 8-11)

HAVL:Hareket, kuvvet.
Bir insan, havlin kendinden olmayıp, Allahü teâlânın yaratmasiyle olduğunu bilirse, her şeyi O'ndan bekler. İşlerin meydana gelmesinde sebepleri arada görmeyen kimse, Allahü teâlâdan başka kimseden bir şey beklemez. (İmâm-ı Gazâlî)

HAVRA:Yahûdî mâbedi, sinagog.
Havra ve kilisedeki küfür alâmetleri kaldırılırsa, namaz kılmak mekruh olmaz. (İbn-i Âbidîn)

HAVZ:Sıvı maddelerin toplandığı yer, büyük su birikintisi, göl.
Bir gün Mevlânâ Celâleddîn Rûmî havz kenarındaydı. Yanında kitaplar vardı. Şems-i Tebrîzî gelip kitapları sordu. "Sen bunları anlamazsın." dedi. Şems-i Tebrîzî kitapları suya attı. Mevlânâ, âh babamın bulunmaz yazıları gitti, diyerek çok üzüldü.Şems- i Tebrîzî elini uzatıp herbirini aldı. Hiçbiri ıslanmamış görüldü.Mevlânâ; "Bu nasıl iştir?" dedi.Şems-i Tebrîzî; "Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın." buyurdu. (Molla Câmî, Ahmed Eflâkî)

Havz-ı Kebîr:Eni ve boyu yaklaşık beşer metre (onar zrâ') olup, alanı yirmi beş metrekare olan havuz. Derinliğin az veya çok olmasının bir te'siri yoktur.

Havz-ı Kevser:Kıyâmet günü mahşerde veyâ Cennet'te Peygamber efendimize tahsîs edilmiş olan ve bir kere içenin bir daha susamayacağı havuz. (Bkz. Kevser Havuzu)

   Havz-ı Sagîr:Alanı yirmi beş metrekareden küçük havuz.
Havz-ı Sagîre, necâset (pislik) düşse ve suyun, üç sıfatı değişmese de, necs (pis) olur. İnsan içemez ve temizlikte kullanılmaz. Üç sıfatı değişirse, idrâr gibi olup, hiçbir şeyde kullanılamaz. Suyun üç sıfatı: Rengi, kokusu ve tadıdır. (İbn-i Âbidîn)
İçine devamlı su akan ve devamlı taşan veya içinden devâmlı su alıp, iki alış arası su hareketsiz kalacak kadar uzamayan havz-ı sagîr ve hamam kurnası, akar su demektir. (İbn-i Âbidîn)

HAYÂ:Utanma, âr, nâmus. Çirkin şeylerden sıkılma veya edebe uymayan bir şeyin meydana gelmesinden dolayı kalbde meydana gelen rahatsızlık.
Hayâ îmândandır. Îmânı olan Cennet'tedir. Fuhuş kötülüktür. Kötüler Cehennem'dedir. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb, Buhârî)
Hayâ ile îmân, berâberdirler. Biri gidince, diğeri onu tâkib eder. (Hadîs-i şerîf-Nisâb-ül-Ahbâr)
Allahü teâlâdan hayâ ediniz! Hakîkî mânâda Allahü teâlâdan hayâ etmek, kötü düşüncelerden uzak durmak, helâl lokma yemek ve ölümü hatırlamaktır. Âhireti isteyenler dünyânın zînetinden süsünden uzaklaşır. İşte bunları yapmak, Allahü teâlâdan hakkıyla korkmak demektir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, Taberânî)
Cennet'e gitmek isteyen uzun emel sâhibi olmasın. Dünyâ işleri ile uğraşması ölümü unutturmasın. Harâm işlemekte Allah'tan hayâ etsin. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hayâsız insan, halk içinde çıplak oturan kimse gibidir. (Hazret-i Ebû Bekr)
Cebrâil aleyhisselâm, aklı, hayâyı ve îmânı Âdem aleyhisselâma getirdi ve dedi ki: "Yâ Âdem! Allahü teâlâ hazretleri selâm eder, sana getirdiğim şu üç hediyenin birini kabûl etsin" dedi. "Âdem aleyhisselâm aklı kabûl eyledi. Cebrâil aleyhisselâm, îmâ n ile hayâya; "Siz gidin" deyince, îmân dedi ki: "Allahü teâlâ bana emreyledi ki, akıl nerede ise, sen de orada ol!" Ondan sonra hayâ da aynı şekilde, Allahü teâlâ tarafından emrolunduğunu beyân ederek, her ikisi de akıl ile berâber Âdem aleyhisselâmda kaldı. Allahü teâlâ kime akıl verirse, hayâ ile îmân da onunla berâberdir. Aklı olmayanın ne hayâsı, ne de îmânı vardır. (Süleymân bin Cezâ)
Kul hayâ sâhibi olduğu zaman, hayır ve iyi işlere yapışır. Hayâ kalbe yerleştiğinde, nefsin arzû ve istekleri ondan uzaklaşır. (Ebû Süleymân-ı Dârânî)
Allahü teâlâdan hayâ etmeyen kimse, insanlardan da hayâ etmez. (Zeyd bin Sâbit)
Âfetlerin evveli, cehâlet, bilgisizlik, sonra nefsin arzû ve isteklerine meyletmek, sonra hayâyı terk etmektir. (Sehl-i Tüsterî)
Hayânın en kıymetlisi, Allahü teâlâdan utanmaktır. Ondan sonra Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) hayâdır. Daha sonra insanlardan hayâ etmek gelir. (Muhammed Hâdimî)

HAYÂL:Bir şeyi gördükten sonra veya görmeden önce zihinde şekillendirme. Hâfızanın yardımıyla zihinde bir şeyler canlandırma.
Bir cisme bakınca, bu cisim, beyindeki ortak his merkezinde duyulur. Bu cisim göz önünden çekilince, ortak his merkezi, onu hissedemez olur. Fakat, hayâle gelen etkisi uzun zaman kalır. Hayâl kuvveti olmasaydı, herkes birbirini unutur, kimse kimseyi tanımazdı. (Ali bin Emrullah)
Hayâl büyüklerin yolunda çok işe yarar. Hayâl olmasaydı hâl olmazdı, vehim olmasa fehim (anlayış) olmazdı. (Seyyid Fehim) Karşımdaki hayâlin biraz daha kal diyor, Kalbini benim gibi, bu sevdâya sal diyor, Öp elimi hasretle ve duâmı al diyor, En derin sevgilerle, azîz yâra el vedâ
(M. Sıddîk bin Saîd)

HAYÂT:Diri olmak, dirilik.
1. Allahü teâlâ hakkında bilmemiz vâcib olan sıfât-ı subûtiyye'den biri. Allahü teâlânın diri olması.
Allahü teâlânın kâmil (noksan olmayan) sıfatları vardır. Bunlar, hayât (diri olmak), sem' (işitmek), basar (görmek), kudret (gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylemek) ve tekvîn (yaratmak)tır. Bu sekiz sıfata, sıfât-ı sübûtiyye ve sıfât-ı hakîki yye denir. Bu sıfatları da kadîmdir. Yâni sonradan olma değildir. Kendinden ayrı olarak ayrıca vardır. Ehl-i sünnet âlimleri böyle bildirmektedir. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Bir insanın doğumundan ölümüne kadar geçen zaman.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Mal ve dünyâdan size verilen şey, yalnız hayatta bulunduğunuz müddetçe, onunla geçinmektir. Îmân edip Rablerine tevekkül edenler için âhirette Allahü teâlânın indinde dünyâ nîmetinden hayırlı ve dâimî çok sevâb vardır. (Şûrâ sûresi: 36)
Öldükten sonra da, hayâtta olduğum gibi bilirim. (Hadîs-i şerîf-Deylemî)
3. Bir insanın ölümünden sonra başlayan ebedî (sonsuz) hayat.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Dünyâ hayâtı, oyun ve boş şeylerdir. Allah'tan korkanlar için âhiret hayâtı elbette hayırlıdır. Böyle olduğunu niçin anlamıyorsunuz? (En'âm sûresi: 32)
Berzâh hayâtı, yâni kabir hayâtı, dünyâ hayâtının yarısı gibidir.Kabirde rûhun bedene bağlanması, diri iken olan bağlanmasının yarısı kadardır. Gömülmemiş ölüler de, berzâh hayâtında oldukları için, azâbı ve elemi duyarlar ve hiç hareket etmez, kıpır dayamazlar. (İmâm-ı Rabbânî)
Kabirdeki hayât, bir bakımdan dünyâ hayâtına benzediği için, meyyit terakkî eder, derecesi yükselir. Kabir hayâtı insanlara göre değişir. "Peygamberler (aleyhimüsselâm) kabirlerinde namaz kılar." buyruldu. (İmâm-ı Rabbânî)

HAYDAR:Arslan. Hazret-i Ali'nin lakablarından biri.
Hayber'in fethinde bulunup büyük kahramanlıklar gösteren hazret-i Ali, yahûdîlerin meşhûr pehlivanı Merhab ile karşılaştı. Merhab kendini medheden sözler söyledikten sonra hazet-i Ali; "Ben oyum ki, anam bana Haydar adını takmıştır. Ben ormanların he ybetli görünüşlü arslanı gibiyimdir. Seni bir hamlede yere serecek er kişiyimdir" diye şiirler söyleyerek Merhab'ın karşısına dikildi. Bu şiir Merhab'a o gece kendisini bir arslanın parçaladığı şeklindeki rüyâsını hatırlattı. Haydar, indirdiği bir kılıç darbesiyle Merhab'ın başını ikiye böldü. (İbn-i Hişâm) Hüdâyî n'oldu bu kadar peygamber, Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Haydar, Hani Habîbullah Sıddîk-i Ekber, Bunda gelen gider bir can eğlenmez.
(Azîz Mahmûd Hüdâyî)

HAYR:İyilik. Dînin ve aklın beğendiği, güzel ve faydalı gördüğü şey.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Kim zerre miktârı bir hayır işlerse, onun mükâfâtını (karşılığını) görecek. Kim de zerre miktârı şer (bir kötülük) işlerse, onun cezâsını görecektir. (Zilzâl sûresi: 7-8)
Hayra yol gösteren (sebeb olan), o hayrı yapan gibidir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Müslüman hayırlı olur. Hased (başkasını çekememezlik) edince hayr kalmaz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Yumuşak davranmayan hayr yapmamış olur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
En hayırlınız, Kur'ân-ı kerîmi öğrenip öğreteninizdir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Ya hayr söyle, ya sükût et (sus). (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)
İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)
Müslümanların hayırlısı müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu (zarar görmediği) kimsedir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Malı, mevkîi (makâmı) hayır için istiyen ve hayır işlerinde kullanan; râhata, huzûra kavuşmuştur. Mal-mevkî gâye olmamalı, hayra vâsıta olmalıdır. (M. Hâdimî)

Hayr-ül-Beşer:İnsanların en hayırlısı, her bakımdan en iyisi mânâsına. Peygamber efendimizin lakablarından biri.
Hayr-ül-beşerin ağlaması da, gülmesi gibi hafîf idi. Kahkaha ile gülmediği gibi, yüksek sesle de ağlamazdı, amma mübârek gözlerinden yaş akar, mübârek göğsünün sesi işitilirdi. Ümmetinin günâhlarını düşünüp ağlardı. (Ahmed Kastalânî) Ol gece kim doğdu ol hayr-ül-beşer, Ânesi anda neler gördü neler. Dedi gördüm ol Habîbin ânesi, Bir aceb nûr kim, güneş pervânesi.
(Süleymân Çelebi)

Hayr-ül-Enâm:Mahlûkâtın, yaratılmışların en hayırlısı, iyisi mânâsına Peygamber efendimizin lakablarından. Âmine eydür çü vakt oldu tamâm, Kim vücûda gele ol hayr-ül enâm.
(Süleymân Çelebi)

HAYRÂT:Sevâb kazanmak için yapılan Allahü teâlânın beğendiği iyi işler, bütün iyilikler, hayırlar.
Allahü teâlâ insanın yeni, temiz elbisesine, hayrât ve hasenâtına, malına, rütbesine bakarak sevâb vermez. Bunları ne düşünce ve ne niyetle yaptığına bakarak sevâb verir veya azâb eder. (Hamevî)
Dünyâda yapılan hayrât ve hasenât, Peygamber efendimizin yolunda bulunmak şartı ile âhirette işe yarar. Yoksa, Allahü teâlânın peygamberine tâbî olmayanların yaptığı her iyilik, dünyâda kalır ve âhiretin harâb olmasına sebeb olur. (Ahmed Fârûkî)
Allahü teâlâ hangi işlerin hayrât, hangi işlerin de seyyiât (kötü işler) olduklarını bildirdi. Hayrât yapanlara sevâb vereceğini vâd eyledi (söz verdi). Allahü teâlâ vâdinde sâdıktır (sözünü yerine getirir). Sözünden hiç dönmez. O hâlde kıyâmet günü (âhirette tekrar dirildikten sonra) nîmet ve azâb olarak başka yerden bir şey getirilmeyecek, dünyâda yapılanların karşılıklarına kavuşulacaktır. (İmâm-ı Gazâlî)

HAYRET:Taaccüb, şaşkınlık. Şuuru yerinde olmama hâli.
Sûfî yâni tasavvuf yolunda bulunan bir kimse, başlangıçta kendi makâmından bahseder, hâli ile ilgili şeyleri anlatır. Fakat kalb gözü açılınca, hayrette kalarak sükût eder, susar. (Ebû Abdullah Nebâcî)
Şükrün sonu hayrettir. Çünkü şükür de Allahü teâlânın şükredilmesi icâbeden bir nîmetidir. Bu ise, sonsuza kadar, böyle gider. (Yahyâ bin Muâz) Geldi hûrîler bölük bölük buğur Yüzleri nûrundan evim doldu nur Hem havâ üzre döşendi bir döşek Adı sündüs döşeyen anı melek Çün göründü bana bu işler ayân Hayret içre kalmış idim ben hemân
(Süleymân Çelebi)

HAYRHAHLIK:Başkasının iyiliğini istemek. Allahü teâlânın nîmetinin bir kimsenin elinde devamlı kalmasını veya onun böyle bir nîmete kavuşmasını dilemek. Hasedin, kıskançlık ve çekememezliğin zıddı.
Hayrhahlık; güzel ahlâkın aynası durumunda bir haslet (huy) olup, ekseriyetle içi dışına uyan fazîlet sâhibi kimselerde olur. Böyle kimseler hep iyilik düşünüp cemiyetin ve insanların faydasına hizmet ve yardım ederler. Dargınları barıştırırlar, sert lik gösterenleri yumuşatırlar. Hayrhahlık, dostluğu devâm ettiren bir bağdır. Dostluk, hayrhahlık ile kuvvetlendirilir ve devâm ettirilir. (Ahmed Rıfat)

HAYSİYYET (Haysiyet):Şeref, îtibâr.
Haysiyetsiz kimse, kendisine karşı yapılan zulüm, işkence ve hakâretleri kabûl eder. (Ali bin Emrullah)
İyi huylu kimse, kendisine darılana iyilik yapar. İhsânda bulunur.Malına, haysiyetine, bedenine zarar vereni affeder. (Hâdimî)

HAYVÂNÎ RÛH:İnsanda istekli hareketleri yaptıran kuvvet. (Bkz. Rûh)
Hayvanlarda ve insanlarda hayvânî rûh vardır. Bunun yeri yürektir. Bedenî faâliyetleri düzenleyen bu rûhtur. İnsanların hayvanlara benzeyen tarafları, hayvânî rûhtan ileri gelen şehvet, gadab ve hırs gibi kuvvetlerdir. Bu kuvvetler, hayvanlarda da va rdır. Hattâ hayvanlarda, insandan daha kuvvetlidir. (Ali bin Emrullah)

HAYY (El-Hayyü):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Dâimâ hayât sâhibi ve diri olan, hep var, varlığı ezelî ve ebedî (sonsuz) olan.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, Hayy ve kayyûmdur. (Bütün mahlûkâtın idâresini yürüten, hepsini hesâba çekendir.) (Bakara sûresi: 255)
Hayy ve kayyûm olan Allah'tan başka ilâh yoktur. (Âl-i İmrân sûresi: 2)
O hayydir. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O hâlde dinde ihlâs sâhibi (her şeyi Allahü teâlânın rızâsına uygun yapan kimse) olarak duâ edin. Hamd (övgü) âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsûstur. (Mü'min sûresi: 65)
Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî'ye, gıdân nedir diye sordular. Hayy ve kayyûm olanı yâni Allahü teâlâyı zikrdir (anmaktır) dedi. (İmâm-ı Gazâlî)
Hastalanan kimse, el-Hayyü ism-i şerîfini bir tabağa yazar ve ona su koyar ve ondan üç gün içerse, Allahü teâlânın izniyle şifâ bulur. (Yûsuf Nebhânî)

HAYYEALES-SALÂH-HAYYEALEL-FELÂH:Ezân ve ikâmet okunurken söylenen "Haydin namaza" ve "Haydin kurtuluşa" mânâsına mü'minleri kurtuluşa, seâdete sebeb olan namaza çağıran iki mübârek söz.
Sünnete uygun olarak okunan ezânı duyan kimsenin, işittiğini yavaşça söylemesi sünnettir. Yalnız, Hayye ales-salâh ve Hayye alel-felâh kelimelerini duyunca bunları söylemeyip; "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah" demelidir. Ezândan sonra salevât getir meli ve sonra ezân duâsını okumalıdır. (Alâüddîn Haskefî, İbn-i Âbidîn)
Ezân okurken Hayye ales-salâh derken vücûdu kıbleden biraz sağa, Hayye alel-felâh derken de biraz sola çevirmelidir. (Zeylaî)

HAYZ (Hayız):Sıhhatli bir kızın veya âdet zamânı son dakikasından îtibâren tam temizlik (hiç kan gelmeden en az on beş gün) geçmiş olan kadının önünden çıkan ve Hanefî mezhebine göre en az üç gün (ilk görülmesinden îtibâren yetmiş iki saat), en çok on gün devâm e den kan.
Hayzın başladığını ve bittiğini kocasından saklayan kadın mel'ûndur. (Hadîs-i şerîf-Cevhere)
Hayız ve nifas (lohusa) günlerinde namaz kılmak, oruç tutmak, câmi içine girmek, Kur'ân-ı kerîmi (ezberden veya yüzünden) okumak ve tutmak, Kâbe'yi muazzamayı tavâf etmek ve cimâ haram olur. Oruçları sonra kazâ eder. Namazları kazâ etmez. Namazları a ffolur. Her namaz vaktinde abdest alıp, o namazı kılacak kadar zaman oturup; Allahü teâlâyı zikr eder (anar), tesbih okursa en iyi namazın sevâbını kazanır. (İbn-i Âbidîn)
Kız çocuğuna anasının, anası yoksa ninelerinin, ablalarının, hala ve teyzelerinin hayz ve nifâs ilmini bildirmeleri (öğretmeleri) farzdır. Bildirmezlerse, kendileri büyük günâha girerler. (İmâm-ı Birgivî, İbn-i Âbidîn)

HAZER VE İBÂHA:Yasaklar ve mübahlar. Fıkıh kitablarında dînen yasaklanan ve izin verilen şeyleri anlatan bölüm. Bâzı fıkıh kitaplarında bu bölüm kerâhiyye ve istihsân adıyla anılır.
Fıkıh kitablarındaki hazer ve ibâha bölümlerinde geçen hususlardan bâzısı şöyledir:
Demir, bakır, kalay, cam ve benzeri maddelerden yüzük edinmek (takmak) haramdır. (Molla Hüsrev)
Erkekler ancak gümüş yüzük kullanır. (İbn-i Âbidîn)

HAZER VE SEFER:Memleketinde olma ve sefer, yolculuk hâli.
Hastanın hazerde ve seferde farzları sedirde, sandalyede, ayaklarını sarkıtarak oturup, îmâ ile kılmaları câiz değildir. Hasta, yerde veya uzunluğu kıble istikâmetinde olan sedirin üstünde kıbleye karşı oturarak kılar. (M. Sıddîk bin Saîd)

HÂZIR VE NÂZIR:Bulunucu, mevcut olucu ve gören.
Allahü teâlâ, her zamanda ve her yerde hâzır ve nâzırdır derler. Halbuki Allahü teâlâ zamanlı ve mekanlı değildir. O halde bu söz görünüşü üzere kalmaz, mecaz olur. Yâni zamansız ve mekansız, hiçbir yerde olmayarak hâzırdır ve nâzırdır, demektir. Böy le olmazsa, Allahü teâlâyı zamanlı ve mekanlı bilmek olur. Allahü teâlâ ezelî ve ebedî (öncesi ve sonu olmayarak) hâzır ve nâzırdır. Meselâ hazırdır. Bu hazır olmadan önce gâib, yok değildir. Bundan sonra da hayatsızlık yâni ölüm olmayacaktır. Allahü teâlâdan başkasının, meselâ meleklerin, peygamberlerin aleyhimüsselâm ve evliyânın ve sâlih mü'minlerin ruhlarının hâzır ve nâzır olmaları, Hızır aleyhisselâmın sıkıntıda olanların yardımına koşması ise zamanlı ve mekanlıdır. Ezelî ve ebedî olarak değildir. Devamlı da değildir. Hâzır olmalarından önce yok idiler. Bir zaman sonra da oradan tekrar yok olurlar. Bu bakımdan Allahü teâlânın hâzır olması ile ruhların hâzır olması arasında çok fark vardır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

HAZKÎL ALEYHİSSELÂM:İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden veya Allahü teâlânın velî kullarından biri. Yâkûb aleyhisselâmın oğullarından Lâvî'nin neslindendir. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra gönderilen üçüncü peygamberdir. Allahü teâlâ, onun duâsı bereketiyle , ölen binlerce kişiyi diriltti.
Birçok müfessir (tefsîr âlimi) Mü'min (Gâfir) sûresinin 28-45. âyetlerinde bildirilen Fir'avn'ın sarayındaki vazîfelilerden olup, Mûsâ aleyhisselâmı ve ona inananları müdâfaa eden (savunan) ve Fir'avn'ın kızının saç tarayıcısı Mâşitâ Hâtun'un zevci ( kocası) olan kimsenin, Hazkîl aleyhisselâm olduğunu bildirmişlerdir. (Sa'lebî, Kurtubî, Râzî)
Çocukluğu ve gençliği Mısır'da geçen Hazkîl aleyhisselâm, Fir'avn'ın sarayında hazînedârlık (mâliye bakanlığı) yapan, îmânını gizleyen bir mü'min idi. Fir'avn'ın herkese kendini ilâh tanıtıp secde ettirdiği sırada, o, sarayda olduğu hâlde, bir olan A llahü teâlâya kalbden inanıyor ve ibâdetini gizli yapıyordu. Fir'avn ve adamlarının Mûsâ aleyhisselâm ve ona inananların hepsini yok etmeye karar verdikleri sırada, çeşitli iknâ edici sözlerle Fir'avn'ı bu fikrinden vazgeçiren Hazkîl aleyhisselâm zindana atıldı. Daha sonra Fir'avn'ın kızının isteği üzerine zindandan çıkarıldı. Mûsâ aleyhisselâma îmân ettiğini açıkça îlân edip, ona yardımcı oldu. Mûsâ aleyhisselâmla birlikte Kızıldeniz'den geçip, İsrâiloğullarının Tih sahrasında kaldığı kırk sene içinde ondan ayrılmayıp hizmetinde bulundu. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra, Yûşâ bin Nûn ve Kâlib aleyhimesselâm adlı peygamberlerden sonra, İlyâ (Kudüs) bölgesine peygamber gönderildi. Mûsâ aleyhisselâma gönderilen Tevrât'ın emir ve yasakları nı İsrâiloğullarına bildirdi. Daha sonra Irak taraflarına gidip insanları dîne dâvet etti. Dâverdan bölgesindeki mü'minlere zulmeden hükümdarlara karşı o bölge ahâlisini harbe çağırdı. Fakat onlar ölümden korktukları için, harbe gitmediler. Allahü teâlâ onlara isyânlarının cezâsı olarak tâûn (salgın vebâ) hastalığı gönderdi. Vebâdan kaçmak üzere bulundukları şehirden çıkan bu insanların hepsi, işittikleri korkunç bir sesle öldüler. Hazkîl aleyhisselâm kavminin başına gelenleri görünce acıyıp, onları tekrar diriltmesi için Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ, Hazkîl aleyhisselâmın duâsı sebebiyle onları diriltti. O insanlar kendi şehirlerine dönüp Mûsâ aleyhisselâmın dîni üzere yaşadılar ve ecelleri gelince vefât ettiler. Hazkîl aleyhissel âm onların evlâdlarına Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını anlattı. Daha sonra Bâbil diyârına gitti. Orada vefât etti. (Taberî-İbn-ül-Esîr, Nişâncızâde)

HAZRET:Zât mânâsına hürmet ve saygı ifâdesi.
Hazret-i Ebû Bekr diyor ki: "Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem yanında İmâm-ı Hasen vardı. Bir kerre bize, bir kerre Hasen'e radıyallahü anh bakarak; "Benim bu oğlum seyyîddir, efendidir. Ümîd ederim ki, Allahü teâlâ, onun ile müslümanlardan iki fırkanın arasını bulur (yâni müslümanlardan iki fırka sulh ederler)" buyurdu. (İmâm-ı Rabbânî)
Hazret-i Ali buyurdu ki: Âlim, câhili hemen tanır, çünkü daha önce o da câhildi. Câhil âlimi tanımaz, çünkü daha önce âlim değildi. (Abdülvâhid bin Abdülganî)

HEDİYE:Fakir veya zengin bir kimseye ikrâm için hîbe (bağış) olarak verilen veya gönderilen mal ( Bkz. Hibe).
Hediyeleşiniz, sevişiniz. (Hadîs-i şerîf-Künûz-üd-Dekâik)
Yâ Âişe, kim sana sen istemeden bir hediye verirse, onu kabûl et! Zîrâ o, Allahü teâlânın sana ihsân ettiği bir rızıktır. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Hediye vermek ve hediye kabûl etmek (almak) sünnettir yâni Resûlullah efendimizin âdet-i şerîfelerindendir. (Nişancızâde)
Gasbedilmiş veya hırsızlık gibi haram yoldan elde edildiği bilinen bir malı hediye ve sadaka olarak almak veya kirâ olarak kullanmak helâl değildir. (İbn-i Âbidîn)
Taksîmi mümkün olan bir şeyde ortakların, hisselerini ayırmadan başkalarına hediye etmeleri câiz değildir. (Fetâvâ-i Hindiyye)
Resûlullah efendimiz, sadaka kabûl etmez, fakat hediye kabûl ederdi. Hediye getirene karşılık fazlasını kat kat verirdi. (İmâm-ı Ahmed Kastalânî)

HEMM:Gam, hüzün, sıkıntı.
Lâ havle velâ kuvvete illâ billah okumak, doksan dokuz derde devâdır (ilâçtır). Bunların en hafifi (aşağısı), hemmdir. (Senâullah-ı Pâni-Pütî) ----

I

IRK:Ayrı soyda olan, ayrı dilde konuşan değişik kültüre sâhip, şeklî özellikleri bulunan insan topluluğu, millet.
Irkçılık yapan da, ırkçılık için savaşan da ve ırkçılık uğrunda ölen de, bizden değildir. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Hiç bozulmamış, değiştirilmemiş biricik din olan İslâm dîninin güzel ahlâkı ile bezenmiş, birbirlerini seven, yardımlaşan, çeşitli ırklardan, büyük insan topluluklarının, birleştiklerini biliyoruz. Bu topluluğu ayakta tutan temel, Hak teâlânın emrett iği çalışkanlık, adâlet, iyilik, saygı gibi din esasları idi. Osmanlı Türklerini de, Sakarya kenarından, kısa bir zamanda, Viyana kapılarına götüren kuvvet, Sultan Osman'ın ve çocuklarının sımsıkı sarıldıkları İslâm dîninin rûhu ve bedeni tekâmül ettirerek geliştiren ışıklı yolu idi. Çünkü İslâmiyet'te ırkçılık yoktur. Her müslüman kardeştir. (M. Sıddîk bin Saîd)

ISLÂH:
1. Terbiye etmek, iyi hâle getirmek.
Herhangi bir kimseyi ıslâh etmeye çalışmak, ona İslâmiyet'i bildirmekle olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Kulun ıslâhı kalbinin ıslâhına, bozukluğu da kalbinin bozukluğuna bağlıdır. ( Muhammed Ma'sûm-ı Fârûkî)
Kim kalbini ıslâh edip düzeltirse, Allahü teâlâ da onun zâhirini (dışını) düzeltir. (Avn bin Abdullah)
Allahü teâlâ âhiret için çalışanın dünyâ işlerine kâfi gelir, dünyâsı husûsunda ona yardımcı olur. Kim Allahü teâlâya karşı hâlini ıslâh ederse, Allahü teâlâ da onunla insanlar arasını ıslâh eder, güzel yapar. İçini ıslâh edenin, Allahü teâlâ dışını ıslâh eder, güzel yapar. (Avn bin Abdullah)
2. Bozulan bir şeyi eski hâline getirme.
İslâm dîni garîb olarak başladı. Son zamanlarda da garîb olacaktır. Bu garîb insanlara müjdeler olsun! Bunlar, insanların bozduğu sünnetimi ıslâh ederler. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
3. İnsanların aralarını düzeltmek, barıştırmak.
Âdemoğlunun her konuştuğu yalan, kendi aleyhine yazılır. Ancak iki müslümanın arasını ıslâh için konuştuğu yalan, yazılmaz. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed)
İki kimsenin arasını ıslâh eden veya hayrı söyleyip, hayrı yükselten kimse yalancı değildir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

Islâh-ı Nefs:Kötü huyları, fenâ alışkanlıkları ve yaramaz işleri bırakıp, iyi huyları, güzel işleri, kulluğa yakışan tâat ve ibâdetleri yapma.

ISLÂHÂT:İyi hâle, işe yarar hâle getirmek için yapılan çalışmalar, düzenlemeler.
Endülüs müslümanlarının Avrupalılara tuttukları ışık ile, Avrupa'da bir rönesans, ıslâhât hareketi başlamıştı. Aklî ilimleri öğrenen birçok ilim adamı, akıl ve mantık dışı olan hıristiyanlığa karşı isyân ettiler. Hıristiyanlığa karşı yapılmış olan hü cumlar, İslâmiyet'e karşı yapılamadı. Çünkü İslâm dîni, tebliğ edildiği, bildirildiği günden beri, bütün temizliği ve sâfiyeti ile durmaktadır. İçinde akla mantığa ve ilme ters düşecek hiçbir bilgi yoktur. Kur'ân-ı kerîm indirildiğinden beri, bir noktası bile değiştirilmeden aynen muhâfaza edilmiştir, korunmuştur. (Harputlu İshak Efendi)

ISMARLAMA:Bir san'at sâhibine bir şeyi târif ederek istediği şekilde yaptırmak. (Bkz. İstisnâ')

ITÂK:Köle âzâd etmek, serbest bırakmak. (Bkz. Âzâd)
Üç şey vardır ki, ciddîsi de ciddîdir, şakası da ciddîdir: Nikâh etmek (evlenmek) , talâk (boşamak) ve ıtâktır. (Hadîs-i şerîf-Taberânî ve Keşf-ül-Hafâ)

IYÂL:Bir kimsenin bakmak (geçindirmek) zorunda olduğu kimseler: Zevce (hanım), çocuklar (erkek ve kız), ana-baba, hizmetçi. (Bkz. Nafaka)
Iyâl için yapılacak masraflar, yiyecek, giyecek ve ev olup, şehrin âdetine, piyasaya, akrabâ ve arkadaşlara göre ayarlanır. Zamâna ve hâle göre değişir. Her memlekette başkadır. (İbn-i Âbidîn)
Ehl-ü ıyâlin rızâ ve gönüllerini almak için, haram işliyerek âhiret azâbını ihtiyâr eden (tercîh eden) kimsenin bu yaptığı akla uygun değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

IYD:Bayram. Müslümanların sevinç ve neş'e günleri olan Ramazan ve Kurban bayramları. (Bkz. Bayram)
Iyd günlerinde, dargın olanları barıştırmak, akrabâyı, din kardeşlerini ziyâret etmek, onlara hediye götürmek Peygamber efendimizin âdetleri olduğundan sünnettir. (Muhammed Rebhâmî)

Iyd-ı Edhâ:Kurban bayramı. Kamerî seneye göre Zilhicce ayının onuncu, on birinci, on ikinci ve on üçüncü günleri.
Iyd-ı edhâda bayram namazına giderken "Allahü ekber Allahü ekber, lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Allahü ekber ve lillâhi'l-hamd" diye yüksek sesle Tekbîr-i teşrik getirmek namazdan önce bir şey yimemek, namazdan sonra önce kurban eti yemek sünnett ir. (Halebî)

Iyd-ı Fıtr:Ramazan bayramı. Kamerî seneye göre Şevvâl ayının birinci günü.
Sabahleyin câmi'e giderken bayram tekbirlerini Iyd-ı fıtrda sessiz, ıyd-ı edhâda (kurban bayramında) açıktan yüksek sesle söylemek sünnettir. (Halebî)




Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol