Sloganın burada duracak

Dini Terimler Sözlüğü (M-')

Mescid-i Şerîf:Mescid-i Nebî.
Medîne şehrindeki Mescid-i şerîf'i hicretin birinci senesinde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Eshâb-ı kirâm ile birlikte yaptılar. Hicretin ikinci senesi, Receb ayında, kıblenin Kudüs'ten Kâbe'ye dönmesi emrolununca, mescidin Mekke'ye karşı olan kapısı kapatılıp karşı tarafa, yâni Şam tarafına yeni bir kapı açıldı. Şimdi bu kapıya Bâb-üt-tevessül denmektedir. Medîne'de, Kudüs'e karşı on altı ay kadar namaz kılındı. Mekke'de iken, önce Kâbe'ye karşı namaz kılınırdı. Hicretten az bir zaman önce, Kudüs'e karşı kılınması emrolundu. Mescid-i Şerîf'in kıblesi değiştirilirken, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kâbe'yi mübârek gözleri ile görerek, kıblenin cihetini tâyin eyledi. Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kıldığı yer, minber ile Hücre-i Seâdet arasında olup, minbere daha yakındır. Haccâc'ın Medîne-i münevvereye gönderdiği mıshaf, büyük bir sandık içinde olduğundan, bu sandık, bu yerin önündeki direğin sağ tarafına konulmuştu. Buraya ilk mihrâbı Ömer bin Abdülazîz koymuştur. (Eyyûb Sabri Paşa)
Fıkıh âlimlerimiz (rahimehümullahü teâlâ) hac vazifesini yaptıktan sonra, Medîne-i münevvereye gelerek Mescid-i Şerîf'te namaz kılarlardı. Sonra Ravda-i Mutahhera ile minber-i münîri ve Arş-ı a'lâdan efdal olan Kabr-i şerîfi, sonra oturdukları, yürüd ükleri, dayandıkları yerleri, vahy geldiği zaman dayandıkları direği ve mescid yapılırken ve tâmir edilirken çalışan ve para vermekle şereflenen Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin (radıyallahü teâlâ anhüm ecmâîn) geçtikleri yerleri ziyâret ederler, görmekle bereketlenirlerdi. Onlardan sonra gelen âlimler, sâlihler de, hacdan sonra Medîne'ye gelirler, fıkıh âlimlerimiz gibi yaparlardı. Bugüne kadar hacılar da, bunun için Medîne-i münevverede ziyâret yapmaktadırlar. (M. Sıddîk Gümüş)

MES'ELEDE MÜCTEHİD:Mezheb reîsinin bildirmediği mes'eleler için, mezhebin usûl ve kâidelerine bağlı kalarak, dînî delillerden hüküm çıkaran âlimler.
Tahâvî, Hassâf, Kerhî, Şems-ül-eimme Halvânî,Şems-ül-eimme Serahsî, Fahr-ül-islâm Pezdevî, Kâdıhân ve benzerleri mes'elede müctehid âlimlerdir. (İbn-i Kemâl Paşa)

MESH:
1.Mest denilen ayakkabıyı abdestle giydikten sonra, abdest bozulup, yeniden alırken, ayakları yıkamayıp elleri ıslatarak, sağ elin yaş beş parmağını sağ mest, sol elinkini de sol mest üzerine boylu boyunca yapıştırıp ayak parmakları ucundan bacağa do ğru çekme.
Resûlullah efendimiz abdest almak istediklerinde ben su döktüm. Abdest aldılar ve mestleri üzerine meshettiler. (Mugîre bin Şu'be)
Mest üzerine mesh müddeti mukîm (yolcu olmayan) için yirmi dört saat, misâfir için üç gün üç gece yâni yetmiş iki saattir. Bu müddet, mesti giydiği zaman değil, mest giydikten sonra abdesti bozulduğu zaman başlar. (İbn-i Âbidîn)
Mest üzerine mesh etmeyi Eshâb-ı kirâmdan yetmişin üzerinde sahâbî bildirmiştir. Bunlardan biri de hazret-i Ali'dir. (Abdullah-ı Süveydî)
Gusül (boy) abdesti alırken veya teyemmüm ederken mest üzerine mesh edilmez. (Halebî)
2.Bir uzva veya sargıya ıslak eli sürme.
İmâme, yâni sarık ve kalensüve, yâni takke ve her başlık ve bürka' yâni peçe ve maske üstüne ve eldiven üstüne mesh etmek câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)
Cebîre yâni kırık kemiğin iki yanına bağlanan tahtalar üzerine mesh câizdir. (Halebî)
  M - 4

MESÎH:
1. Îsâ aleyhisselâmın isimlerinden.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Meryem oğlu Mesîh bir peygamberden başka bir şey değildir. Ondan evvel de peygamberler gelip geçmiştir. Anası çok sâdıka (doğru) bir kadındı... (Mâide sûresi: 75)
Meryem oğlu Mesîh, Allah'ın kendisidir diyenler, şüphesiz kâfir olmuşlardır. Hâlbuki (Bizzât) Mesîh şöyle demişti: "Ey İsrâiloğulları! Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Zîrâ kim Allah'a ortak (eş) koşarsa, (hiç şüphesiz) Allah, ona Cennet'i haram kılar. Onun varacağı yer ateş (Cehennem) dir. Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur. (Mâide sûresi: 72)
Ve: "Biz, Allah'ın peygamberi Meryem oğlu Mesîh Îsâ'yı öldürdük" demeleri sebebiyle (dir ki, kendilerini rahmetimizden) kovduk. Hâlbuki onlar onu öldürmediler, onu asmadılar da. Fakat (öldürülen ve asılan adam) kendilerine (Îsâ) gibi gösterildi. Esâsen, Îsâ'nın katli (öldürülmesi) husûsunda ihtilâfa düştüler. (Bu konuda) kesin bir şek (şüphe) içindedirler. Onların buna (onun öldürülmesine) âit hiçbir bilgileri yoktur. Ancak kuru bir zan peşindedirler. Onu gerçekten öldürmemişlerdir. (Nisâ sûresi: 157)
Azîz ve celîl olan Allahü teâlâ, diğer peygamberlerden mîsâklarını (sözleşmelerini) aldığı gibi, benden de mîsâk aldı. Meryem oğlu Mesîh Îsâ, beni müjdeledi ve Peygamberinizin annesi, rüyâsında, iki ayağının arasından bir nûr çıktığını ve o nûr ile Şam'ın köşklerinin aydınlandığını gördü. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Îsâ aleyhisselâma niçin Mesîh dendiği husûsunda tefsîr âlimlerinden çeşitli rivâyetler (nakiller) gelmiş olup, bâzıları şunlardır:
a) Her türlü pisliklerden uzak, günâhlardan temizlenmiş olduğu için bu isim verilmiştir. b) Hangi hastaya dokunsa, Allahü teâlânın izni ile hasta iyi olurdu. Bunun için mesîh denilmiştir. c)Îsâ aleyhisselâmın yeryüzünde çok seyâhat etmesi sebebiyle b u isim verilmiştir. d)Mesîh, İbrânî dilinde mübârek mânâsındadır. Hazret-i Îsâ'nın şeref ve fazîletinin üstünlüğünü bildirmek için bu mânâya işâretle Mesîh denilmiştir. (Fahreddîn-i Râzî)
2. Kıyâmete yakın yeryüzünde çıkacağı bildirilen, son derece kıvırcık saçlı, gözü dışarı fırlamış kâfir bir genç olan Deccâl'e verilen isim.
Dikkat ediniz! Deccâl Mesîh'in sağ gözü şaşıdır. Onun gözü sanki salkımındaki emsâlinden dışarı çıkmış, iri bir üzüm tânesi gibidir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Deccâle de Mesîh denir ki, onun hâşâ fazîletlerle (güzelliklerle, iyiliklerle) hiçbir ilgisi yoktur. Ona Mesîh denmesinin sebebi, gözünün birinin silik olup, tek gözlü olduğu veya kendisinden hayır silindiği, yâhut ortaya çıktığında, yeryüzünü kısa z amanda dolaşacağı içindir. (Ahmed Nâim Efendi)

MESKÛKÂT:Belli ağırlıkta basılmış olan altın ve gümüş paralar.
Meskûkâttan altın paralara (dînâr); gümüş paralara (dirhem) denir. (Eyyûb Sabri Paşa)

MESNEVÎ:
1.Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin (kuddise sirruh) yirmi altı bin beytten meydana gelen ve altı defter olan meşhûr eseri.
Mesnevî'deki hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz şöyle buyurdu: "İçinizde gizli olan düşmanı anlatsam, yiğitlerin ödü patlar, akıllıların aklı mahv olurdu. Ne gönlünüzde duâ edip yalvarmaya, ne oruç tutmaya ve ne de namaz kılmaya kuvvet bulabilirdiniz."
Bir tasavvuf âliminin huzûrunda, senelerce dirsek çürütüp, emek verip pişmeden, olgunlaşmadan Mesnevî okutmak, tasavvuf kitablarını yalnız kendi bilgisine göre açıklamaya kalkışmak zararlı olur. (Abdülhakîm Arvâsî)
İslâm dînine inanmayanlar, vaktiyle Allahü teâlânın Tevrât ve İncîl kitaplarını değiştirdikleri gibi, zaman zaman din büyüklerinin kitablarına da el uzattılar. Kitaplara bâzı şeyler karıştırdılarsa da az zamanda meydana çıkarıldı. Celâleddîn-i Rûmî h azretleri bu sebepten dolayı Mesnevî'sini nazm şeklinde yazarak, düşmanlarının değiştirmesine imkân bırakmamıştır. (M. Sıddîk bin Saîd)
2. Edebiyâtta bir nazım şekli olup, iki mısrânın bir biri ile kâfiyeli hâli. Bu sebeple her beyti kâfiyeli olan eserlere mesnevî denir.

MEST:Abdest alırken ayağın yıkanması farz olan yerini yâni topuklarla birlikte ayakları örten deriden yapılmış su geçirmez ayakkabı.
Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'i sevip üstün tutmak, hazret-i Osman ve Ali'yi sevmek ve mest üzerine mesh etmek; Ehl-i sünnet (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanların) alâmetlerindendir. (Muhammed Rebhâmî)
Mestin, bir saat yol yürüyünce, ayaktan çıkmayacak şekilde sağlam ve ayağa uygun olması lâzımdır. Ağaçtan, camdan, mâdenden mest olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Mestli kimsenin, abdesti bozulunca, bu abdestsizlik, abdest uzuvlarına yayılırken ayaklara değil, mestlere yayılır. Mestlerin hadesten (mânevî kirlilikten) temizlenmesi de mesh etmekle olur. (Halebî)
Hanefî mezhebinde ayağın üç parmağı sığacak kadar yırtığı bulunan bir mest üzerine mesh etmek câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)

MESTÛRE:Örtünmüş, örtülü.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamânında, hür kadınlar mestûre idiler. Bir kadının, hizmetçi olmayıp, hür hanım olduğu mestûre olmasından belli olurdu. (Abdülhakîm Arvâsî)
Kadınlar, cihâda mestûre olarak zevci veya mahremi (nikah düşmeyen akrabâsı) ile gider. (İbn-i Âbidîn)
Mestûre hanımlar sokak başlarında birbirleriyle mecburiyet olmadıkça konuşmamalı, harama düşmemeye çok dikkat etmelidir. (Senâullah Dehlevî)

MEŞAKKAT:Zorluk, güçlük, zahmet.
Babanın evlâdı üzerinde hakkı, baba kızdığı zaman ondan korktuğunu gösterip ona boyun eğmek, açlık ve meşakkat esnâsında önce babasını düşünüp onu kurtarmaktır. Çünkü iyiliğe karşı iyilikle karşılık veren, akrabâlık hakkını yerine getirmiş değildir. Belki akrabâları sıla-i rahmi (ilgiyi) kestiği zaman onları arayıp soran kimse akrabâlık hakkını îfâ etmiş (yerine getirmiş) olur. (Hadîs-i şerîf-Edeb-üd-Dünyâ ve'd-Dîn)
Bir işte meşakkat görülünce ruhsat (izin) ve vüs'at (genişlik kolaylık) gösterilir. Meselâ meşakkat sebebiyle borcunun tamâmını birden ödemek imkânı bulunmayan borçluya, borcunu taksitle ödemesi için müsâade edilir. (Mecelle, Ali Haydar Efendi)

MEŞ'AR-ÜL-HARÂM:Mekke-i mükerremede, Arafât ile Minâ arasında bulunan Müzdelife'nin sonunda Cebel-i kuzah yakınında bir yer. Meş'ar, şiâr (alâmet) yeri demektir. Meş'ar denmesi; ibâdet yeri olması; haram diye vasıflandırılması ise, hürmeti ve kıymeti sebebiyledir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Hac mevsiminde ticâretle) Rabbinizden rızık istemenizde bir günâh yoktur. Arafât'tan (orada vakfeden sonra seller gibi) boşanıp (hep birlikte) aktığınız zaman Meş'ar-ül-harâmın yanında Allah'ı zikr edin. O size nasıl hidâyet ettiyse siz de O'nu öyle anın..." (Bekara sûresi: 198)
Haccın sünnetlerinden biri; Müzdelife'de vakfeye fecr (tan yeri) ağardıktan sonra durmaktır. Gece Müzdelife'de yatıp, fecr açılırken sabah namazını hemen kılıp Meş'ar-ül-harâm denilen yerde ortalık aydınlanıncaya kadar vakfeye durulur. Güneş doğmadan önce Minâ'ya hareket edilir. (Alâüddîn Haskefî)

MEŞÂYIH:Şeyhler, velîler, evliyâ. Şeyh kelimesinin çoğuludur.
Bir kimse, meşâyıhın ervâhı (ruhları) hep hâzırdır, bilirler dese, îmânı gider. Allahü teâlânın izni ile hâzır olurlar dese küfr olmaz. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî ve İmâm-ı Birgivî)
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem; "Hesâba çekilmeden evvel, hesâbınızı görünüz" emirleri sebebi ile bâzı meşâyıh her gün ve her gece yaptıkları işlerden kendilerini hesâba çekerdi. (Muhyiddîn-i Arabî)

Meşâyıh-ı Kirâm:Büyük velîler, büyük zâtlar.
Meşâyıh-ı kirâmın büyüklerinden biri diyor ki: Diri iken tasarruf (himmet, yardım) yaptıkları gibi, öldükten sonra da tasarruf, yardım yapan dört büyük velî gördüm. Bunlardan ikisi, Ma'rûf-i Kerhî ile Abdülkâdir-i Geylânî hazretleridir. (Ahmed Hamevî)

Meşâyıh-ı Müstakîm-ül-Ahvâl:Hâlleri İslâmiyet'in emirlerine uygun olan zâtlar.
Evliyâya hâsıl olan hâller, keşfler, eğer Peygamberimize sallallahü aleyhi ve sellem tâbi olmakla berâber ise, nûr üstüne nûr olur ve şerîatin (İslâmiyet'in) incelikleri onda hâsıl olmağa başlar.Sahâbe-i kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşları) he psi ve Selef-i sâlihin (ilk asrın müslümanları) ve Meşâyıh-ı müstakîm-ül-ahvâl böyle idi. (İmâm-ı Rabbânî)

MEŞHÛR HADÎS:İslâm'ın ilk asrında bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin Resûl-i ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği hadîs-i şerîfler. (Bkz. Hadîs)
Meşhûr hadîse inanmayanın îmânı kalmaz, müslümanlıktan çıkar. (İbn-i Âbidîn)

MEŞÎHAT-I İSLÂMİYYE:Bâb-ı fetvâ (fetvâ kapısı). Şeyhülislâmın bulunduğu yer.
İlmiye teşkilâtının en yüksek makâmı meşîhat-ı İslâmiyye idi. Meşîhat dâiresinin en büyük vazifelisi şeyhülislâm idi. (Ahmed Cevdet Paşa)
Ulemâdan Ahmed ibni Kemâl Paşa, Kânûnî Sultan Süleymân Han zamânında 1526'dan, 1534 senesine kadar meşîhat-ı İslâmiyye makâmında idi. Cinnîlere de fetvâ verirdi. Bunun için Müftî-yüs sakaleyn (insan ve cinlere fetvâ veren müftî) adı ile meşhûr oldu. (Mecdî Efendi)

MEŞİYYET:İrâde, dileme, isteme. (Bkz. İrâde)

MEŞREB:Yaratılış, tabiat, huy.
İnsanların akılları değişik, anlama kâbiliyetleri farklı olduğundan, herkes yaratıcıyı aradığında O'nu kendi tabîatına, meşrebine, ilim ve idrâkine (anlayışına) uygun bir tarzda tasavvur etmiştir. Çünkü insan, aklının aczi ve noksanlığı sebebi ile an lamadığını, bilmediğini bildikleri gibi sanmıştır. Hakîkati bulduk dedikleri çoğu zaman, mecûsîlik, putperestlik gibi şerrin, bâtıl (asılsız) şeylerin tam içine dalmış, bu sebeple şirk (ortak koşma) ve dalâlete düşmüşlerdir. İnsan kendi başına yaratıcıyı lâyıkiyle anlayamayacağından; merhâmetlilerin en merhâmetlisi olan Allahü teâlâ her asırda, her kavme peygamberler göndermiştir. Böylece işin hakîkatini, doğrusunu insanlara öğretmiştir. (Harputlu İshâk Efendi)
Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretlerinin keşfleri çok doğru ve çok kuvvetli olup, uzak memleketlerdeki talebesinin evliyâlığın hangi mertebesinde olduğunu, meşrebinin nasıl olduğunu haber verirdi. (Bedreddîn Serhendî)

MEŞRÛ':Şerîate (İslâmiyet'e) uygun şey.
Tevekkül, sebeblere yapışmayıp, tembel oturmak değildir. Çünkü böyle olmak Allahü teâlâya karşı edepsizlik olur. Müslümanın meşrû bir sebebe yapışması lâzımdır. Sebebe yapışıp çalışmaya başladıktan sonra tevekkül edilir. (Muhammed Bâkî-Billah)
Ana-babanın meşrû emirlerine âsî olanlar mel'ûndur. (Süleymân bin Cezâ)
Bedendeki bütün âzâlar birer emânettir. Bu nîmetleri meşrû şekilde ve meşrû yerlerde kullanırsan, emin kimselerden olur, cenâb-ı Hakk'a karşı tam şükretmiş olursun. Bu emânetleri gayri meşrû yerlerde kullanan insan, Allahü teâlâya isyân ve hıyânet et miş olur. (Süleymân bin Cezâ)
Humûd huylu olan kimse, helâl olan zevkleri, meşrû olan arzulara terk eder. Ya kendi helâk olur, yâhut nesli kesilir. (Ali bin Emrullah)

MEŞVERET:Aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören kimse ile bir konu üzerinde fikir alış-verişinde bulunma; danışma. (Bkz. Müşâvere)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Onlar ki, Rableri için dâvete icâbet etmekte namazı dosdoğru kılmaktadırlar. Ve işlerinde meşveret eder, kendilerine verdiğimiz rızıktan (hak yolunda) sarfederler. (Şûrâ sûresi: 38)
Eğer ben bir kimseyi meşveret etmeksizin âmir tâyin edecek olsa idim, elbette İbn-i Mes'ûd'u tâyin ederdim. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed)
Meşveret etmek, insanı pişman olmaktan koruyan bir kal'a gibidir. (Muhammed Hâdimî)
Meşveret olunan kimsenin, bilmediğini veya bildiğinin aksini söylemesi günâhtır. (Sâdî-i Şîrâzî)
Herhangi bir işini bahîl yâni hasîs kimselere danışma. Çünkü, seni sonra insanlar arasında rezîl ve rüsvâ eyler. Sâlih kimseler ile meşveret et. (Süleymân bin Cezâ)
Meşveret etmek sünnettir. Zîrâ danışarak iş yapan zarar etmez. Peygamber efendimiz eshâbı ile çok meşveret ederdi. Bir iş için akıl, takvâ (haramlardan sakınma), hikmet (ilim ve fen) ve tecrübe sâhibi on kişiye danışırdı. (Muhammed bin Ebû Bekr)

METÂ':Faydalanılan şey.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Dünyâ hayâtı ancak insanları aldatıcı metâ'dır. (Âl-i İmrân sûresi: 185)
Kadın erkek, hiçbir çekinme ve kaçınma olmaksızın berâber oturmak, konuşmak ve görüşmek sûretiyle kadınlara hürmet ediyoruz ve haklarını yerine getiriyoruz diyenler; hakîkatte kadınları tahkîr etmekte, aşağılamakta ve ticâret metâı olarak kullanmakta dırlar. (Harputlu İshak Efendi)

METAFİZİK:Fizik ve akıl ötesi. Beş duyu organıyla ve tecrübeyle anlaşılamayan şeyler. Fizik ötesini araştıran ilim, ilâhiyyât.
Metafizik bilgilerden çürük bozuk olanları dîne uymaz. Bu ilimler öğrenilince, din bilgilerinin aklî ilimlere uyan ve aklî bilgilerle çözülmeyen yerleri ve sebebleri meydana çıkar. Akla uygun sanılmayan, aklın erişemediği mes'elelerin inkâr edilemeye ceği anlaşılır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Bütün nutuklarımda, atomdaki enerjiden nasıl istifâde edilebileceğini anlattım. Şimdi aklımıza haklı olarak şu suâl gelmektedir. Bu muzzam kudreti küçücük yere kim ve nasıl koydu?Buna ancak metafizik cevap verecektir. Ben ve arkadaşım atom bilgini Ha hn bu cevâbı İslâm dîninin verdiği fikrindeyiz. (W. Heisenberg)

METÂNET:Sağlamlık, dayanıklı olma.
Türklerde önce, itâat (söz dinlenme, emre uyma) duygusunu kırmak ve mânevî râbıtalarını (bağlarını) parçalamak, dînî metânetlerini zayıflatmak îcâb eder. Bunun da en kısa yolu, an'anât-ı milliyye (millî geleneklerine) ve mâneviyyelerine (mânevî değer lerine) uymayan hâricî (dış) fikirler (düşünceler) ve hareketlere alıştırmaktır. (Patrik Gregoryus)
Kadınların hayâsı, erkeklerden daha çok sabırlı ve metânetli olmalarını sağlar. Onların birçok ağır işlere atılmalarını da önler. (M. Sabri Efendi)

METBÛ':Kendisine tâbî olunan, uyulan.
Peygamber efendimize uymanın en yüksek derecesi; insan vücûdunun her zerresinin tâbi olmasıdır. Tâbi, metbû'a o kadar benzer ki, tâbi olmaklık aradan kalkar. Bunlar da, sanki Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem gibi, aynı kaynaktan her şeyi alır. (İmâm-ı Rabbânî)
İlim amelden (işten) şu husûslarda efdâldir (üstündür). Zîrâ ilim metbûdur, amel ise ona tâbîdir. İlim lâzımdır (gereklidir), amel ise, melzûmdur (ilme bağlı olarak meydana gelir). İlim yalnız olduğu hâlde nef' (menfeat, fayda) verebilir; amel ise, i limsiz fayda veremez. (Kudbüddîn İznikî)

METÎN (El-Metîn):
1.Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kudretli, kâmil (kusursuz, noksansız) olan, hiçbir sûrette za'fiyet, âcizlik, güçsüzlük meydana gelmeyen.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Mahlûkâtına (yarattıklarına) rızık verici yalnız Allahü teâlâdır. , kuvvet sâhibidir, metîndir. (Zâriyât sûresi: 58)
2. Hadîs-i şerîfi rivâyet eden (nakleden) râvîlerin (zâtların) sıra ile isimleri demek olan sened kısmından sonra gelen hadîs-i şerîfin bizzat kendisi, lafızları, sözleri.
Hadîs-i şerîfin sâdece metin kısmı, hadîs âlimlerinin incelemesine pek nâdir hâllerde mevzû (konu) olur. Hadîs-i şerîflerin sahîh, zayıf veya ikisi arasında bir derece ile vasıflandırılması, senette yer alan râvîlerinin, gerekli şartları taşıyıp taşı mamaları, râvi sayısının çokluğu veya azlığı veya senedin muttasıl (kesintisiz) ve munkatı (kesintili) olması v.s. gibi durumlardan dolayı olmaktadır. İşte hadîs-i şerîf seneddeki bu durumlara göre; sahîh, hasen, zayıf, mütevâtir, meşhûr ve âhad vb. çeşitlerine ayrılır. (Seyyid Şerîf Cürcânî)

METRÛKÂT:
1. Özürsüz, tembellikle kılınmayan, terk edilen namazlar.
Farz namazları özür ile kaçırmak günah olmaz ise de, hemen kazâ edilmesi lâzımdır. Özür ile kaçırılan namaza fâite denir. Özürsüz, bir namazın vaktini geçirmek büyük günâh olup, kazâ etmekle ortadan kalkmaz; ayrıca tövbe de etmelidir. Fıkıh kitapları nda, müslümana hüsnü zân (iyi zan) edilerek kazâya kalan namazların hepsine fâite denmiş, metrûkât denmemiştir. Çünkü müslüman, tembellik ederek namazı terk etmez. (Alâüddîn Haskefî-İbn-i Âbidîn)
2. Vefât eden kimsenin geriye bıraktığı şeyler. Mîrâslar, terikeler. (Bkz. Terîke ve Mîrâs)

ME'VÂ CENNETİ:Sekiz Cennet'ten üçüncüsü.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Îmân edip de sâlih amel işleyenler için, yapmış oldukları iyi amellere karşılık konak olmak üzere Me'vâ Cennetleri vardır. (Secde sûresi: 18)

MEVÂCİD:Kalbe gelen zevkler, vecdler (mânevî coşkunluk halleri). (Bkz. Vecd)
Tasavvuf yolcularının, bu yolculukta gördükleri ahvâl (hâller), mevâcid, ulûm (ilimler) ve mârifetler; imrenilecek, istenilecek şeyler değildir. Hepsi evhâm (vehimler) ve hayâlât (hayaller) gibi geçici şeylerdir. Bunlar o yolcuları ilerletmek için vâ sıtadan başka bir şey değillerdir. (İmâm-ı Rabbânî)
İhlâs (herşeyi Allahü teâlânın rızâsı için yapma) makâmına ve (tasavvufun en yüksek derecelerinden) rızâ mertebesine kavuşmak için ahvâl ve mevâcidden vaz geçmek, ilim ve mârifetler edinmek lâzımdır. Bunlar gâyeye götüren yoldur. Maksadın başlangıcıd ır. (Muhammed Bâkî-billah)
Ahvâl (hâller) ve mevâcid; matlûbun yâni ele geçirilmek istenilenlerin başlangıçlarıdır. Maksad (gâye) değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
İslâmiyet'ten kıl ucu kadar bile ayrılan bir kimsede ahvâl (hâller) ve mevâcid hâsıl olursa, bunlara istidrâc (fâsıklarda ortaya çıkan hârikulâde haller) denir ki onu dünyâda ve âhirette rezil olmaya sürükler. (İmâm-ı Rabbânî)
Bütün ahvâl (kalbde meydana gelen güzel değişiklikler) ve mevâcidi bize verseler, fakat Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını içimize yerleştirmeseler, kendimi mahvolmuş bilirim. Eğer Ehl-i sünnet (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanların) îtikâdını verseler, ahvâl ve mevâcid hiç vermeseler, hiç üzülmem. (Ubeydullah-ı Ahrâr)

MEVÂT ARÂZİ:Ölü arâzi (Bkz. Arâzi). Bir kimsenin mülkünde bulunmayan, mer'a, baltalık ve harman yeri olarak kimseye verilmemiş olan ve gür sesli bir kimsenin köy ve kasaba evlerinin son bulduğu yerden bağırıp sesi duyulmayacak derecede köy ve kasabadan uzak yâni tahmînen yarım saatlik uzaklıkta olan dağlık, taşlık, kıraç, otlak ve boş yerler.
Kim bir mevât arâziyi ihyâ ederse (ekilebilir hâle getirirse) o, onun (mülkü) olur. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Harâc)

MEVCÛDÂT:Var olan şeyler, mahlûklar, yaratıklar.
Bütün mevcûdât; cansızlar, nebâtât (bitkiler) ve hayvânât olmak üzere üç cinse ayrılır. Bütün bunları yaratan Allahü teâlâdır. Hayvan cinsinin en kıymetlisi, en şereflisi insandır. Her cinsin nev'ileri (türleri, çeşitleri) arasında üstünlük sırası va rdır. Meselâ nebâtâttan hurma ağacı, hayvan gibi his ve hareket eder. Hurma ağaçlarından bir kısmı erkek, bir kısmı dişidir. Erkek ağaç, dişi tarafına eğilmektedir. Erkek ağaçtan, bir madde dişiye gelmeyince, dişide meyve hâsıl olmaz. Gerçi bütün nebâtâtlarda (bitkilerde) bu iki organ vardır. Fakat hurma ağacında, hayvanlar gibi görünmektedir. Hattâ hurma ağacının başında beyaz bir şey vardır. Hayvanların yüreği gibi iş görür. Bu şey yaralanırsa veya suda kalırsa, ağaç kurur. (Ali bin Emrullah)

MEVDÛ
HADÎS:Bir hadîs imâmının (üç yüz binden daha çok hadîs-i şerîfi, râvîleri ve senedleri ile birlikte ezbere bilen âlimin) şartlarına uymayan hadîs-i şerîfler. (Bkz. Hadîs)
Mevdû hadîs, uydurma hadîs demek değildir. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
İbn-i Teymiyye aşırı giderek tasavvuf büyüklerine, Sadreddîn Konevî'ye Muhyiddîn ibni Arabî'ye İbn-i Fârıd'a insafsızca saldırmıştır. İmâm-ı Gazâlî'nin kitablarında mevdû hadîs doludur derdi. Onun bu tür iftirâlarına zamânındaki âlimler gerekli cevâb ı vermişlerdir. (Abdülhakîm Arvâsî)
İslâmiyet'in temel kitablarında hiçbir mevdû hadîs ve düşmanların, câhillerin dîne soktukları bozuk inanışlar ve yanlış işler yoktur. (M. Sıddîk bin Saîd)
Ehl-i sünnet âlimleri hadîs-i şerîfleri incelerken kılı kırk yarmışlar, mevdû hadîslerin hepsini elemişlerdir. Farzları helâl ve harâmları yalnız sahîh ve meşhûr hadîslerden çıkarmışlardır. (Dâvûd-i Karsî)

MEVHİBE:İhsân, bağış, Allahü teâlânın kuluna ihsânı.
İlim iki çeşittir. Biri verâset, biri de ledün ilmidir. Verâset ilmi çalışarak elde edilir. İlm-i ledün ise, Allahü teâlânın ihsânıdır. Çalışmadan elde edilir. İlâhî bir mevhibedir. Kullarından dilediğine verir. (Ubeydullah-ı Ahrâr)

MEVHÛM:Vehmolunmuş, aslı esâsı yokken zihinde kurulmuş olan, kuruntuya dayanan. Hayâlî. (Bkz. Vehm)
Dışarıda bir şeyi görmek tatlı geldiği gibi, onun aynadaki hayâlini görmek de tatlı gelmekte, sevilmektedir. Hâlbuki, o şeyin kendisi dışarda vardır. Aynada görmek ise, hayâl ve vehim olup, kendisi değildir. Fakat tesirleri ve işleri birbirlerine ben zemektedir. Allahü teâlâ, lutf ve ihsân ederek, mevhûm olan şeylerin tesirlerini, mevcûd (var olan) şeylerin tesirlerine, işlerine benzettiği için, mevhûm olanlarda, mevcûda ihsân edilen (verilen) nîmetlerden pay almak ümidi meydana geldi. (Ahmed Fârûkî)

MEVKÎ':Yer, mahâl, makam.
Suyun bakliyâtı yetiştirmesi gibi, mal ve mevkî sevgisi de, kalbde nifâkı münâfıklığı yâni için dışa uymamasını) yetiştirir. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
İki aç kurdun saldırdıkları zaman, koyun sürüsüne verdikleri zarar, mal ve mevkî sevgisinin, müslümanın dînine verdiği zarardan daha çok değildir. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
İnsanın izzeti (şerefi), îmân ve mârifet (Allahü teâlâyı bilmesi) iledir. Mal ve mevkî ile değildir. (Muhammed Ma'sûm)
Mevkî ve şöhret sâhibi olmak arzûsu, insanlarda üç şeyden meydana gelir: Birinci sebeb; nefsin arzûlarına kavuşmaktır. Nefis, arzûlarının haram yollardan elde edilmesini ister. İkincisi; kendinin ve başkalarının haklarını zâlimlerden kurtarmak ve müs tehâb olan meselâ, sadaka vermek için ve hayrât (hayır, iyilikler) yapmak için, yâhut mübâh olan işler yapmak için, meselâ, iyi yimek, iyi giyinmek, iyi evlerde oturmak ve çoluk-çocuk sâhibi olup, râhat ve mes'ûd (huzurlu) yaşamak için veya zâlimleri mazlûmlardan kurtarmak için veya İslâm dînine ve müslümanlara hizmet için mevkî sâhibi olmak istenir. Bu niyet ile mevkiye kavuşurken, İslâmiyet'in yasak ettiği şeyleri yapmaz ve vâcibleri, sünnetleri terk etmezse, bunun mevkî sâhibi olması câizdir. Üçüncü sebeb; nefsini eğlendirmektir. Nefis, maldan olduğu gibi, mevki'den de lezzet almaktadır... (Muhammed Hâdimî)

MEVKIF:Durak, durulacak yer; kıyâmette ölülerin diriltildikten sonra toplanacakları yer; Arasât meydanı, mahşer yeri. (Bkz. Mahşer)
Âhirette, peygamberlerin, kendilerine inen kitâblarını okumaları tamâm olduktan sonra, bir nidâ (ses) gelir ki: "Ey mücrimler (kâfirler) ayrılınız!" (Yâsîn sûresi: 59) denir. Bu nidâ üzerine, mevkıf yâni Arasât meydanı harekete geçer. O zaman, herkes i büyük bir korku alır. Birbirine girift olurlar (karışırlar). Melekler cinler ile ve cinler insanlar ile karışır. (İmâm-ı Gazâlî)

MEVKÛF SATIŞ:Sözleşme, alıcı ve verici açısından İslâmiyet'e uygun olduğu hâlde; başkasının hakkı karışmış olan alış-veriş.
Mevkûf satış, bâyiden başka bir kimsenin hakkı da bulunan bir malın satılması, o kimsenin izin vermesine mevkûftur. İzin vermezse müşteri o mala mâlik, sâhib olamaz. (İbn-i Âbidîn)

MEVLÂ:
1.Yardımcı ve koruyucu olan Allahü teâlâ.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
... Biliniz ki Allah sizin mevlânızdır. O, ne güzel mevlâ, ne güzel yardımcıdır. (Enfâl sûresi: 40)
De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize aslâ erişmez. O, bizim mevlâmızdır. Onun için mü'minler yalnız Allah'a güvenip, dayanmalıdır. (Tevbe sûresi: 51)
Dünyâyı anlayan onun sıkıntısından üzülmez. Dünyâyı anlayan ondan sakınır. Ondan sakınan nefsini tanır. Nefsini tanıyan Rabbini bulur. Mevlâsına hizmet edene, dünyâ hizmetçi olur. (İbrâhim Hakkı Erzurumî) Hak şerleri hayr eyler Zannetme ki gayr eyler Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler
(İbrâhim Hakkı Erzurumî)
2. Sevgili, sevilen.
Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır. (Hadîs-i şerîf-Kurret-ül-Ayneyn)
3. Âzâd edilmemiş, serbest bırakılmamış köle ve câriyenin sâhibi, efendisi.
4. Âzâd edilmiş köle.
5. Kölesini âzâd etmiş olan kimse.
Bir köle âzâd edildikten yâni serbest bırakıldıktan sonra sâhibi ile arasında velâ (yakınlık) ve yardımlaşma devâm eder. Bu bakımdan her ikisine de mevlâ denmiştir. (İbn-i Âbidîn)

MEVLÂNÂ:
1. "Efendimiz" mânâsına bir büyüğe karşı söylenen hürmet ve saygı ifâdesi.
Tahrîmen yâni harama yakın mekrûh olan şeyi terk etmek vâcibdir. Mevlânâ Bahr-ul-ulûm, Erkân-ül-erbea kitabında diyor ki: "Tahrîmen mekrûh olan şeyi terk etmek vâcibdir. Bu mekrûhu yapmak, bu vâcibi terk etmek olur. (Abdülhay Lûknevî)
Sözü başka tarafa çevirelim. Duâlarımı bildiren mektubumu size getiren Mevlânâ Muhammed Hâfız, ilim sâhibi olup, çoluk çocuğu fazladır. Geçim darlığından askere geldi. Eğer yardım elinizi uzatır, emîr nakîb Seyyid Şeyh Ciyû'ya maaş alması veya yardım etmesi için söylerseniz kerem etmiş olursunuz. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Evliyânın büyüklerinden Celâleddîn Rûmî'nin ve Hâlid-i Bağdâdî'nin ve bâzı büyüklerin lakabı.

MEVLEL-MUVÂLÂT:Bir zımmînin yâni gayr-i müslim (müslüman olmayan vatandaşın) veya harbî yâni vatandaş olmayan pasaportlu bir kâfirin bir müslümanın yardımı ile îmâna gelerek, bu müslümanı velî kabûl edip ona; "Sen benim mevlâmsın (velîmsin), şâyet ben bir cinâyet ( suç)işlersem diyetini (borcunu) sen ver, ben ölünce de sen malıma vâris ol" diyerek bir mukâvele (sözleşme) teklifinde bulunması.
Velâ yâni başkasının yakınlığı ve velîliği altında bulunan kimse, hiçbir yakını bulunmaksızın ölse, mîrâsının tamâmı mevlel-muvâlâta kalır. Velâ altında bulunan vefât ettiğinde yalnız zevcesini (hanımını) veya ölen kadın olup da yalnız zevcini (kocas ını) geride bırakırsa, bunlar muayyen (belirli) hisselerini aldıktan sonra geri kalan mal mevlel-muvâlâta âid olur. Beyt-ül-mâle kalmaz. (Sirâciyye)
Meyyitin (ölünün) bıraktığı maldan ferâiz ilmindeki sıra tâkib edilerek Zevilerhâmdan kimse yoksa mevlel-muvâlât denilen kişiye verilir. (M. Mevkûfâtî)

MEVLEVİYYE:Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.
Mevleviyye yolunun büyüğü Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, ney ve başka hiçbir çalgı çalmadı. Mûsikî dinlemedi ve raks yâni dans etmedi. Mevlânâ Câmî; Mesnevî'nin birinci beytinde bahs edilen ney'in, İslâm dîninde yetişen kâmil (olgun) yüksek insan olduğun u bildirmiştir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'den sonra Mevlevî şeyhlikleri câhillerin eline düştüğünden, ney'i çalgı sanarak; ney, dümbelek gibi şeyler çalmağa, dans etmeğe başlamışlar, ibâdete haram karıştırmışlardır. İslâmiyet'in ve Celâleddîn-i Rûmî' nin beğenmediği bu oyun âletleri, o tasavvuf üstâdının türbesine konunca, türbeyi ziyâret edenlerden bir kısmı bunları onun kullandığını zannederek aldanmaktadır. Osmanlılar zamânında gelişen ve yayılan, çok büyük hizmetlere vesîle olan Mevlevîlik, câhil ve ehliyetsiz kimselerin eline düştü. İbâdete haramlar karıştırıldı. Sultan İkinci Mustafa Han'ın hocası olan Vânî Muhammed Efendi, Mevlevîlerin simâlarını (âletsiz, çalgısız olan ses) ve Halvetîlerin rakslarını (dans) yasak ettirdi. (M. Sıddîk Gümüş)
Mevleviyye şeyhleri de âlim ve sâlih kimseler idi. Bunlardan Osman Efendi, Tezkiye-i Ehl-i Beyt kitabında râfizîlerin iftirâlarına vesikalarla cevab vererek İslâmiyet'e büyük hizmet etmiştir. (Abdülhakîm Arvâsî)

MEVLİD:Dünyâya gelme; doğum yeri ve zamânı. Peygamber efendimizin dünyâya gelişini, mi'râcını ve mübârek hayâtını anlatan eser.
Mevlid okumak, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem dünyâya gelişini, mi'râcını ve hayâtını anlatmak; O'nu hatırlamak, O'nu övmektir. (İbn-i Hacer-i Heytemî)
Resûlullah efendimizin mevlidine dâir yazılanların okunması için bir dirhem harcayan, Cennet'te bana arkadaş olur. (Hazret-i Ebû Bekr)
Resûlullah efendimizin mevlidine kıymet veren, İslâma kıymet vermiştir. (Hazret-i Ömer)
Resûlullah efendimizin mevlidine kıymet verip mevlid-i şerîf okunmasına sebeb olan dünyâdan îmânla gitmesi umulur. (Hazret-i Ali)
Mevlid okunan yerden belâlar sıkıntılar gider. (Mevlânâ Celâleddîn Rûmî)
Hâfızlar, Kur'ân-ı kerîm ve mevlid okumakla geçinmemeli, bunları para düşünmeden Allah rızâsı için okumalıdır. (Muhammed Hâdimî)
Süleymân Çelebi'nin Mevlid'inden bir beyt şöyledir: Âmine Hâtun Muhammed Ânesi, Ol sadeften doğdu ol dür dânesi

Mevlid Gecesi:Peygamberimiz Muhammed Mustafâ sallallahü aleyhi ve sellemin doğduğu Rebî'ul-evvel ayının on birinci ve on ikinci günleri arasındaki gece.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) mevlîd gecelerinde Eshâbına ziyâfet verir, dünyâyı teşrif ettiği ve çocukluğu zamânında olan şeyleri anlatırdı. Müslümanlar bu geceye çok önem vermiştir. Bu geceyi bütün mahlûklar, melekler, cinler, hayvanlar ve cansız maddeler, birbirlerine müjdelemekte, Peygamber efendimiz dünyâya geldi diye sevinmektedirler. (İbn-i Hacer-i Heytemî)
Mevlîd günü ve gecesinin şerefi, kıymeti çoktur. Resûlullah'ın varlığı, vefâtından sonra O'na tâbi olanlar için, kurtuluş vesîlesidir. O'nun doğumu için sevinmek Cehennem azâbının azalmasına sebeb olur. Bu geceye hürmet etmek, sevinmek, bütün senenin bereketli olmasına sebeb olur. Mevlid gününün fazîleti, Cumâ günü gibidir. Cumâ günü, Cehennem azâbının durdurulduğu, hadîs-i şerîfte bildirildi. Bunun gibi, mevlîd gününde de azâb yapılmaz. Mevlid geceleri, sevindiğini göstermeli, çok sadaka, hediy e vermeli, dâvet olunan ziyâfetlere gitmelidir. (İmâm-ı Celâlüddîn Abdurrahmân bin Abdil-Melîk Kettânî)
Mevlid gecesinde sadaka vermek, müslümanları toplayıp câiz olan şeyleri yedirmek ve câiz olan şeyleri okutup dinlemek, sâlih kimseleri giydirmek bu geceye hürmet etmek olur. Bunları Allah rızâsı için yapmak câizdir ve çok sevâb olur. Bunları yalnız f akirler için yapmak şart değildir. Ancak muhtaç olanları sevindirmek daha sevâb olur. (İbn-i Battâl)
Mevlid gecesi Kadr gecesinden sonra en kıymetli gecedir. Bu gece Peygamber efendimiz doğduğu için sevinenler affolur. (Muhammed Rebhâmî)
Her sene mevlid gecesinde müslümanlar sadaka veriyorlar, seviniyorlar, hayr ve hasenât yapıyorlar. Toplanıp Mevlid kasîdesi okutup dinliyorlar. (Şemseddîn Sehâvî)

MEVT:Ölüm; rûhun bedenden ayrılması. (Bkz. Ölüm)

MEVZÛN:Ölçülü, tartılı, ağırlıkla ölçülen, tartılan mal.
Birkaç kimse arasında müşterek (ortak) olan mekîl (ölçek ile ölçülen) veya mevzûn olan bir malı ölçmeden paylaşmak fâiz olur. (Ömer Nesefî)
 
 
M - 5

MEYL-İ TABÎ'Î:
İç güdü. İnsanın irâdesi dışında, yaratılıştan olan meyl, bedenin istemesi.
Allahü teâlâdan başka bir şeyi sevmek iki türlü olur: Birincisi; bir mahlûku, varlığı kalb ile ve beden ile birlikte sevmek, ona kavuşmak istemektir. Câhillerin sevmeleri böyledir. Tasavvuf yolunda çalışmak, kalbi bu sevgiden kurtarmak içindir. Böyle kalbde yalnız Allahü teâlânın sevgisi kalır, kalb O'ndan başkasına tutulmaktan, gönül bağlamaktan kurtulur. İkincisi; meyl-i tabiî olup, bedendeki maddelerin ve enerjinin özelliklerinden, ihtiyâçlarından ileri gelen bir istektir. Tasavvufun en son mertebesine kavuşan ve Allahü teâlânın sevdiği kulları olan evliyâda, mahlûklara (yaratılmışlara) karşı bu sevgi bulunabilir. Hattâ hepsinde vardır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem serin ve tatlı içmeği severdi. Nefs itminâna kavuşup, artık kötülükleri istemez hâle gelince, yalnız bedendeki maddelerin ısı ve hareket enerjisinin kötü isteklerine karşı cihâd edilir, savaşılır. (Muhammed Ma'sûm)
Meyl-i tabî'î olan istekler, nefsin istekleri değildir.Nefsle ilgileri yoktur. Tabîat kânunlarından hâsıl olan istekler yasak edilmemiştir. Bunları istemek nefse uymak olmaz. Bu istekleri yapmak mübâhtır. Nefs ya mübâhların fazlasını veya şüpheli ve haram şeyleri ister. (İmâm-ı Rabbânî)

MEYTE:
Ölmüş veya besmelesiz kesilen yâhut kesilmeyip başka sûretle öldürülen hayvan. (Bkz. Leş, Murdar)

MEYYİT:
Vefât etmiş, ölü.
Bir kimse mü'min kardeşinin kabrini ziyâret eder ve kabir yanında oturursa ve selâm verirse, meyyit onu tanır ve selâmına cevab verir. (Hadîs-i şerîf-Kitâbü Şerh-us-Südûr)
Meyyitin mezardaki hâli, imdâd diye bağıran denize düşmüş kimseye benzer. Boğulmak üzere olan kimse kendisini kurtaracak birini beklediği gibi, meyyit de babasından, anasından, kardeşinden, arkadaşından gelecek bir duâyı gözler. Kendisine bir duâ gelince, dünyânın hepsi kendisine verilmiş gibi sevinmekten daha çok sevinir... (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Meyyit, ehlinin, evlâdının ağlamalarından azâb duyar. (Hadîs-i şerîf-Minhet-ül-Vehbiyye)
Âdet olarak, riyâ, gösteriş olarak değil de, Allah rızâsı için, fakirlere yemek, sadaka verip, sevâblarını meyyitin rûhuna göndermek iyi olur ve büyük ibâdet olur. (Muhammed Ma'sûm)
Meyyit için duâ, Fâtiha, sadaka ve istiğfâr ile imdad ve yardım lâzımdır. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

MEZÂR:
Kabir, ölünün gömüldüğü yer.
Türbelere bez, iplik bağlamak, mezârlara mum yakmak dînimizde yoktur. Bunları hıristiyanlar yapar. Mezâra mum yakılmaz. Türbeye hizmet eden, orada ibâdet eden fakirlere mum götürülürse, sadaka sevâbı olur. Bu sevab ölüye bağışlanır. Mezârın yanında a dak hayvanı da kesilmez. (İbn-i Âbidîn)

MEZHEB:
Gitmek, tâkib etmek, gidilen yol. Mutlak müctehîd denilen dinde söz sâhibi âlimlerin, müslümanların yapmaları gereken hususlarla ilgili olarak dînî delîllerden (Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve İcmâ'dan) hüküm çıkarma usûlleri ve çıkarıp bildirdik leri hükümlerin hepsi.
Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının yolu) yüzlerce mezhebinden bugün dört tânesi kitâblara geçmiş olup, diğerleri kısmen unutulmuştur. Bu dört mezheb; Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebleridir. Müctehîd olmayanların bütün hareketler inde ve ibâdetlerinde bir müctehîde tâbi olması yâni bu dört mezhebden birinde bulunması lâzımdır. (Tahtâvî, Hamdullah Decvî, Muhammed Bâvâ Viltorî)
Eshâb-ı kirâmın (Peygamberimizi gören müslümanların) hepsi derin âlim, birer müctehîd idiler. Din bilgilerinde, siyâsette, idârecilikte, zamanlarının fen bilgilerinde ve tasavvufta (ahlâk ilminde) birer deryâ idiler. Bu bilgilerinin hepsini, Resûlull ah'ın sallallahü aleyhi ve sellem mübârek yüzünü görmekle ve kalblere işleyen, rûhları çeken sözlerini işitmekle az zamanda edindiler. Müctehîde kendi ictihâdı ile amel etmek lâzım geleceğinden her birinin mezhebi vardı.Mezhebleri az veya çok farklı idi. Tâbiîn (Eshâb-ı kirâmı görenler) ve Tebe-i tâbiîn (Tâbiîn'i görenler) arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin mezheblerinden yalnız dördü kitaplara geçip dünyânın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhebleri unutuldu. (Seyyid Abdülhakîm, Hamdullah Decvî)
Her müslümanın; bir ibâdet, bir iş yaparken dört mezhebden birine uyması lâzımdır. Dört mezhebden başka bir mezhebe uymak câiz değildir. Dört mezhebden birine tâbi olmak için bu mezhebin fıkıh bilgilerini iyi öğrenmek lâzımdır. Bu da o mezhebde yazıl mış fıkıh ve ilmihâl kitâblarından öğrenilir. (Muhammed Abdurrahmân Silhetî)
Dört mezhebin îtikâdları yâni îmânları birdir, ayrılıkları yoktur. Dördü de Ehl-i sünnet îtikâdında (inanışında)dır. Ehl-i sünnet îtikâdında olmayanlara bid'at ehli denir. (Şehristânî, Tahtâvî)
Dört mezhebden birine uymak Kur'ân-ı kerîme ve Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme uymaktır. Çünkü, mezheb imâmları Kur'ân-ı kerîmde açıkça bildirilen hükümleri, Peygamber efendimizin Kur'ân-ı kerîm ile ilgili açıklamalarını bildirdikleri gibi, K ur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerinde açıkça bildirilmeyen hususların hükümlerini yine Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerin ışığı altında ortaya koymuşlardır. (Abdülganî Nablûsî)

Mezheb İmâmı:
Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan işiterek veya nakl ile toplayan, açıkça bildirilmemiş olanları da, kendi koydukları usûllere (metod) göre açıkça bildirilmiş olanlara benzeterek çıkaran derin âlim, mutlak müctehîd. (Bkz. Müctehid)
Bilinen dört mezheb imâmından başka mezheb imâmları da vardı. Fakat bunların mezheblerinde olanlar azala azala bugün hiç kalmadı. Eshâb-ı kirâmın hepsi derin âlim ve müctehid idi. Her biri kendi mezhebinde idi. Hepsi de mezheb imâmlarımızdan daha üst ün idi. Fakat bunların kitabları olmadığı için mezhebleri unutuldu. (Şa'rânî)

Mezheb Taklidi:
1. Amelde yapılacak işlerde bir müctehidin ictihâdlarına, fetvâlarına tâbi olma. Mevcût dört hak mezhebden birini öğrenip, kabûllenip, onunla amel etme.
Her müslüman vücud yapısına, yaşadığı iklim şartlarına, iş hayâtına göre kendisine daha kolay gelen ve meşhûr olan dört mezhebden birini seçer. Yâni bu mezhebin ilmihâl kitâbını okuyup, öğrenir, ibâdetlerini ve bütün işlerini bu mezhebi taklîd ederek yapar. Böylece bu mezhebe girmiş olur. Dört mezhebden birini taklîd etmeyen kimse, Ehl-i sünnetten (Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâmın yolunda olanlardan) ayrılmış olur. (Şernblâli)
Mezheb taklîdi demek; kitâb (Kur'ân-ı kerîm) ve sünnetten ayrılmış olmak değildir. Bilakis mezheb imâmının kitâb ve sünnetten bildirdiklerine uymak, yâni kitâb ve sünnete uymak demektir. (Abdurrahmân Silhetî, Nablüsî)
Bugün din bilgilerini bu dört mezhebden birinin ilmihâl kitablarından öğrenmekten başka çâre yoktur. Herkes kendine kolay gelen mezhebi seçer. Onun kitablarını okur, öğrenir. Her işini bu mezhebe uygun yapar. O mezhebi taklîd etmiş olur. (Yûsuf Nebhânî)
2.Dört mezhebden birine uyan kimsenin bir işi yapmada ihtiyâç veya zarûret (başka hiçbir çâre bulunmama) veya meşakkat (güçlük) bulunduğunda, diğer mezheblerden birinin bu mes'eleyle ilgili şartlarına uyarak faydalanma.
Bir kimse bağlı olduğu mezhebde, kendi anlayışına göre değil, dinde bildirilen ölçüler çerçevesinde bir hususta mecbur kalınca, diğer üç mezhebden birini taklîd edebilir. Fakat o mezhebin o hususla ilgili bildirdiği şartların hepsini de yapması lâzım dır. Meselâ Hanefî mezhebinde olan bir kimsenin Şâfiî mezhebini taklîd ederek necâset (pislik) bulaşmış kulleteyn (küçük havuz) miktârı sudan abdest alırsa, yüzü yıkarken niyet etmesi ve tertibe riâyet etmesi ve imâm arkasında Fâtihâ okuması ve namazda tâdil-i erkânı muhakkak yapması lâzımdır. Bunları yapmazsa namazın bozulacağı söz birliği ile bildirilmiştir. (Abdurrahmân İmâdî, Abdülganî Nablüsî)
Bir kimse bir mezhebe tâbi olunca, ihtiyâc olmadıkça başka mezhebi taklîd etmez. Fakat bir işi yapmakta kendi mezhebine uymak güç olursa, o işi başka mezhebi taklîd ederek yapması câiz olur. (Muhammed Hâdimî)

MEZHEBDE MÜCTEHİD:
Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dînî delîllerden (kaynaklardan) yeni hükümler çıkarabilen İslâm âlimi. Buna müctehid-i mukayyed ve müctehid-i müntesib de denir. (Bkz. Müctehid)
İmâm-ı Muhammed Şeybânî, fıkıh âlimlerinin ikinci tabakasından olup, mezhebde müctehiddir. Hanefî mezhebini, yüzlerce kitab yazarak nakleden ve yayan odur. Güzel ahlâkı ve üstün hâlleri ile meşhûr idi. (İbn-i Âbidîn)

MEZHEBSİZ:
Müctehid (dînî delîllerden hüküm çıkarabilen büyük âlim) olmadığı hâlde, dört hak mezhebden birine tâbi olmayan, mezhebleri kabûl etmeyen ve dînî delillerden kendi anlayışına göre hüküm çıkarıp, buna göre amel eden veya böyle birine uyan kimse.
İbâdetlerin doğru olarak yapılmasını bildiren dört mezheb vardır. Bunlardan dördü de haktır, doğrudur. Bu dört mezheb; Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî mezhebidir. Her müslümanın bu dört mezhebden birinin fıkıh kitâbını okuyup ibâdetlerini bu kitâba uy gun yapması lâzımdır. Böylece bu mezhebe girmiş olur. Mezhebsiz olan, Ehl-i sünnet (Peygamber efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın yolunda bulunanlardan) değildir. (Tahtâvî, Hamdullah Decvî)
Hak olan, doğru olan dört mezhebin îtikâdları yâni îmânları aynıdır. Îmânda ayrılıkları yoktur. Dördü de Ehl-i sünnet îtikâdındadır. Ehl-i sünnet îtikâdında olmayan ve dört hak mezhebden birine uymayan, bid'at (sapıklık) ehli veya mezhebsizdir.Bunlar kendilerine beşinci mezheb diyorlar. Beşinci mezheb diye bir şey yoktur. (Şehristânî ve Yûsuf Nebhânî)
Mezhebsizler, mezheb imâmı olan büyük âlimlerin üstünlüklerini kabûl etmezler. Kendilerinin de Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabileceklerini söylerler. Mezheblerden birisine tâbi olan kimseleri câhillikle ithâm ederler. Bin sened en beri gelmiş hâlis müslümanları ve mezheb imâmlarına uyan âlimleri küçük görerek kendilerini gerçek müslüman ve asrın ihtiyâçlarını kavramış geniş kültür sâhibi bir İslâm âlimi olarak tanıtırlar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Mezhebsizlik, dinsizliğe giden bir köprüdür. (Zâhid-ül-Kevserî)
Mezhebsiz; eğer Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilen bir şeye inanmamış veya şüphe etmiş ise, kâfir (îmânsız) olur. Açık olarak bildirilmemiş şüpheli olan delîlleri te'vîl ederek (kendine göre yorum yaparak) yanlış mânâ vermiş ise , ehl-i bid'at (sapık) olur. (Hamdullah Decvî)

MEZMÛM:
Yerilen, kötülenen, beğenilmemiş, çirkin.
Kâfirlerin yaptıkları ve kullandıkları şeyler iki kısımdır: Birisi âdet olarak yâni her kavmin her memleketin âdet olarak yaptıkları şeylerdir. Bunlardan haram olmayıp, insanlara faydalı olanları yapmak ve kâfirlere benzemeği düşünmeyerek kullanmak g ünâh değildir. Pantolon, fes ve çeşitli ayakkabı, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yemek ve herkesin önüne tabaklar içinde koymak ve ekmeği bıçaklarla dilimlere ayırmak ve çeşitli eşyâ ve âletleri kullanmak, hep âdete bağlı şeyler olup, mübâhtır, serbesttir. Bunları kullanmak, bid'at olmaz, günah olmaz. Bunlardan faydalı olmayanları, mezmûn olanları kullanmak ve yapmak harâm olur. Kâfirlerin kullandıkları şeylerin ikinci kısmı, onların ibâdet olarak yaptıkları, kâfirlik alâmeti olan şeylerd ir ki, bunları yapmak ve kullanmak küfr (îmânsızlık) olur, haramdır. (İbn-i Âbidîn, İmâm-ı Birgivî)

MEZY (Mezî):
Dokunma, bakma ve düşünme gibi sebeplerle erkekten gelen beyaz şeffâf sıvı.
Hanefîde ve Şâfiî'de bir kimseden vedî (idrardan sonra gelen beyaz bulanık koyu sıvı) ve mezî çıkınca cünüp olmaz yâni boy abdesti alması gerekmez. Fakat abdest bozulur. (M. Mevkûfâtî)
Mezî ve vedî, Hanefî ve Mâlikî mezhebinde kaba necâsettirler. (İbn-i Âbidîn)
Vedî, mezî çıkınca dört mezhebde de abdest bozulur. Hanbelî'de gusl (boy abdesti) de lâzım olur. (Ekmelüddîn Bâbertî)


 
M - 6

MIRDAR:
Leş. (Bkz. Leş)

MISHAF:
Kur'ân-ı kerîmin tamâmının yazılı olduğu mübârek kitab. (Bkz. Mushaf)

MISKA:
Şifâ âyet-i kerîme ve duâlarının yazılı olduğu kâğıt, muska. (Bkz. Rukye)
Kur'ân-ı kerîm ile ve duâ ile olan mıskaları yapmak ve kullanmak câizdir ve insanı korurlar. Kur'ân-ı kerîm maddî ve mânevî her derde şifâdır ve her harfi mübârektir, muhteremdir. (İbn-i Âbidîn)

MİHRÂB:
Mescid, câmi vb. ibâdet yerlerinin kıble tarafında imâmın namaz kıldığı yer.
İmâmın mihrâb içinde durması mekrûhtur. Ayakları, mihrâbın dışında olunca, mihrâb içine secde etmesi mekrûh olmaz. (Halebî)
Mihrâbı bulunmayan, hesab, yıldız gibi şeylerle de anlaşılmayan yerlerde, kıbleyi bilen, sâlih müslümanlara sormak lâzımdır. Kâfire, fâsıka (açıkça günah işleyene) ve çocuklara sorulmaz. (Dâmâd, İbn-i Âbidîn)

MİHRİCÂN GÜNÜ:
Eylül ayının yirmi üçüncü gününe rastlayan mecûsî bayramı.
Nevruz (Mart'ın yirmi birinci) ve mihricân günlerinde, bunların isimlerini söyleyerek hediye vermek haramdır. Bu günleri bayram bilerek hediye vermek, îmânı götürür. Bu günlerde hürmet için kâfire yumurta bile verenin îmânı gider. (Alâüddîn Haskefî)

MÎKÂİL ALEYHİSSELÂM:
Dört büyük melekten biri. Ucuzluk, pahalılık, kıtlık, bolluk yapmak, ferah ve huzûr getirmek ve her maddeyi hareket ettirmekle görevli melek.
Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Cebrâil'e; "Ey Cebrâil! Mîkâil'in güldüğünü hiç görmedim, bunun sebebi nedir?" diye sorduğunda, Cebrâil (aleyhisselâm; "Cehennem ateşinin tutuşturulduğu günden bugüne dek Mîkâil gülmemiştir" diye cevap verdi. (Muînüddîn Hirevî)
Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâma gökte iki ve yerde iki yardımcı yaratmıştır. Bunlar gökte Cebrâil ve Mikâil, yerde hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'dir. (Nişancızâde)

MÎKÂT:
Hac ve umre için gelenlerin ihrâma girdikleri mevki, yer.
Mîkâtlar şunlardır:
Zülhuleyfe, Zât-i irk, Cuhfe, Karn (Karen) ve Yelemlem. Medîneliler, Zülhuleyfe'den; Bağdâd-Basra ahâlisi Zât-ı irk'ten, Şam ahâlisi Cuhfe'den ve Necid halkı Karen'den ve Yemen ahâlisi, Yelemlem'de ihrâma girerler. (M. Zihni Efendi)
Bir kimse ihrâmsız olarak mîkâtı geçtikten sonra ihrâma girerse, yasak olan şeyi işlediği için bir kurban lâzım olur. (M. Mevkûfâtî) Olunca vâsıl-ı haddî mîkât İki ihrâmdan aç; iki kanat.
(Nâbî)
(Mîkât'a gelince iki kanadını açarak, uçan bir kuş misâli iki parçadan ibâret olan ihrâmını giy.)

MİL:
Bin dokuz yüz yirmi metre olan bir uzunluk ölçüsü.
Abdest ve gusül (boy abdesti) almak için su bulamayan ve sudan bir mil uzak olan kimse, niyyet etmek şartıyla teyemmüm eder. (Molla Hüsrev)

MÎLÂD:
Doğum günü, Îsâ aleyhisselâmın doğum günü olduğu iddiâ edilen noel gecesi. (Bkz. Noel Gecesi)
Noel gecesi doğru olarak Mîlâd'ın, Aralık'ın 25'i veya Ocak'ın altıncı günü veya başka gün olduğu sanıldığı gibi, bugünkü Mîlâdî senenin bir veya dört sene az olduğu çeşitli dillerdeki kitablarda yazılıdır. (Hasib Bey)
Sorbon üniversitesi profesörlerinden Gungvebert, hazret-i Îsâ'nın mîlâdî târihinden on beş sene önce veya sonra doğduğu isbat edilemez diyor. Doğum senesi tahmin edilemeyince doğduğu gün elbette hesaplanamaz. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

MÎLÂDÎ YIL:
Hazret-i Îsâ'nın doğduğu iddiâ edilen yılı başlangıç kabûl eden ve 365,242 günlük güneş yılını esas alan takvim senesi.
Hicrî kamerî yılbaşı, hicrî şemsî ve mîlâdî yılbaşılarından on gün önce gelmektedir. Bundan dolayı müslümanların mübârek günleri veya geceleri, şemsî senelere nazaran her yıl on gün önce gelmektedir. Çünkü müslümanların mübârek günleri, güneş ayların a göre değil, hicrî kamerî aylara göre yapılır. Dînimiz böyle emretmektedir. (M. Sıddîk Gümüş)
Mîlâdî yıl altıncı yüzyıla kadar hiç kullanılmadı. İlk olarak Danyı adında bir râhip altıncı yüzyılın başlarında mîlâdî târih kullandı. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Mîlâdî yıl kat'î olmayıp, günü de, senesi de şüpheli ve yanlıştır. Büyük âlim, İmâm-ı Rabbânî ve Burhân-ı Kâtı'ın yazarı mütercim Âsım Efendi'nin bildirdiklerine göre, Îsâ aleyhisselâm ile Peygamberimiz arasındaki zaman, bin seneden az değildir. (M. Sıddîk Gümüş)

MİLHAFE:
Kadının sokağa çıkarken giydiği manto ve ferâce gibi uzun geniş örtü.
Senede, biri yazlık biri kışlık olmak üzere iki milhafe alması, erkeğin zevcesine (hanımına) olan nafakasındandır. (İbn-i Nüceym)

MİLLET:
1. Din, dil ve târih berâberliği bulunan insan cemâati, topluluğu, kavim.
Bugün dünyâdaki kâfirler iki türlüdür. Birincisi kitâblı kâfirler yâni hıristiyan ve yahûdîler olup, öldükten sonra dirilmeğe, âhiretteki sonsuz hayâta inanıyorlar. Avrupa ve Amerika milletleri kitablıdır. İkincisi kitabsız kâfirler yâni müşrikler ol up, her şeyi yapan bir Allah'ın bulunduğuna inanmazlar. (M. Sıddîk Gümüş)
2. Din; kullarının dünyâda ve âhirette râhat ve huzûra kavuşmaları için Allahü teâlânın peygamberleri vâsıtasıyla gösterdiği yol.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Kendini bilmeyenden başka İbrâhim'in (aleyhisselâm) milletinden kim yüz çevirir. Gerçekten biz onu dünyâda seçtik. O, âhirette dahi gerçek sâlihlerdendir. (Bekara sûresi: 130)
(Ehl-i kitâb); bir de "Yahûdî veya hıristiyan olun ki, hidâyet bulasınız" derler. Sen de, deki: "Hayır biz hak yol üzere bulunan İbrâhim (aleyhisselâm) milletiyiz. O, hiçbir zaman müşriklerden (puta tapanlardan) olmadı. (Bekara sûresi: 135)
(Yûsuf aleyhisselâm dedi ki Atalarım İbrâhim, İshâk ve Yâkub'un milletine uydum. Bizim, Allah'a ortak koşmamız olacak şey değildir. Bu bize ve insanlara Allah'ın bir lütfudur. Lâkin insanların çoğu şükretmezler. (Yûsuf sûresi: 38)
Milletim, millet-i İslâm'dır. Îtikâdda Ehl-i sünnet ve cemâat, amelde Hanefî mezhebindenim. Âdem aleyhisselâmın zürriyetindenim. (Muhammed bin Kudbüddîn İznikî)

MİLLİYETÇİLİK (Milliyet):
Aynı vatanda aynı toprakta doğup yetişenlerin din, örf-âdet ve menfeat birliği.
İslâmiyet "posa ırkçılığını" ve ırk ve kavim üstünlüğü iddiâlarını câhiliyye devri âdetleri olarak reddetmekle birlikte, aslâ, müslümanları, soyunu, kavmini ve ırkını red ve inkâr etmeye dâvet etmemektedir. Aksine böyle bir fiili harâm saymaktadır. K aldı ki; "Vatan sevgisi îmândandır", "Kişi kavmini sevmekle suçlanamaz" ve "Kavminin efendisi, kavmine hizmet edendir" diye buyuran Resûlullah efendimizin dînini; kavimlerin, milletlerin ve milliyetçiliğin aleyhine kullanmak mümkün değildir. İslâmiye t bunları yok etmez, kardeş olmaya dâvet eder. (S. Ahmed Arvâsî)

MİNÂ:
Mekke-i mükerremenin doğusundaki dağların eteğinden Arafât'a giden yol üzerinde bulunan yer. Hac ibâdeti esnâsında kurban kesmek ve cemre (şeytan) taşlamak için buraya gidilir. İbrâhim aleyhisselâm, kurban etmek için, oğlu İsmâil'i buraya götürmüştü.
Minâ Mekke'nin, Müzdelife Minâ'nın, Arafât da Müzdelife'nin kuzeyindedir. Son yapılan asfalt caddelere göre Minâ ile Mekke arası 4,5, Minâ ile Müzdelife arası 3,3 ve Müzdelife ile Arafât arası 5,4 kilometredir. (M. Sıddîk Gümüş)
Haccın sünnetleri on birdir. Bunlardan biri de imâmın üç yerde hutbe okumasıdır. Birisi Zilhicce ayının yedinci günü Mekke'de, ikincisi, dokuzuncu günü öğle namazı, öğle ve ikindi namazlarından önce Arafât'ta, üçüncüsü, on birinci (kurban bayramının ikinci) günü Minâ'da okunur. (İbn-i Nüceym)
Kurban bayramının birinci günü güneş doğmadan önce Meş'aril-haram denilen yerden Minâ'ya hareket edilir.Minâ'ya gelince, Mescid-i Hîf'e en uzak olan Cemre-i akabe denilen yerde sağ elin baş ve şehâdet parmaklarıyla iki buçuk metreden veya daha uzakta n Cemre yerini gösteren duvarın dibine nohut kadar yedi taş atılır. Sonra hiç durmadan buradan gidilip kurban kesilir. Bayramın birinci günü Minâ'da olanlar ve bütün hacılar bayram namazı kılmaz. (İbn-i Âbidîn)
Mekke-i mükerremede Minâ pazarında, genç bir tâcir aşağı yukarı elli bin altın değerinde alış veriş yapıyordu. O esnâda, kalbi, Allahü teâlâyı bir an unutmuyordu. (Hâce Behâeddîn-i Buhârî)

MİNÂRE:
Câmilerde, müezzinlerin çıkıp ezân okuduğu yüksek yer.
Minâre ilk defâ Mısır vâlisi Mesleme bin Mahled tarafından hazret-i Muâviye'nin emri ile yaptırılmıştır. (İbn-i Âbidîn)
Minâre yapmak, müstehâbdır. Çünkü müezzinin, ezânı yükseğe çıkıp okuması sünnettir.Minâre, bu sünnete yardım etmektedir. (Abdülganî Nablüsî)
Mezar üzerine mum yakmak, minârede kandil yakmak ve câmilerde şarkı ve oyun havaları şeklinde mevlîd okutmak gibi adaklar adak olmaz. (İbn-i Âbidîn)

MİNBER:
Câmilerde hatiplerin hutbe okumaları için yapılmış merdivenli yüksek yer.
Kabrim ile minberim arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir. (Hadîs-i şerîf-Minhet-ül-Vehbiyye)
İmâm hutbe okumak için minbere çıkınca, cemâatin namaz kılması ve konuşması haram olur. (Kâşânî)

Minber-i Nebevî:
Resûlullah efendimizin hutbe okudukları minber.

MİNNET:
1. Yapılan bir iyiliği, verilen bir şeyi başa kakma. Minnetin bu kısmı İslâmiyet'te yasaklanmıştır.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu:
Sadakalarınızın sevâbını minnet ve ezâ ile heder etmeyin, boşa çıkarmayın. (Bekara sûresi: 264)
Minnet edenin sadakasını Allahü teâlâ kabûl etmez. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Minnet akıl ve iz'andan soyunmuş özü-vicdânı çürük kişilere yaraşır. Böyleleri bir kimseye bir iyilik ettikleri zaman onu ya söz veya davranışlarla açıklamaya kalkışarak zavallıyı mahcub eder ve gönlüne ızdırap yüklerler. (Ahmed Rıfat)
2. Görülen iyiliğe karşı teşekkür etme.
Gaflet ve şaşkınlığa kapılarak, ana-babanın kalbini kırarsan derhal onların rızâsını almaya çalış, yalvar, minnet eyle ve her ne sûretle olursa olsun, onların gönlünü al. Ana-babanın evlâdı üzerinde hakları çok büyüktür. (Süleymân bin Cezâ)
Allahü teâlâya hamdü senâlar olsun ki, üç seneden beri müslümanım.Mes'ûd bir hayâta kavuştum. Bana İslâmiyet'i anlatıp müslüman olmama vesîle olanlara minnet borcum çoktur. (Ömer Mita-Japon)
3. Allahü teâlâya hamd ve senâ etmek, şükretmek.
Allahü teâlâya hamd ve minnet ederiz ve O'nun Peygamberine sonsuz salât ve selâm ederiz. Selâmette ve âfiyette olmanız ve doğru yolda bulunmanız ve ilerlemeniz için Allahü teâlâya duâ ederiz. Kıymetli ve merhametli efendim! Kazanç zamânı geçip gidiyo r. Her geçen an, ömrümüzü azaltmakta, ecel zamânı yaklaşmaktadır. Bugün aklımızı başımıza toplamazsak, yarın âh etmekten ve pişmanlıktan başka elimize bir şey geçmez. Bu birkaç günlük sağlık zamânında dînin emirlerine uygun yaşamaya çalışmalıyız! Anc ak böylece kurtulmamız umulur. (İmâm-ı Rabbânî)
Minnet Allahü teâlâya ki, O'na tâatte bulunmak, beğendiği işleri yapmak, O'na yakınlaştırır. O'na şükretmekle nîmet artar. Alınan her nefes, hayâtın devâmını sağlar. Verilen nefes, insanı rahatlatır. O halde, her nefeste iki nîmet vardır. Her nîmete bir şükür lâzımdır. (Sâdî-i Şîrâzî)
Hayat yolunda bizim taşıyabileceğimiz ve öteki dünyâya da götürebileceğimiz biricik servet; Allahü teâlâya hamd ve senâ etmek (O'na minnet bildirmek) ve O yüce kudret sâhibine sevgi ile bağlanmak, O'na ibâdet etmektir. (William Pickhard-İngiliz)
4. Nîmete kendi eliyle, kendi çalışmasiyle kavuşmadığını, Allahü teâlânın lütfu ve ihsânı olduğunu düşünmek. Ucbun (kendini ve işlerini beğenme hâlinin) zıddı.

MİNNETDÂR:
Birinden gördüğü iyileğe karşı mahcup ve müteşekkir kalan.
Kur'ân-ı kerîmi toplayan, Şeyhayn'dır (hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'dir). Bugün bilinen İslâm ilimlerinin hepsini, Şeyhayn ortaya koydu. Arabı, Acemi hidâyete getiren, Şeyhayn'dır. Şeyhayn'a bütün insanlar minnetdârdır. Bunu anlayamamak, güneşi görmemeye benzer. (Veliyyullah-ı Dehlevî)
Din bilgilerinde ve dünyâ işlerinde kendisine minnetdâr olduğum bir kişi vardır. O da İmâm-ı Muhammed'dir. (İmâm-ı Şâfiî)
 M - 7

Mİ'RÂC:
1. Merdiven.
Resûlullah efendimiz, Mekke şehrinden, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya geldikleri zaman, peygamberlerin rûhları, insan şekillerinde orada hazır bulundu. Bir anda Kudüs'ten yedinci göke kadar, bilinmeyen bir mîrâc ile çıkarıldı. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
2.Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem elli iki yaşında uyanık iken, beden ile, hicretten altı ay önce Receb ayının yirmi yedinci gecesi, Mekke-i mükerremede Mescid-i Harâm'dan Kudüs'e ve oradan göklere ve bilinmeyen yerlere götürülüp, g etirilmesi.
Mi'râc gecesi bir cemâate uğradım. Önlerine nefis yemekler koymuşlar. Bir yanda da leş duruyor. O nefis yemekleri bırakmış, leş yiyorlardı. "Bunlar kimlerdir?" dedim. Cebrâil aleyhisselâm; "Bunlar, helâli terk edip, harama meyl eden erkek ve kadınlardır. Helâl malları varken, haram yiyen kimselerdir" dedi. (Hadîs-i şerîf-Meâric-ün-Nübüvve)
Mi'râca götürüldüğüm gece, Cennet'te bir seviyeden yüksek yapılmış köşkler gördüm. Dedim ki: "Yâ Cebrâil! Bunlar kimin içindir?" Buyurdu ki: "Öfkesini yutanlar ve insanları affedenler içindir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Mi'râc gecesi, çok fecî ve elîm bir şekilde kendi kendilerine azâb eden bir takım insanlar gördüm. Cebrâil aleyhisselâma sordum ki: "Yâ Cebrâil! Bunların günâhı nedir? Niçin böyle kendi kendilerine azâb ederler?" Cebrâil aleyhisselâm dedi ki: "Bunlar, başkalarının ayblarını (kusûrlarını) açığa çıkaranlardır. (Hadîs-i şerîf-Meâric-ün-Nübüvve)
Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâma olan ihsânlarının en şereflilerinden biri de, O'na mi'râc mûcizesini vermesidir. Bu mûcizeyi O'ndan başka hiçbir peygambere vermemiştir. Resûlullah'ın Mekke'den Mescid-i Aksâ'ya götürüldüğü, Kur'ân-ı kerîmde İsr â sûresinin birinci âyet-i kerîmesinde açıkça bildiriliyor (mi'râcın bu kısmına isrâ' denir). Buna inanmıyan kâfir olur. Mescid-i Aksâ'dan göğe çıkarıldığını meşhûr hadîsler haber veriyor. Buna inanmıyan ise, bid'at ehli, sapık ve fâsık (günahkar) olur. Mîrâcın uyanık iken ve cesed ile olduğunu, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin ve hadîs âlimlerinin ve fıkıh âlimlerinin ve kelâm âlimlerinin çoğunluğu haber vermişlerdir. Böyle olduğunu sahîh hadîsler bildirmektedir. Mi'râc çok defâ olmuştu. Bunlardan biri uyanık iken ve cesed ile idi. Ötekiler yalnız rûh ile idi. Âişe (r.anhâ) rüyâda rûh ile olan mi'râclardan birini haber vermektedir. Onun bu haberi, uyanık iken cesed ile olan mi'râcın yok olduğunu göstermez. (Abdülhak Dehlevî, İsmâil Hakkı Bursevî, Muhammed Behâüddîn)
Beş vakit namaz mi'râc gecesi farz oldu. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, mi'râcda cennetleri ve cehennemleri ve Allahü teâlâyı gördü. Yalnız bu görmesi, dünyâ görmesi ile değil, âhiret görmesi ile oldu. Çünkü o gece zaman ve mekân çe vresinden dışarı çıktı. Bu görmeğe dünyâda gördü demek, mecâz olarak denilmiştir. Dünyâdan gidip gördüğü ve yine bu dünyâya geldiği için böyle denilmiştir. (İmâm-ı Rabbânî)

MÎRÂS:Vefât eden kimsenin, geride kalan akrabâlarına bıraktığı mal ve haklar.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm!) babası ve çocuğu olmıyanın mîrâsı hakkında senden dînin hükmünü istiyorlar. De ki, Allah, babası ve çocuğu olmayan için şöyle beyân eder: Eğer bir kimse ölür de çocuğu bulunmazsa ve geride ana-baba bir veya baba bir olan tek bir kız kardeşi olursa, terikenin yarısı bunundur. Eğer ölen bir kadının geride çocuğu kalmaz da erkek kardeşi bulunursa, o, terikenin tamâmına vâris olur. Ölenin iki veya daha çok kız kardeşi varsa, bunlara terikenin üçte ikisi vardır. Eğer kardeşler erkek ve kadın olurlarsa erkek için iki kadın payı vardır. Şaşırırsınız diye Allah size dîninizin hükümlerini açıklıyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir. (Nisâ sûresi: 176)
Küçük çocukları olan veya mîrâsa muhtaç bâliğ (ergen) ve sâlih çocukları bulunan hastanın, malından nâfile hayrât ve hasenâtı (iyilik yapılmasını) vasiyyet etmeyip çocuklarına bırakması daha iyidir. (İbn-i Âbidîn)
Malını, hayrâta (iyi yerlere) sarf edip, fâsık (haram ve günah işleyen) çocuğuna mîrâs bırakmamalıdır. Çünkü günâha yardım etmek olur. (Kerderî)

MÎRÎ TOPRAK:Beytülmâle yâni devlete âit toprak. (Bkz. Arâzi)

MÎSÂK:Söz verme, sözleşme, andlaşma.
1. Allahü teâlânın, Âdem aleyhisselâma ve bütün zürriyetine (ondan gelecek insanlara); "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye hitâb buyurması, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye cevab vermeleri. (Bkz. Ahd)
Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Kur'ân-ı kerîm hüzün ile inmiştir. Onu okurken kusurlarınıza ve ilerdeki tehlikelere karşı üzüntünüzü gösteriniz." Üzüntüsünü açıklamanın yolu, oradaki korkutucu, azâb verici, mîsâk ve muâhede âyetlerini düşünmekle, sonr a da nehy (yasaklarına) ve emirlerine karşı kusurlarını hatırlamakla olur. Şüphesiz bunları gereği gibi düşünen insan hem mahzûn olur, hem de ağlar. Şâyet ağlıyamıyorsa, ağlıyamadığına üzülmelidir. Çünkü Kur'ân'ın bu gibi âyetlerinden üzüntü duymamak büyük musîbettir. (İmâm-ı Gazâlî)
2.Yemîn ile kuvvetlendirilen söz verme.
Allahü teâlâ için yemîn ediyorum demek, yemîn olur. Allah'a ahd ediyorum (söz veriyorum), Allah'a mîsâk ediyorum demek, yemîn olur... (Alâüddîn-i Haskefî, Halebî)

MİSKAL:Bir çeşit ağırlık ölçü birimi.
Bir miskal; Hanefî mezhebinde 4,8 gram, Şâfiî mezhebinde ise 3,45 gramdır. (Süleymân bin Cezâ)
Üzerine bulaşan necâset, bir miskalden az ise yıkamak sünnettir. Bir miskal bulaşmış ise yıkamak vâcib, fazlasını yıkamak farzdır. (Kutbüddîn İznikî)
Altının, zekât verilmesi farz olan miktârı yirmi miskaldir. (Kâşânî)

MİSKÎN:
1. Bir günlük nafakasından (yiyeceğinden, giyeceğinden) fazla bir şeyi olmayan müslüman.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
... Fazla ihtiyarlık ve devamlı hastalık gibi sebeblerle oruç tutmaya güç yetiremeyenler üzerine, bir miskîn doyuracak kadar fidye vermek lâzımdır... (Bekara sûresi: 184)
Akrabâya, miskîne ve yolda kalmışa hakkını ver. Bununla berâber (malını) büsbütün saçıp savurma! (İsrâ sûresi: 26)
Her şeyin bir anahtarı vardır. Cennet'in anahtarı da, fakîr ve miskînleri sevmektir. Fakîr ve meskînler, sabırları sebebiyle kıyâmet günü Allahü teâlâya yakın bulunacaklardır. (Hadîs-i şerîf-Dâre Kutnî)
Bir kimse, kalbinde katılık bulunduğundan şikâyet edince, Resûlullah efendimiz ona; "Yetimin başını okşa ve miskîni doyur!" buyurdular. (Hadîs-i şerîf-Dimyâtî)
Zekât verilecek yedi sınıf kimseden birisi de miskîndir. (İbn-i Âbidîn)
2. Dervîş. Miskîn Yûnus var yârına, Koma bugünü yârına, Yârın Hakk'ın dîvânına, Varam Allah deyü deyü!..
(Yûnus Emre)

MİSLÎ:Çarşıda, pazarda aynı evsâfta, özellikte benzeri bulunan, fiyatları farklı olmayan mal.
Ağırlıkla, hacim ve uzunlukla ölçülenlerden fabrikada, tezgâhta yapılan şeyler ve sayı ile ölçülenlerden, aynı büyüklükte olanlar ve aynı büyüklükteki yumurta ve karpuz mislî maldır. (İbn-i Âbidîn)
Mislî malı telef eden, benzerini, mislî olmıyan malı telef eden, kıymetini öder. (İbn-i Âbidîn)

MİSVÂK:Bir karış büyüklüğünde kesilmiş, dişleri temizlemek için kullanılan ve Erak denilen ağaçtan veya zeytin dalından yapılan ağaç fırça.
Misvâk; ağzı temizlemeye, cenâb-ı Hakk'ın rızâsına kavuşmaya vesîledir. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)
Misvâk kullanarak kılınan namaz, misvâk kullanmadan kılınan namazdan yetmiş kat üstündür. (Hadîs-i şerîf-Reddülmuhtâr)
Abdest alırken misvâk kullanmak sünnet-i müekkededir (kuvvetli sünnettir). Misvâk, düz ve ikinci küçük parmak kalınlığında, bir karış boyunda olmalıdır. Misvâk, Arabistan'da yetişen Erak ağacının dalıdır. (Düzgün ucundan iki santimetre kadar, kabuğu soyulup, burası birkaç saat suda tutulur. Sonra ezilince, fırça gibi açılır). Erak ağacı bulunmazsa, zeytin dalından yapılır. Nar ağacından yapılmamalıdır. (İbn-i Âbidîn)
Misvâk kullanmanın on beş faydası vardır. Bunlar; sekerât-ı mevtte (son nefeste) Kelime-i şehâdeti söylemeye sebeb olur, dişlerin etlerini pekiştirir, safrayı keser, balgamı ve ağız kokusunu giderir, Allahü teâlâ ondan râzı olur, baş damarlarını kuvv etlendirir, gözleri nûrlanır, hayrı ve hasenâtı (iyilikleri) çok olur, sünnet ile amel etmiş olur, ağzı temiz olur, fasîh-ul-lisân yâni güzel konuşmaya vesîle olur, şeytan gamlanır, misvâklı olarak kılınan iki rek'at namazın sevâbı, misvâksız olarak kılınan yetmiş rek'at namazın sevâbından daha çok olur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Hazret-i Ömer zamânında Şam civârında bir kal'a muhâsara edildi. Öğleye kadar kal'a feth edilemedi. Hazret-i Ömer gadaba geldi. İslâm askerlerini huzûruna çağırdı. "Kal'a feth edilemedi. Kâfirler İslâm askeri karşısında bu kadar dayanamazdı. Aramızda birisi bir kusur işlemiş olmasın" buyurdu. Askerler hayret edip, tövbe ve istiğfâr etmeye başladılar. O sırada bir kişi ağlayarak hazret-i Ömer'in huzûruna geldi. "Ey mü'minlerin emîri! Bu gece teheccüde kalktığım zaman karanlık olduğu için misvâkımı aradım, fakat bulamadım. Bu sebeble misvâksız namaz kıldım. Sizin aradığınız kusuru ben işledim" dedi. Hazret-i Ömer ona; "Tövbe ve istiğfâr etmeye devâm et" buyurdu. O da tövbe ve istiğfar okumaya başladı. Bir saat sonra kal'a fetholundu. (Evliyâlar Ansiklopedisi)

MİSYONERLİK:Propaganda yaparak belirli bir fikir ve inancı yayma işi. Dar anlamda, henüz hıristiyanlığı kabûl etmemiş ülkelerde veya hıristiyan ülkelerde çeşitli isimler altında hıristiyanlığı yayma ve hıristiyanlık propagandası yapma faâliyeti. Bu çalışmaları y ürüten râhib, papaz ve din adamlarına misyoner, bu çalışmaları yapan teşkîlâta da Misyonerlik teşkîlâtı adı verilir.
Avrupalılar, hıristiyanlık inancını yaymak ve milletleri hıristiyanlaştırmak için misyoner teşkîlâtını kurdular. İktisâdî (ekonomik) bakımdan dünyânın en kuvvetli teşkîlâtı hâline gelen kilise ve misyoner teşkîlâtları akıl almaz bir çalışmanın içine girdiler. Hıristiyanlığı İslâm memleketlerinde yayabilmek için korkunç bir İslâm düşmanlığı başlattılar. İslâm memleketlerinin her yerine hıristiyanlığı öven binlerce kitap, mecmûa ve broşür gönderdiler. Bugün de güzel memleketimizde durmadan hıristiyanlığı anlatan kitap, mecmûa (dergi) ve broşürler, misyonerlik teşkîlâtı tarafından dağıtılmakta, posta ile yurt dışından adreslere gönderilmektedir. (Muhammed Sıddîk bin Saîd)
Târih göstermiştir ki, misyonerler gâyelerine erişmek için her türlü vâsıtayı mübâh (sakıncasız) gören bir zihniyete sâhib olmuşlardır. Asya ve Afrika milletlerini, asırlar boyu sömüren devletlerin en büyük yardımcıları misyonerler ve misyonerlik teş kîlâtları olmuştur. Misyonerler, girdikleri memlekette sâdece kendi dinlerini yaymakla meşgûl olmazlar. O memleketteki milleti meydana getiren maddî ve mânevî değerleri tahrib ederler. Tahrîb ettikleri millî duyguların enkazı üzerine kendi inançlarını binâ etmeye çalışırlar. Ellerinde bulunan bütün imkânlarını bu yolda kullanırlar. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

MİŞNÂ:Yahûdîlerin Tevrât'tan sonra mukaddes kabûl ettikleri Talmûd kitâbının iki kısmından biri.
Mişnâ, İbrânice "tekrar" demektir. Sözlü emirlerin kânun hâline getirilmiş ilk hâlidir. Yahûdî îtikâdına göre, Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma, Tûr dağında Tevrat kitabını (Yazılı emirleri) verdiği gibi, bâzı ilimleri yâni (sözlü emirleri) de söyledi . Mûsâ aleyhisselâm bu ilimleri Hârûn, Yûşâ ve Elîazar'a aleyhimüsselâm bildirdi. Bunlar da kendilerinden sonra gelen peygamberlere bildirdiler. Elîazar, Şuayb aleyhisselâmın oğludur. Bu bilgiler hahamlardan hahamlara rivâyet edildi. Mîlâddan önce 538 ve mîlâddan sonra 70 senelerinde çeşidli Mişnâlar yazıldı. Bunlara Yahûdîlerin âdetleri, kânun müesseseleri, hahamların bir mevzudaki tartışmaları ve şahsî görüşleri de karıştırıldı. Böylece Mişnâlar, hahamların indî görüş ve münâkaşalarını ifâde eden kitablar hâline geldi. Diğer Mişnâları içinde toplayan en son ve en meşhur Mişnâ, mîlâdın ikinci asrında yahûdî hahamlarından Yehûda tarafından yazıldı. Yehûda'dan sonra gelen hahamlar, Mişnâ'ya ilâveler ve şerhler yapmışlardır. Mişnâ'nın lisanı, kendisinde Yunanca ve Latincenin tesiri görülen Yeni İbrânicedir. Mişnâ'nın yazılmasından maksat, yazılı emr kabûl edilen Tevrat'ı tamamlayıcı olan sözlü emirleri tanıtmaktır. Mişnâlar, Tevratlardan daha basît olup, kelime ve cümle şekilleri onlarda n çok farklıdır. Emirler, umûmî kâideler şeklinde bildirilmiştir.Dikkat çekici misâller verilmiştir. Vâki' olmuş hâdiselere bâzan rastlanır. Emirler beyan edilirken kaynak olarak Tevratların âyetleri verilir. Mişnâ altı kısımdan meydana gelir: 1)Zerâim (tohumlar), 2)Moed (Mübârek günler. Bayram ve oruç günleri gibi), 3) Nâşim (Kadınlar), 4)Nezikin (Zararlar), 5)Kedaşim (Mukaddes şeyler), 6)Tehera (Tahâret, temizlik). Bunlar altmış üç risâleye, risâleler de cümlelere ayrılmıştır. (Harputlu İshâk Efendi)

Mİ'YÂR:
1-Ölçü âleti.
Akıl; his kuvveti ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmaya yarayan bir mi'yârdır. O hâlde, peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın i nanmaktan başka çâre yoktur. Peygamberlere tâbi olmak, aklın gösterdiği bir lüzûmdur ve aklın istediği, beğendiği bir yoldur. (İmâm-ı Gazâlî)
2.Kendisinde yalnız bir vâcibin (farzın) edâ edildiği, başka bir vâcibin edâ edilemediği vakit.
Ramazan ayı bu aydaki farz orucun mi'yârıdır. Bu ayda Ramazân orucundan başka bir oruç tutulamaz. Bunun içindir ki, Hanefîlere göre bir kimse Ramazân-ı şerîfte nâfile oruca niyet etse, o yine Ramazan orucundan sayılır. (Serahsî)

MİZÂC:Huy, tabîat, bir kimsenin yaratılıştan gelen özelliklerinin hepsi. (Bkz. Huy)
Gadaba gelen (kızan, öfkelenen) insan, aklın kontrolünden çıkmış olduğundan; bu kimsede basîret (kalb gözü, derin ve ince anlayış), düşünce, irâde (kendine hâkim olma) ve fikir diye bir şey kalmaz. Nice insanlar var ki, yaratılış îtibâriyle çabuk kız arlar. Hattâ, yüzünden gadab (kızgınlık) akar. Kalbin harâret mizâcı da buna yardımcı olur. Zîrâ gadab, ateştendir. Nitekim, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Mizâcın burûdeti (soğukluğu); gadabı (kızgınlığı) söndürür ve şehveti kırar. (İmâm-ı Gazâlî)

MİZÂH:Latîfe, şaka.
Ben mizâh konuşurum, fakat doğru konuşurum. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Alay, şaka ve mizâhtan kaçınınız. Zîrâ insanın şerefini kırar, vekarını (ağırbaşlılığı) azaltır. (Hazret-i Ömer)
Az olmak şartı ile arada bir mizâh mübâhtır (serbesttir). Ancak mizâhı âdet ve meslek hâline getirmemeli ve doğru söylemelidir. Çünkü fazla şaka, mizâh vakti öldürür ve çok güldürür. Çok gülmek ise, kalbi karartır. Heybet ve vekarı giderir. (İmâm-ı Gazâlî)
Mizâhın azı kötü değildir. Çünkü mizâh, gönül açıcı ve kalb temizleyicidir. Mizâhta aşırılığa kaçmamalı ve devamlı olmamalıdır.Mizâhta aşırılığa kaçılırsa, çok gülmeğe sebeb olur. Çok gülmek ise kalbi karartır. (Muhammed Hasan Can)

MÎZÂN:
1.Terâzi, ölçü âleti.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
... (Şuayb aleyhisselâm), Kavmine şöyle dedi: Rabbiniz tarafından size açık mûcize geldi. Artık kileyi, mîzânı tam tutun. İnsanların haklarını yerine getirmekte noksanlık yapmayın. (Peygamberler ve onlara tâbi olanların vâsıtasıyla) ıslâh olan yeryüzünü (küfür ve hîlelerinizle) fesâda vermeyin. Eğer benim sözümü tasdîk ederseniz, (bu söylediklerim) sizin için hayırlıdır." (A'râf sûresi: 85)
Şuayb aleyhisselâm Eyke halkını; ölçüyü ve mîzânı tam yapmaya, insanların hukûkuna riâyet etmeye, yeryüzünde fesâd çıkarmamaya, Allahü teâlâdan korkmaya ve takvâ üzere olmaya dâvet etti. (Fahrüddîn-i Râzî)
2. Kıyâmet günü insanların günâh ve sevâbını tartan ve nasıl olduğu bilinmeyen terâzi.
Alahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Biz kıyâmet gününe mahsûs adâlet mîzânları kurarız. Artık hiç kimse hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmayacaktır. (Yapılan amel) hardal tânesi kadar bile olsa, onu getiririz (mîzâna koyarız) . Hesâb gören olarak biz (herkese) yeteriz. (Enbiyâ sûresi: 47)
Artık kimin (sevâb) mîzânı ağır gelirse onlar korktuklarından emîn, umduklarına kavuşanların tâ kendileridir. Kimin de mîzânı hafif gelirse, onlar kendilerine yazık edenlerdir. (Onlar) Cehennem'de ebedî kalıcıdırlar. (Mü'minûn sûresi: 102, 103)
Mîzânda güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiçbir şey yoktur. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)
Bir kimse kıyâmette mîzâna getirilir. Sonra her birinin büyüklüğü, gözün görebileceği uzunlukta olan doksan dokuz amel defteri getirilir. Bu defterlerde o kimsenin iyilik ve kötülükleri yazılıdır. Günâhı sevâbından çok gelip, Cehennem'e gönderilir. Cehennem'e giderken, Allahü teâlâ katından bir ses duyulur; "Acele etmeyiniz. Onun tartılmayan bir şeyi vardır" der. Baş parmağı ucu kadar bir şey getirilir. Üzerinde Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah yazılı olur. Sevâb kefesine konur. Böylece sevâbı, günâhından ağır gelir ve Cennet'e gitmesi emrolunur. (Hadîs-i şerîf-Ahlâk-ül-Ulemâ)
İyi ameller güzel sûretlerle, kötü ameller de çirkin kıyâfetlerle gelecek, mîzâna konacaktır. (İbn-i Abbâs) Ömür tamam olup defter dürülür Sırat Köprüsü ve mîzân kurulur Hakk'ın dergâhında elbet durulur Buyruğu tutulur ferman eğlenmez. (Aziz Mahmûd Hüdâyî)

MİZMÂR:
1. Her türlü çalgı âleti, ney türünden, biri kamış, diğeri ağaçtan olmak üzere iki parçadan meydana gelmiş olan âlet, düdük, kaval, fülüt.
Bir zaman gelir ki, müslümanlar birbirlerinden ayrılır, parçalanırlar. İslâmiyet'i bırakıp kendi düşüncelerine, görüşlerine uyarlar. Kur'ân-ı kerîmi mizmârlardan yâni çalgılardan şarkı gibi okurlar. Allah için değil, keyf için okurlar. Böyle okuyanlara ve dinleyenlere hiç sevâb verilmez. Allahü teâlâ bunlara lânet eder, azâb verir. (Hadîs-i şerîf-Müsâmere)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem kıyâmet alâmetlerini sayarken buyurdu ki: "Hâkimler rüşvet alarak haksız karar verir. Adam öldürmek çoğalır. Gençler ana-babalarını, hısım-akrabâsını aramaz, saymaz olur. Kur'ân-ı kerîm mizmârdan, yâni çalgı âletlerinden okunur. Tecvîd ile güzel okuyanları, İslâmiyet'e uyan hâfızları dinlemeyip, mûsikî ile şarkı gibi okuyanları dinlerler." (Hadîs-i şerîf-Tergîb-üs-Salât)
Keyf ve eğlence için her mizmârı çalmak ve dinlemek haramdır. Çalgı, içki içenlerin âdetidir. İçki ise, nefsin arzûlarını yâni şehveti harekete getirir. Yalnız muhârebede (savaşta) askerin moralini kuvvetlendirmek için bando, mızıka çalmak ve bunlara sulh zamânında da hazırlanmak ve düğünlerde davul def çalmak, her müslümana câizdir. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Güzel ses.
Bir gün Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Ebû Mûse'l-Eş'arî'nin Kur'ân-ı kerîm okumasını dinledi ve buyurdu ki: "Ebû Mûsâ'ya Âl-i Dâvûd'un mizmârlarından verilmiştir. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Kur'ân-ı kerîmi mizmâr ve tecvîd ile okumalıdır. Tegannî ile yâni kelimeleri değiştirip nağmeye uydurarak okumak haramdır. (Abdullah-ı Dehlevî)

MU'ACCEL:Peşin olarak verilen. Acele ödenen şey. (Bkz. Mehr)
Nikâh akd edilirken (yapılırken) tek mehr söylenip, ne kadar mu'accel olduğu bildirilmedi ise, âdete ve zevcinin emsâline (akranlarına) göre söylenilenin bir miktârı mu'accel olur. Mehrin hepsi mu'accel denildi ise mu'accel olur. (Fetavâ-yı Hindiyye)

MUÂHEDE:Andlaşma. (Bkz. Ahd)
İslâm halîfeliğinin bir an evvel kaldırılması İngilizlerin birinci düşünceleridir. Kırım muhârebelerine sebeb olmaları ve burada Türklere yardım etmeleri hilâfeti mahv etmek için bir hîle idi. Pâris muâhedesi bu hîleyi açıkça ortaya koymaktadır. (Abdürreşîd İbrâhim Efendi)

MUÂHEZE:Azarlama, darılma, paylama, cezâlandırma.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâ sizi yemîn-i lağv (geçmiş bir şey için zan ile yanlış yemin etmek) ile muâheze etmez. Fakat (kasıdla, bilerek) akd ettiğiniz yeminlerde (geçmişte bir şey için yalan söyleyerek veya ilerde yapacağım yâhut yapmayacağım diye yalan yere yemi n etmekte) muâheze eder. Onun keffâreti, çoluk-çocuğunuza yedirdiğinizin orta hâli ile on fakiri doyurmaktır. Veya çoluk-çocuğunuza giydirdiğinizin orta hâliyle birer elbiseyi on fakire giydirmektir veya bir köle âzâd etmektir. Bu üçünden birini yapmaya gücü yetmiyenin üç gün müteâkiben (peşpeşe) oruç tutmasıdır. İşte bunlar sizlerin yeminlerinize keffârettir. Lisânlarınızı yemininizi bozmaktan hıfz ediniz (koruyunuz) . (Mâide sûresi: 89)
Allah hiç kimseye gücü yetmeyeceği bir şeyi teklif etmez. Herkesin kazandığı kendi lehine, yüklendiği vebâl de aleyhinedir. "Ey Rabbimiz! Eğer unuttuk veya hatâ ettikse, bizi muâheze etme. Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmiyeceği şeyleri de yükleme. Günâhlarımızı affet. Bizi bağışla. Bize merhâmet eyle. Sen bizim mevlâmızsın. Artık kâfirler gürûhu (topluluğu) üzerine bize yardım et (dediler) " (Bekara sûresi: 286)
Bir ümmet içerisinde, her gün yirmi beş kişi; Allahü teâlâya yirmi beş defâ istiğfâr ederse (günahlarının bağışlanmalarını dilerse) Allahü teâlâ o ümmeti umûmî azâbla muâheze etmez. (Mekhûl eş-Şâmî)

MUAHHİR (El-Muahhir):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Peygamberlerini, evliyâsını, sevdiklerini kendine yaklaştırıp, kâfirleri (inanmayanları), fâcirleri, düşmanlarını, sevmediklerini kendisinden uzaklaştıran, hor ve hakîr edip alçaltan.
El-Muahhir ism-i şerîfini söyleyenin tövbe etmesi kolay olur. (Yûsuf Nebhânî)

MU'ÂMELÂT:İnsanların birbirleri arasında olan işler. Alış-veriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîrâs gibi insanlar arasında meydana gelen işler. Fıkıh ilminin dört kısmından biri.
Mu'âmelâtta bir fâsıkın (açıkça günâh işleyenin) veyâ müslüman olmıyanın sözü de kabûl edilir. Akıllı olan çocuk ve kadın da mu'âmelâtta erkek gibidir. (Alâüddîn-i Haskefî)

MU'AMMÂ:1.Gizli, örtülü, anlaşılmaz veya anlaşılması güç şey.
Allahü teâlâyı mü'minler Cennet'te görecektir. Fakat, nasıl olduğu bilinmeyen bir görmekle göreceklerdir.Nasıl olduğu bilinmeyeni, anlaşılmayanı görmek de, nasıl olduğu anlaşılmayan bir görmek olur. Belki gören de, nasıl olduğu bilinmeyen bir hâl alı r ve öyle görür. Bu, bir muammâ, bir bilmecedir ki, bu dünyâda evliyânın büyüklerinden seçilmişlere bildirilmiştir. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Edebiyâtta bir ad sorulacak şekilde düzenlenmiş manzûm bilmece.
On altıncı asrın büyük muammâ şâirlerinden biri de Emrî'dir. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

MU'ÂNAKA:İki kişinin birbirinin boynuna sarılması.
Âdem aleyhisselâmdan İbrâhim aleyhisselâma kadar, selâmlaşma, birbirine secde etmekle olurdu. Sonra bunun yerine mu'ânaka ile oldu. Muhammed aleyhisselâm zamânında el ile müsâfeha sünnet oldu. (Muhammed Rebhâmî)
Âlimler buyurdular ki: Mu'ânaka edenlerin üzerinde bir gömlek veya cübbe gibi bir şey varsa, mu'ânaka câizdir. (Burhâneddîn Mergînânî)
Mu'ânakanın mekruh olanı (dînen iyi görülmeyeni) şehvetli olanıdır. (Şeyh Ebû Mansûr)

MU'ÂŞERET:İnsanların birbirleriyle görüşmelerinde ve işlerinde karşılıklı uymaları gereken usûller, kurallar. (Bkz. Edeb)

MU'ÂTEBE:İtâb etme, kızma, azarlama. (Bkz. İtâb)

MU'ATTALA:Allahü teâlânın sıfatlarını inkâr eden bozuk bir fırka, topluluk.
Nikâh ile alması haram olan yirmi beş kadından birisi de veseniyye yâni puta tapan kadınlardır. Güneşe, yıldızlara, resimlere ve heykellere tapınanlar ve Mu'attala ve Bâtıniyye ve İbâhiyyeden olanlar ve zındıklar yâni koyu müslüman görünüp küfre sebe b olan şeylere îmânın şartı diyenler, hep puta tapanlardandır. (Mehmed Zihni Efendi)

MU'ÂVVİZETEYN:Felak ve Nâs sûrelerinin ikisine berâber verilen isim.
Cumâ namazından sonra, yedi defâ ihlâs ve mu'âvvizeteyn okuyanı, Allahü teâlâ, bir hafta, kazâdan, belâdan ve kötü işlerden korur. (Hadîs-i şerîf-Fevâid-i Osmâniyye)
Dertlerden, belâlardan kurtulmak; şeytanın, cinlerin şerrinden korunmak için, Mu'âvvizeteyn'i çok okumak faydalıdır. (Seyyid Abdülhakîm)

MU'ÂYEDE:Bayramlaşma. Birbirinin bayramını kutlama.
Selçuklular ve Osmanlılarda muâyede merâsimleri pek muhteşem olurdu. Sultanlar bayram namazı kılmak için büyük bir alayla (toplulukla) selâtin yâni sultanlar tarafından yaptırılan câmilerden birine giderlerdi. Bayram namazı kılındıktan sonra sultan, sarayda devlet erkânıyla bayramlaşırdı. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
Osmanlılarda pâdişâhın bayramı tebrik merâsimi, İstanbul'un fethinden on dokuzuncu yüzyıl ortalarına kadar Topkapı Sarayı'nda yapıldı. Daha sonraki devirlerde Dolmabahçe Sarayı'nın orta kısmındaki büyük muâyede salonunda yapılmaya başlandı. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
Bayram günlerinde herkes temiz ve iyi giyinir, çocuklara yeni elbiseler alınır, fakir, yetim ve öksüzler sevindirilirdi. Kabirler ziyâret edilerek vefât eden akrabâ, diğer müslümanlar ve din büyüklerinin rûhu için Kur'ân-ı kerîm okunur, duâlar edilir ve daha sonra muâyede için âile büyükleri, dost, akabâ ve tanıdıklar ziyâret edilirdi. (Hızır İlyâs Ağa)

MUBÂH:Dînimizde yapılması emr olunmayan ve yasak da edilmeyen şeyler.
Mubahlar, iyi niyetle yapılınca tâat (Allahü teâlânın beğendiği şey) olur. Kötü niyetle yapılınca, günâh olur. İnsan, mubâh bir işe başlarken niyyetine dikkat etmelidir. Niyyeti iyi ise, o işi yapmalıdır. Niyyeti, yalnız Allahü teâlâ için olmazsa, ya pmamalıdır. (Seyyid Abdülhakîm Efendi)
Allahü teâlânın mubah ettiği yâni izin verdiği şeyler pek çoktur.Haram ettiği, yasakladığı şeyler ise, pek azdır.Mubahlarda bulunan lezzet, harâmda bulunanlardan kat kat fazladır. Mubâh işleyenleri Allahü teâlâ sever. Haram işleyenleri sevmez. Aklı o lan, doğru düşünebilen bir kimse, geçici bir zevk için, Allahü teâlânın râzı olmadığı, beğenmediği bir şeyi yapmaz. Zâten Allahü teâlâ, zararlı olan bir lezzeti haram edince, bu lezzette olan zararsız birçok başka şeyleri mubâh eylemiştir. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ lutf ederek, kerem ederek, acıyarak, kullarına çok şeyleri mubâh etmiş, izin vermiştir. Rûhu hasta, kalbi bozuk olduğu için, mubâhlarla doymayıp, bitmez tükenmez mubahları bırakarak, İslâmiyet'in hududundan dışarı taşanlar, şüpheli ve ha ramlara uzananlar ne kadar bedbaht ve zavallıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Mubâhları, lâzım olduğu kadar kullanmalıdır. Bir insan, mubâh yâni İslâmiyet'in izin verdiği şeylerden, her istediğini yapar, taşkınca mubâh işlerse, şübheli şeyleri yapmaya başlar. Şüpheliler ise, haram olanlara yakındır. (İmâm-ı Rabbânî)

MÛCİD (El-Mûcid):Îcâd eden, yoktan vâr eden, yaratan mânâsına Allahü teâlânın isimlerinden.
"Ben civaya bakınca, bunu yaratanın büyüklüğüne hayran oluyorum. Buna ne türlü hassalar vermiş! Bunları düşündükçe, aklım başımdan gidiyor.Benim buluşlarım esâsen dünyâda bulunan, fakat o zamâna kadar insanların göremedikleri büyük hârikaların ancak, ufacık bir kısmını meydana çıkarmaktan ibârettir... Ben mûcidim ha...! Hayır, asıl mûcid, asıl yaratıcı işte O'dur, Allah'tır..." (Edison)

MU'CİZÂT (Mûcizât):Mûcizeler. Allahü teâlânın peygamberlerine, peygamberliklerini isbât etmeleri için ihsân etmiş olduğu hârikulâde yâni âdet dışı (olağan üstü) hâller. Mûcize kelimesinin çokluk şeklidir. (Bkz. Mûcize)

MU'CİZE (Mûcize):Peygamberlerden aleyhimüsselâm peygamberliklerine delil olarak Allahü teâlânın izniyle meydana gelen hârikulâde (olağanüstü) haller.
Bir şeyin mûcize olabilmesi için şu şartlar lâzımdır: Allahü teâlâ o şeyi mûtâd (alışılmış) sebepler dışında yaratmış olmalıdır. Hârikulâde (olağanüstü) olmalıdır. Peygamber olan zâtın istediğine uygun olmalıdır. İsteyip de hâsıl olan mûcize kendisin i yalanlamamalıdır. Mûcize, peygamber olduğunu söylemeden önce hâsıl olmamalıdır. Bir peygamberin ümmetinden meydana gelen hârikulâde hâller, kerâmetler o peygamberin mûcizesidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Peygamberler şerîatin emirlerini ve yasaklarını bildirirlerdi. Ümmetleri mûcize isteyince; "Mûcizeleri Allahü teâlâ yaratır. Bizim vazifemiz O'nun emirlerini bildirmektir" buyururlardı. Allahü teâlâ dilerse ümmetlere merhamet ederek, inanmaları, seâd ete kavuşmaları için o anda mûcize yaratırdı. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ her peygambere zamanlarında önemli kabûl edilen hususlarla ilgili mûcize ihsân etmiştir. Mûsâ aleyhisselâm zamânında sihirbâzlık yaygın idi. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma asâ mûcizesini ihsân etti. Mûsâ aleyhisselâmın asâsı büyük yılan olup sihirbâzların sihir âletlerini yuttu. Böylece sihirbâzlar, bunun insan gücünün üstünde olduğunu anlayarak Mûsâ aleyhisselâma îmân ettiler. Îsâ aleyhisselâmın zamânında tıb ileri gitmişti. Tabipler başarılarıyla öğünürlerdi. Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâma ölüleri diriltme ve anadan kör doğanların gözlerinin açılması mûcizesini ihsân etti. Tabipler âciz kaldılar. Muhammed aleyhisselâm zamânında ise, Arabistan yarımadasında şâirlik ve belâgat san'atı en yüksek dereceye ulaşmıştı. Yazdıkları v e okudukları şiirlerle birbirlerine öğünürlerdi. Allahü teâlâ Peygamber efendimize en büyük mûcize olarak Kur'ân-ı kerîmi gönderdi. Kur'ân-ı kerîmin îcâzı, eşsizliği karşısında şâirler âciz kaldılar. Bir kısmı Allah kelâmı olduğunu inkâr edip kâfir o larak öldüler. Bir kısmı ise, Allah kelâmı olduğunu anlayarak müslüman oldular. (Ahmed Fârûkî)
Allahü teâlânın âdetinin ve kânunlarının dışında yarattığı mûcizelerin meydana gelmesi için, peygamberlerin aleyhimüsselâm diri olması şart değildir. Öldükten sonra da Allahü teâlâ onlara mûcize ihsân eder. (Abdülganî Nablüsî)
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem mûcizeleri binden fazla olup bâzıları şunlardır:Mîrâc mûcizesi, şakk-ı kamer mûcizesi (ayın ikiye bölünmesi), mübârek parmaklarından su fışkırma mûcizesi, Kâbe-i muazzama içindeki putların mübârek parmağının işâreti ile yüz üstü düşmesi mûcizesi, ölülerin diriltilmesi mûcizesi, yaralılara ve hastalara şifâ verme mûcizesi. (Harputlu İshâk Efendi)

MUDÂREBE ŞİRKETİ:Ortaklardan bir kısmının sermâye vermesi, bir kısmının da iş yapmayı üzerine alması üzerine anlaşma yapılarak kurulan şirket, ortaklık.
Mudârebe şirketinde sermâyenin; altın, gümüş veya başka geçer para olması lâzımdır. Kâr önceden sözleşilen oranda paylaşılır. Sermâye, iş yapanlara emânettir.Telef olursa ödemezler. (İbn-i Âbidîn)

MUDILL (El-Mudıll):Dalâlete düşüren, doğru yoldan çıkarıp, eğri yola saptıran mânâsına, Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından, güzel isimlerinden.
Allahü teâlânın isimleri aynı zamanda sıfatlarıdır. Allahü teâlânın Hâdî (hidâyete kavuşturucu) Mudıll sıfatları vardır. İnsanlardan bâzılarına Hâdî, bâzılarına Mudıll sıfatı ile tecellî eder. Niye böyle olduğunu biz bilemeyiz. (İmâm-ı Rabbânî)

MUFÂVADA ŞİRKETİ:Sermâyedeki hisseleri, kâr ve kullanma hakkı, ortaklar arasında eşit olan ve ortakların müslüman olması ve herbirinin sermâyesinden başka parası bulunmaması şartlarıyla kurulan bir şirket. Müsâvat şirketi.
Mufâvada şirketinde ortaklardan herbiri, diğer ortakların kefîli ve vekîlidir. Ortaklar, şirketin borçlarından ve teahhüdlerinden (sözleşmelerinden) zincirleme olarak ve bütün malları ile sorumludurlar. (Mecelle)
Mufâvada şirketinde malın herhangi bir parçası satılınca, parası ve kârı bütün ortaklar arasında müşterek (ortak) olur. (Avrupalılar Müfâvada şirketini müslümanlardan alıp, Kollektif şirket demişlerdir.) (İbn-i Âbidîn)

MUGÂLATA:Hatâlı ve yanlış söz, karşısındakini yanıltmak için söz söylemek veya bu sûretle söylenen söz.
Safsata ve mugâlataya dayanan sophisme'i (insanı her şeyin ölçüsü kabûl eden felsefî düşünce sistemini) kelâm âlimleri şiddetle reddetmişlerdir. (Seyyid Şerîf Cürcânî)

MUĞNÎ (El-Muğnî):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hikmeti îcâbı, her şeyin ihtiyâcını giderici, tamamlayıcı ve lütfuyla doyurucu.


MUHABBET:Sevgi. Aşırı düşkünlük.
Allahü teâlâ buyurdu ki: Benim için birbirini sevenlere, benim için biraraya gelip oturanlara, benim için birbirini ziyâret edenlere, benim için birbirine verenlere muhabbetim vâcibdir. (Hadîs-i kudsî-Senâullah-i Pânî Pûtî)
Benim muhabbetim; benim yolumda birbirine muhabbet edenler, hâlis sevgi gösterenler ve benim sevgim uğrunda harcıyanlar için hak oldu. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Benim muhabbetim bir kulun kalbine girerse, azîz ve celîl olan Allahü teâlâ, onun cesedini ateşe haram kılar. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Muhabbete, muhabbet denmesi; kalbde Allahü teâlânın rızâsından başka her şeyi mahv (yok)etmesindendir. (Ebû Saîd Eşec)
Eshâb-ı kirâm (Peygamberimizin arkadaşları), Resûlullah efendimizin muhabbeti uğruna mallarını ve canlarını sarf eylediler (harcadılar). Makâm ve mevkilerini terk eylediler. (İmâm-ı Rabbânî)
Muhabbet rızâya (Allah'tan gelen her şeyi beğenmeye), rızâ da muhabbete dâhildir. Rızâsız muhabbet, muhabbetsiz rızâ olmaz. Çünkü insan, ancak sevdiğine râzı olur ve râzı olduğunu sever. (Amr bin Osman Mekkî)
Kul, muhabbet makâmına; Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek ve Allahü teâlâya düşman olanlara düşmanlık etmekle kavuşur. (Abdullah bin Muhammed Mürteiş)
Şu üç muhabbet çok mühimdir:Birincisi, Allahü teâlâyı sevmektir. Bunun alâmeti, ibâdeti günaha tercih etmektir. İkincisi, kuvvetli bir îmân ile Resûlullah efendimizi sevmektir. Bunun alâmeti, Resûlullah'ın sünnetine yapışmaktır. Üçüncüsü ise Allah iç in mü'minleri sevmektir.Bunun alâmeti, mü'minlere eziyet etmemek ve onlara faydalı olmaktır. (Hâris el-Muhâsibî)
Bütün kazançlarıma, mürşidlerime (hocalarıma) çok muhabbet etmekle kavuştum. Seâdetin (mutluluğun, kurtuluşun)anahtarı, Allahü teâlânın sevdiklerini sevmektir. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)
Muhabbet edene muhabbet edilir. Seven sevilir, unutmayan unutulmaz. (Ali Hâfız Efendi) Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl, Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl (Bezm-i Âlem Vâlide Sultan)

Muhabbet-i Resûlillâh:Peygamber efendimizin sevgisi.
Hazret-i Ali, muhabbet-i Resûlillah makâmının en son derecesine ulaşmış; cânını ve malını, O'nun yoluna fedâ etmiştir. (Ahmed Fârûkî)
Müslüman kimse, Eshâb-ı kirâmın (Resûlullah efendimizi görüp, sohbetinde yetişen mübârek insanların) hepsini sevmeli ve iyi bilmelidir. Onları sevmenin, muhabbet-i Resûlillah demek olduğunu bilmelidir. Çünkü, Peygamber efendimiz; "Onları seven, beni sevdiği için sever" buyurdu. Bir müslüman için, kurtuluş yolu ancak budur. (Abdullah Süveydî)

Muhabbet-i Zâtiyye:Allahü teâlânın zâtına olan sevgi.
Muhabbet-i zâtiyye denilen sevgi hâsıl olunca, sevgilinin nîmetleri ve elemleri (iyilik ve ızdırabları), sevenin yanında eşit olur. Bu zaman, ihlâs (her şeyi Allah için yapma) hâsıl olur. Rabbine ancak, O'nun için ibâdet eder; kendi nefsi için değil. İbâdeti, nîmetlere kavuşmak için olmaz. Çünkü ona göre, nîmetlerle azâblar arasında başkalık (ayrılık, fark) yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)

MUHABBETULLAH:Allahü teâlânın sevgisi.
Kim muhabbetullahı, kendi muhabbetine tercih eder, üstün tutarsa, Allahü teâlâ, halktan gelen meşakkat ve sıkıntılar husûsunda ona kâfi gelir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
İslâm dîninde, en mühim maksâd, muhabbetullah olduğundan, Allahü teâlâ, her gün beş vakitte nice kerreler zikr edilerek (hâtırlanarak), kalb kuvvetlendirilmektedir. Kalbin ve rûhun kuvvetlenmesi, sevgiliye (Allahü teâlâya) kavuşmaya sebeb olur.Namaz kılarken okunan âyetler, tesbihler ve duâlar, Allahü teâlânın büyüklüğünü bildirir. Allahü teâlâ, bunları okuyanları severim ve onlara çok sevâb veririm buyuruyor. Muhabbetullaha kavuşmak için ve sevâb kazanmak için okunan ve yapılan şeyler güç olsal ar da, îmânlı kimselere kolay ve tatlı gelir. (İmâm-ı Gazâlî)

MUHÂCİR:
1. İslâmiyet'in başlangıcında, sırf müslüman oldukları için Mekkeli müşriklerin zulüm ve işkencelerine mâruz kalıp, dinlerini, îmânlarını korumak için, evlerini, mallarını ve mülklerini bırakarak Resûlullah efendimizin izni ile önce Habeşistan'a, son ra Medîne-i münevvereye hicret eden Mekkeli müslümanlar. Muhâcirin çoğulu muhâcirîn'dir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Önce müslüman olanlardan, Muhâcirlerin ve Ensârın önde gelenlerinden ve bunların yolunda gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır ve bunlar da Allahü teâlâdan râzıdırlar. Allahü teâlâ bunlar için, Cennetler hazırladı. Bu Cennetlerin altından nehirler akmaktadır. Bunlar Cennet'te sonsuz kalacaklardır. (Tevbe sûresi: 100)
Duâ ordusunun askerleri, gazâ ordusu askerlerinin rûhu gibidir. Gazâ ordusunun askerleri, onların kalıpları, bedenleridir. O hâlde, gazâ ordusunun askeri, duâ ordusu olmadıkça, iş başaramaz. Çünkü, rûhsuz bedene hiçbir yardımın ve kuvvetin faydası ol maz. Bunun içindir ki, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem gazâlarında ve sıkıntılı zamanlarında, muhâcirlerin fakirleri hürmetine Allahü teâlâdan yardım dilerdi. Askeri, ordusu olduğu hâlde, muhâcirlerin fakîrlerini vesîle ederek duâ ederdi. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Vatanından ayrılmış, terk etmiş kimse. Göç eden.

MUHADDİS:Hadîs âlimi. Çok sayıda hadîs toplayıp, senet ve metinleriyle ezberleyen, râvilerin cerh ve ta'dîl (güvenilir olup olmadıkları) noktasından durumlarını bilen, bu ilimde ihtisas kazanıp kitaplar yazmış olan âlim. Muhaddisin çoğulu muhaddisîn'dir.
Büyük muhaddislerden İmâm-ı Buhârî hazretlerinin rivâyet ettiği (naklettiği) hadîs-i şerîflerden birkaçı şöyledir:
Hayâ (utanma) îmândandır. Îmânı olan Cennet'tedir. Fuhuş kötülüktür. Kötüler Cehennem'dedir.
Benden sonra, müşrik olmanızdan (Allah'a ortak, eş koşmanızdan) korkmuyorum. Dünyâya düşkün olarak, birbirinizi öldürmenizden, böylece geçmiş kavimler gibi helâk olmanızdan korkuyorum.
Yine büyük muhaddislerden İmâm-ı Müslim hazretlerinin rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzısı şöyledir:
Allahü teâlâ, birinizin tövbesine, birinizin kayıp hayvanını bulduğu vakit sevinmesinden daha çok sevinir.
Kıyâmet gününde müslümanlardan bir kısmı, dağlar gibi günâhlarla gelirler de, Allahü teâlâ, onların o kadar günâhını af ve mağfiret eder.

MUHÂL:İmkansız, mümkün olmayan.
Muhammed aleyhisselâma tam ve kusûrsuz tâbi olabilmek için, O'nu tam ve kusûrsuz sevmek lâzımdır.Tam ve olgun sevginin alâmeti de, O'nun düşmanlarını düşman bilmektir. O'nu beğenmeyenleri sevmemektir. Muhabbete (sevgiye) müdâhene yâni gevşeklik sığma z. Âşıklar, sevgililerinin dîvânesi olup, onlara aykırı bir şey yapamaz. Aykırı gidenlerle uyuşamaz. Cem-i zıddeyn muhâldir. İki zıd şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada bulunamaz. İki zıddan birini sevmek, diğerine düşmanlığı îcâb ettirir. (İmâm-ı Rabbânî)

MUHÂLAA:Kadının mal karşılığı kocasına kendini boşattırması. (Bkz. Hul')

MUHÂLEFET:Karşı gelme itâat etmeme, uymamak.
İrâde; nefsin arzularına muhâlefet edip, onu Allahü teâlânın emirlerine yöneltmek ve kendisi için Allahü teâlânın takdîr ettiğine râzı olmaktır. (Abdullah bin Muhammed Mürteiş)
Her ayrılışın başlangıcı muhâlefettir. Hocasına muhâlefet eden bir kimse, artık onun yolu üzerinde devâm edemez; aradaki ilgi ve berâberlik kesilir. Kalbi ile hocasına îtirâz eden (karşı gelen) kimse, sohbetinden ve ilminden istifâde edemez (faydalan amaz). O kimseye tövbe etmesi lâzım olur. (Ebû Ali Dekkâk)
Bir kimsenin münâzara ve muhâlefet yaptığını, sâdece kendi görüşünü beğendiğini, ısrarlı bir tutum içerisinde olduğunu görürsen, onun hüsrânının tamam olduğunu bil. (Bilâl bin Sa'd)

MUHÂLEFETÜN-LİL-HAVÂDİS:Allahü teâlânın, zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde (işlerinde) yarattıklarına, hiçbir bakımdan benzememesi.
Âkil ve bâliğ (akıllı ve ergenlik çağına gelmiş) olan kadın ve erkek her müslümanın, Allahü teâlânın zâtî ve subûtî sıfatlarını doğru bilmesi ve inanması lâzımdır. Herkese ilk farz olan şey budur. Bilmemek özür olmaz, büyük günahtır. Allahü teâlânın zâtî sıfatları yâni zâtına âit olan sıfatları altıdır. Bunlar; 1)Vücûd; var olmaktır. 2)Kıdem; varlığının öncesi, başlangıcı olmamaktır. 3)Bekâ; varlığı sonsuz olmaktır, hiç yok olmamaktır. 4)Vahdâniyyet; zâtında, sıfatlarında, işlerinde ortağı benzeri olmamaktır. 5) Muhâlefetün- lil-havâdîs. 6)Kıyam bi-nefsihî; varlığı kendinden olup, hep var olması için, hiçbir şeye muhtâç olmamaktır.Bu altı sıfatın hiçbiri, mahlûkların (yaratılmışların) hiçbirinde yoktur. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
  
M - 8

Muhammed-ül-Emîn:"Doğru sözlü ve güvenilir" mânâsına Peygamber efendimizin lakabı.
Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğu kendisine bildirilmeden önce ve sonra hiç yalan söylemediği, bunun için de düşmanları arasında bile Muhammed-ül-emîn adıyla meşhûr olduğu güneş gibi meydandadır. İslâm düşmanlarının taşkınlıkları gözlerini kör etmiş ve o kadar karartmıştır ki, bu açık hakîkati saklayacak kadar alçalmışlardır. (İmâm-ı Gazâlî)
Mükemmel bir insan olduğunu bütün dünyânın tasdîk ettiği Muhammed aleyhisselâma son derece dürüstlüğü ve sadâkati (doğruluğu) sebebi ile en büyük düşmanları dahi Muhammed-ül-emîn derlerdi. (Kürschner)
Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem otuz beş yaşındayken yağan yağmur ve seller Kâbe'nin duvarlarını yıpratmıştı. Mekkeliler, binâyı yeniden inşâ etmeye başladılar. Hacer-ül-esved taşını yerine koyma sırası gelince; her kabîle onu koyma şerefine kendisi kavuşmak istediğinden aralarında tartışmalar büyüdü. Dört beş gün süren bu anlaşmazlık sebebiyle neredeyse kan dökülecekti. Sonunda orada bulunanlar, Benî Şeybe kapısı tarafından ilk gelen kimsenin hakemliğini kabûl etmeye karar verd iler. O kapıdan girecek kimseyi beklemeye başladılar. O sırada Muhammed-ül-emîn lakabıyla bilinen ve hep kendisine güvenilir dedikleri Muhammed aleyhisselâm kapıdan girdi. İşte Muhammed-ül-emîn O'nun hükmüne râzıyız dediler. Peygamber efendimiz bir örtü üzerine Hacer-ül-esvedi koyup her kabîleden bir kişiye tutturarak taşı yerine yerleştirdi. Böylece büyük bir anlaşmazlık Muhammed-ül-emînin hakemliğiyle son buldu. (Molla Miskîn, İbn-i Hişâm, Abdülhak Dehlevî)

MUHANNES:İşlerini, sözlerini, hareketlerini ve şeklini kadınlara benzeten erkek.
Muhanneslik yapanlar mel'ûndur. Bunlar için, hadîs-i şerîfte; "Kendilerini kadınlara benzeten erkeklere ve erkeklere benzeten kadınlara, Allah lânet eylesin!" buyruldu. (Abdülhak-ı Dehlevî)
İslâm hukûkuna göre bir erkeğe hakâret etmek kastıyla; "Ey Muhannes!" diyen, ta'zîr olunur (cezâlandırılır). (İbn-i Âbidîn)

MUHARREF:Tahrif edilmiş, değiştirilmiş, bozulmuş.
Allahü teâlâ peygamberleri aracılığıyla insanlara yüz adedi suhuf (forma), dördü büyük kitâb olmak üzere yüz dört kitâb gönderdi. Bu kitabların bir kısmının mevcûdu kalmadı, bir kısmı ise tahrîf edildi. Mevcûdu bulunan kitablardan Tevrât ve İncîl muh arreftirler. Papazlar tarafından değiştirilmiştir. Muharref olmayan tek ilâhî kitab Kur'ân-ı kerîmdir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Mûsâ ve Yûşâ aleyhimesselâmdan sonra, Buhtunnasar Bâbil'den gelip Kudüs'ü aldı. Süleymân aleyhisselâmın yapmış olduğu Mescid-i Aksâ'yı yıktı. Tevrâtları yaktı, iki yüz bin kişiyi öldürdü, yetmiş bin din adamını esir alarak Bâbil'e götürdü. Daha sonra serbest bırakılan İsrâiloğulları, Üzeyr aleyhisselâmdan sonra bozuldular. Tevrât'ı değiştirerek muharref hâle getirdiler. İncîl de ilk şeklinde olduğu gibi saklanamadı; hıristiyan din adamları tarafından değiştirildi. (Harputlu İshâk Efendi)
Allahü teâlâ tarafından bildirilen ilâhî dinler, muharref dinler ve muharref olmayan dinler diye kısımlara ayrılır. Yahûdîlik ve hıristiyanlık muharref dinlerdir. Muharref olmayan tek din ise İslâmiyet'tir. (Harputlu İshâk Efendi)

MUHARREM AYI:Hicrî kamerî yılın ilk ayı.
Ramazan'dan sonra oruçların en fazîletlisi, Muharrem ayında tutulan oruçtur. Farzlardan sonra en fazîletli namaz da gece namazıdır. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)
Kim arefe günü oruç tutarsa, iki senelik günâhına keffâret olur ve kim de, Muharrem ayında bir gün oruç tutarsa, her bir günü için otuz gün sevâbı yazılır. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Muharrem ayı, Kur'ân-ı kerîmde kıymet verilen dört aydan biridir. Aşûre, bu ayın en kıymetli gecesidir. Allahü teâlâ, birçok duâları Aşûre günü kabûl buyurmuştur. (Bkz. Aşûre Günü). (Muhammed Rebhâmî)
İslâmiyet'in ilk zamanlarında ve İslâmiyet'ten evvel, Receb, Zilka'de, Zilhicce ve Muharrem aylarında harb etmek haram idi. İslâmiyet'ten evvel Arablar, Receb veya Muharrem aylarında harb edebilmek için, ayların yerini değiştirir, ileri veya geri alı rlardı. Resûlullah efendimiz, hicretin onuncu senesinde, doksan bin müslüman ile vedâ haccı yaptığı zaman; "Ey Eshâbım! Haccı tam zamânında yapıyoruz. Ayların sırası, Allahü teâlânın yarattığı zamandaki gibidir" buyurdu. (Ali Cürcânî)

MUHARREM GECESİ:Muharrem ayının birinci gecesi, müslümanların hicrî-kamerî yılbaşı gecesi.
Muharrem ayı, hicrî kamerî senenin birinci ayıdır. Muharrem ayının birinci günü müslümanların kamerî senesinin, birinci günüdür. Müslümanlar, kendi sene başı gecelerinde ve günlerinde müsâfeha ederek, mektuplaşarak tebrikleşir. Birbirlerini ziyâret e der ve hediyeleşirler. Sene başını mecmûa ve gazetelerde kutlarlar. Yeni senenin, birbirlerine ve bütün müslümanlara hayırlı ve bereketli olması için duâ ederler. Büyükleri, akrabâyı, âlimleri evinde ziyâret edip, duâlarını alırlar. O gün, bayram gib i temiz giyinirler. Fakirlere sadaka verirler. (M. Sıddîk Gümüş)

MUHARREMÂT:
1.Yapılması dînen yasaklanmış, haram olan işler, haramlar.
Muharremâttan bâzıları şunlardır:İnanmamak (küfür), kalp kırmak, büyüklenmek (kibir), yalan söylemek ve yalancı şâhidlik etmek, ayıplanmaktan korkmak, insanları çekiştirmek (gıybet), kıskançlık (haset), koğuculuk (nemmâmlık), söz taşımak, gösteriş, a lay etmek, kızmak, münâkaşa etmek, isrâf etmek, müstehcenlik ve fuhuş. (Hâdimî)
2.Nikâhlanılması (evlenilmesi) dînen haram kimseler. Nikâh düşmeyenler.
Yirmi beş kadın muharremâttan olup, bunlardan on sekizi ebedî mahremdir. Yâni ölünceye kadar kendileriyle evlenilmez. (Saidüddîn Fergânî)
Erkeğin ve kadının nikâhlanıp hiç evlenemeyeceği muharremâttan olan kimselerin yedisi nesepten (soydan), yedisi sütten, dördü de sıhriyyet (evlilik) ile olan akrabâlarıdır. (M. Mevkûfâtî, M. Zihnî Efendi)

MUHÂSEBE:Hesâblaşma, insanın nefsini hesâba çekmesi.
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem; "Hesâba çekilmeden evvel hesâbınızı görünüz" emirleri ile, bâzı insanlar, her gün ve her gece yaptıkları işlerden kendilerini muhâsebe ediyor. Ben, hesâbda onları geçtim ve işlediklerimle berâber, dü şündüklerimde de kendimi hesâba çekiyorum. (Muhyiddîn-i Arabî)
Amellerden sonra muhâsebe yapmalıdır. Her gün yatarken, o gün yaptığı işler için nefsi hesâba çekmeli, sermâyeyi, kârdan ve zarardan ayırmalıdır. Sermâye farzlardır. Kâr da, sünnetler ve nâfilelerdir. Ziyân ise, günâhlardır. (İmâm-ı Gazâlî)
Yetmiş iki kadar güzel huydan biri de, insanın kendini her zaman muhâsebe etmesidir. (Kudbüddîn İznikî)
Allah'a ve âhiret gününe îmânı olan herkesin, nefis muhâsebesinde bulunması, nefsini bir an ihmâl etmemesi ve bütün işlerinde onu sıkıştırıp göz altında bulundurması lâzımdır. Çünkü, ömürden geçen her nefes, bahâ biçilmeyen bir cevherdir. (İmâm-ı Gazâlî)
Ey insanoğlu! Aza kanâat et; malını hayırlı yerlere harca, yoksulluktan korkma, rızkına Allahü teâlâ kefildir. Doğruluktan kalbini ayırma, nefsini Allah için muhâsebe et; çünkü nefis, kendi arzûlarını, sana faydalı ve iyi gösterir. Hâlbuki onlar aslı nda günâhtır. İşlerini Allah'ın rızâsına uydur. Âhiret gününün sıkıntılarından kurtulmak için, kalbini Allahü teâlâya bağla. (İmâm-ı Gazâlî)

MUHASSER VÂDİSİ:Hicaz'da, Minâ ile Müzdelife'yi birbirinden ayıran ve hacıların Minâ'ya giderken durmamaları gereken yer.
Hacılar, Muhasser vâdisinin başına ulaşınca, bir taş atımı yeri hızla geçer. Çünkü burası Kâbe-i muazzamayı yıkmak için gelen Ebrehe'nin ordusunun durak yeridir. Meşhûr târihçi Ezrâkî, Muhasser vâdisinin beş yüz kırk beş arşın olduğunu söylemiştir. (İbn-i Âbidîn)

MUHAYYERLİK:Satan ve satın alanın alış-verişten vaz geçebilme hakkı.
Müşteri iki veya üç maldan birini seçmek için üç günden fazla muhayyer olabilir. Üç maldan fazlasını seçmek için ise üç günden fazla muhayyer olamaz. (Dâmâd)
Bir kimse satın aldığı bir malda kusur bulsa, tam fiyatı ile almakta veya red etmekte muhayyerdir.Satan râzı olursa fiyatını düşürerek satın alabilir. (Dâmâd)

MUHAYYİRE (Dâlle):Âdet zamânını unutan kadın. (Bkz. Dâlle)

MUHÂZÂT:Kadının aynı imâma uymuş olan erkeğin önünde veya hizâsında bulunması.
Muhâzât hâlinde erkeğin namazı bozulur. (Tahtâvî)

MUHBİR-İ SÂDIK:Hep doğru söyleyici, doğru haber verici mânâsına Muhammed aleyhisselâm.
Muhbir-i sâdık aleyhi minessalevâti etemmühâ buyurdu ki: "Kıyâmet günü, şehîdlerin kanını, âlimlerin mürekkebi ile tartarlar. Mürekkeb ağır gelir." (İmâm-ı Nevevî)
Muhbir-i sâdık ne bildirdi ise ve Ehl-i sünnet âlimleri rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmâ'în kitablarında ne yazdı ise onları yapmağa canla-başla çalışmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Muhbir-i sâdık Muhammed aleyhisselâm; "Helekel müsevvifûn." buyurdu. Yâni; "Sonra yaparım diyenler helâk oldular." (İmâm-ı Rabbânî)

MUHDİS:Namaz abdesti olmayan kimse.
Muhdisin Kur'ân-ı kerîmi tutması haramdır. Ezberden okuması câizdir, olur. Yatağa abdestli girmek sünnettir. (İbn-i Âbidîn)
Muhdisin Kur'ân-ı kerîmi yatakta, yatarak ezberden okuması câizdir ve sevâbdır. Fakat başını yorgandan dışarı çıkarmalı ve bacakları bitiştirmelidir. (Seyyid Alizâde)
Cünüb ve hayızlının câmiye girmesi harâmdır. Muhdisin girmesi mekrûhtur. (Molla Hüsrev)

MUHÎT (El-Muhît):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). İhâta eden, çeviren, ilmi her şeyi kuşatan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allahü teâlânın ilmi ve kudreti her şeyi muhîttir. (Nisâ sûresi: 126)
Allahü teâlâ muhîttir, her şeyi ihâta etmiştir. Fakat bu ihâta, çevirmek, bizim anladığımız gibi değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

MUHKEM:Sağlam kılınmış, tahkîm edilmiş. İçinde hüküm bulunan, mânâsı açık olan âyet. Çoğulu muhkemâttır. (Bkz. Muhkemât)

MUHKEMÂT:Kur'ân-ı kerîmdeki mânâsı açık, meydanda olan, anlaşılabilen âyet-i kerîmeler. Muhkemin çoğulu. (Bkz. Âyet)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Ey Habîbim!) Sana Kur'ân'ı, Allahü teâlâ inzâl etti (indirdi). Onun bir kısmı muhkemât olup, bunlar Kur'ân'ın esâsıdır. Bir kısmı da müteşâbihtir (mânâsı açıkça belli değildir) . Fakat kalblerinde eğrilik bulunanlar (muhkem âyetleri bırakırlar da) fitne aramak (hakkı karıştırmak, halkı şüpheye düşürüp doğru yoldan saptırmak kastıyla) ve isteklerine göre te'vil etmek (asıl mânâsından başka mânâ vermek) için müteşâbih olan âyetlerine tâbi olurlar. Halbuki onun te'vilini Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. İlimde rüsûh sâhibi (derin) âlimler: "Biz ona inandık, muhkemi, müteşâbihi her biri Rabbimiz Allahü teâlâ tarafındandır, hepsi haktır (doğrudur) " derler. Bunları kâmil (olgun) akıl sâhiplerinden başkası düşünemez. Yâhut bunlardan yalnız kâmil akıl sâhipleri öğüt kabûl eder. (Âl-i İmrân sûresi: 7)
Muhkemât; İslâm bilgilerinin ve ahkâmının (hükümlerinin) kaynağıdır. (Ahmed Fârûkî)
Kur'ân-ı kerîmdeki, helâl, haram, namaz, oruç, zekât ve hac gibi hükümlere âit kısımlar muhkemâttandır (İmâm-ı Süyûtî)
Muhkemâtı öğrenmeden ve muhkemâtın emirlerini yapıp yasaklarından kaçmadan, müteşâbihâta mânâ vermeye kalkışan câhildir. Hem de kendi cehlini anlamayan kara câhildir. (Ahmed Fârûkî)

MUHLAS:Devamlı ihlâs sâhibi olan. Her şeyi Allahü teâlânın rızâsıyla yapan. (Bkz. İhlâs)
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
İblis; "Senin mutlak kudretine and olsun ki, onlardan (Allahü teâlânın kullarından) muhlas olanlar hâriç, hepsini mutlaka azdıracağım" dedi. (Sâd sûresi: 82, 83)
Uğraşmadan, zorlamadan, külfetsiz ele giren ihlâs, devamlıdır ve Hakk-ul-yakîn mertebesinde ele geçer. Devamlı ihlâs sâhibi muhlastır. Muhlas olana, ibâdet yapmak, tatlı ve kolay olur. Çünkü bunlarda, nefislerinin arzusu ve şeytanın vesvesesi kalmamı ştır. Böyle ihlâs, insanın kalbine ancak bir velînin kalbinden gelir. Muhlaslar ile ihlâsı çalışarak elde eden muhlisler arasında çok fark vardır. Tasavvuf yolunda ilerleyenlerin, ilimde ve amelde öğrenmekle, anlamakla, hâsıl olan bilgiler, bunlara k eşf yolu ile hâsıl olur. Ameller, ibâdetler kolayca, seve seve yapılıp, nefisten ve şeytandan hâsıl olan tembellik ve gevşeklik kalmaz. Günahlar, haram olan şeyler çirkin, iğrenç görünür. (İmâm-ı Rabbânî)

MUHLİS:İhlâs sâhibi. Niyetini ve ihlâsını düzeltmeye uğraşan kimse. (Bkz. İhlâs)
Bütün mü'minler, ibâdet yaparken, Allahü teâlâ emrettiği ve beğendiği için yapmağa niyet ediyorlar. Böylece ihlâs ile yapıyorlar. Fakat bütün işlerin, iyiliklerin hep ihlâs ile yapılması ve bu ihlâsın kalbden gelmesi lâzımdır. İbâdetlere başlarken ya pılan niyet, ihlâs; zahmet çekerek, kendini zorlayarak hâsıl oluyor ve kısa bir zaman devâm ediyor.Sonra kalbe nefsin arzûları geliyor. Muhlis, niyetini ve ihlâsını devamlı düzeltmeğe çalışır. (İmâm-ı Rabbânî)

MUHSAN:Evli veya dul olan iffetli müslüman erkek. Evli olan iffetli kadına muhsana denir.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenin (yahûdî, hıristiyan vb.) yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mü'min kadınlardan muhsan olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden muhsan kadınlar da, nâmuslu olmak, zinâ etmemek ve gizli dost tutmamak üzere mehirlerini vermeniz şartıyla size helâldir... (Mâide sûresi: 5)
Zinâ haddi iki çeşittir. Birisi muhsan olan kişi içindir. Haddi (cezâsı) bir meydanda ölünceye kadar taşlanmaktır. İkincisi muhsan olmayan kimse içindir. Haddi (cezâsı) yüz sopadır. (Molla Hüsrev, Alâüddîn-i Haskefî)
Dünyâda yapılan işin karşılığının nasıl olacağını, Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. İnsan bilgisi bunu anlıyamaz. Meselâ muhsan olan bir kimseyi kazf edene (zinâ lafı atana) seksen sopa vurulmasını emreylemiştir. (Ahmed Fârûkî)
İslâmiyet'te muhsan olan erkek veya kadına zinâ lafı atmak büyük günahtır. (Alâüddîn-i Haskefî)
MUHSÎ (El-Muhsî): Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Bütün mahlûkâtın sayısını, miktârını bilen ve kendisine hiçbir şey gizli olmayan.
Muhsî ism-i şerîfini söyliyen kimse, Allahü teâlânın izniyle başkalarını cezbeder, itâati altına alır. (Yûsuf Nebhânî)

MUHSİN:İyilik ve ihsân eden.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(O takvâ sâhipleri ki); bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini yenenler, insanların kusurlarını bağışlayanlardır. Allah muhsinleri sever. (Âl-i İmrân sûresi: 134)
Sana nasîhat şudur ki, dört huy ile huylan böylece muhsinler zümresinden (kısmından) olursun.
1) Genişlikte (zenginlikte) zekât, darlıkta sadaka ver.
2) Gazâb (öfke) zamânında gazâbını ve hırsını yen.
3) Başkasının aybını görünce, onu açmayıp, kapatmaya çalış.
4) Hizmetçiye, ehline (hanımına) evlâd ve akrabâya ihsân ederek onları hoş tut. (İmâm-ı Gazâlî)

MUHTÂC:İhtiyâc sâhibi. Akşam evinde yiyecek bulamayacak derecede fakîr kimse.
Her kim ihtiyâcından fazla bir suyu, muhtac olanlardan esirgerse, kıyâmet gününde Allahü teâlânın kerem ve ihsânına kavuşamaz. (Hadîs-i şerîf-Nasb-ür-Râye)
Ey falan! Dünyâdaki nasîbin ne ise ve nerede olursa gelip seni bulacaktır. Sen ise, dünyâdaki nasîbinden daha çok âhirettekine muhtâcsın. Âhiret nasîbini, dünyâ nasîbine tercih et! Dünyâ nîmetleri geçicidir. Âhiret için elde ettiklerin ise, nerede ol ursa olsun senindir. (Mu'âz bin Cebel)

MUHTÂR:Serbest. Söz ve fiillerinde serbest olup, istediği gibi davranan ve dilediğini yapan.
Kullar istekli hareketlerini yapıp yapmamakta muhtardırlar. Kul bir işi önce ihtiyâr eder (ister) diler, Allahü teâlâ o işi yaratır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Allahü teâlâ adle yâni adâlet yapmağa mecbûr değildir. Mecbûr olsaydı, işlerinde muhtâr olmazdı. İrâdesi isteği bulunmazdı. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Muhtâr Kavl:Bir mes'elede, bir mezhebin âlimlerinin çoğu tarafından mezhebin içinde mevcûd ictihâdlardan (büyük âlimlerin kitâb ve sünnetten çıkardıkları hükümlerden) seçilen ve bu seçime göre üstün tutulan ve fetvâya esâs alınan kavl, söz.
Kitaba ve sünnete yâni Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun îtikâd (îmân etmek) lâzım olduğu gibi, müctehidlerin (büyük din âlimlerinin) kitâb ve sünnetten çıkardıkları hükümlere uygun işleri yapmak da lâzımdır. Mukallidlerin (müctehid olmayanı n), bir müctehide uyması yâni bir mezhebe bağlı olması lâzımdır. Bulunduğu mezhebin muhtâr olan kavline uymalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

MUHTÂRİYYE:Şia fırkasının kollarından biri. Bu fırkaya Keysâniyye ve Bedâiyye de denir. Kurucusu Muhtâr bin Ebî Ubeyd es-Sakafî'dir. (Bkz. Şia, Keysâniyye)
Muhtâriyye fırkası, İmâm-ı Zeynelâbidîn'e inanmadı. İmâmiyye fırkası Zeyd-i Şehîd'e, İsmâiliyye fırkası da Mûsâ Kâzım'a inanmadı. (İmâm-ı Rabbânî)

MUHTEKİR:İnsan ve hayvan yiyecek maddelerini piyasadan toplayıp pahalanınca satan kimse. Karaborsacılık yapan. (Bkz. İhtikâr)
Muhtekir ne fenâ bir kuldur. Allahü teâlâ fiyatları ucuzlatırsa adamın keyfi kaçar, yükseltirse o zaman ferahlar. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Muhtekir mel'ûndur. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Hazret-i Ali radıyallahü anh, bir muhtekirin sakladığı malların hepsini yaktırdı. (İmâm-ı Gazâlî)

MUHTESİB:Eskiden İslâm devletlerinde iyiliği emredip, kötülüğü yasaklayan, engel olan ve cemiyette güzel ahlâk ve fazîletlerin korunmasına ve dînî hükümlerin uygulanmasına, çarşı ve pazarların düzenine bakmakla vazîfeli, ilim, fazîlet ve kuvvet sâhibi kimse. (Bkz. Hisbet)
Hisbet; iyilikler yapılmaz olduğunda iyiliklerin yapılmasını emretmek, kötülükler yapılır olduğunda yapılmasını önlemek, nehyetmektir. Âyet-i kerîmede de meâlen; "Sizden, insanları iyiliğe çağıran bir cemâat olsun ki, ma'rûfu (yâni kitab ve sünnete uymayı) emreder ve münkeri (kötülükleri) yasak eder hâlde bulunsunlar" (Âl-i İmrân sûresi: 104) buyrulmuştur. Bu farz olan işleri yaptırmak muhtesibin görevidir. (İmâm-ı Mâverdî)
Hadîs-i şerîfte; "Günâh işleyeni gören, eli ile mâni olsun. Buna gücü yetmezse, dili ile mâni olsun" buyruldu. Emr-i ma'rûf ve nehy-i münkeri el ile yapmak hükûmet adamlarına yâni muhtesib ve kâdılara, dil ile yapmak, din adamlarına, kalb ile yapmak da her müslümana farzdır. (Abdülganî Nablüsî)

MUHYÎ (El-Muhyî):Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Yaratıcı, hayat verici, diriltici.
El-Muhyî ismi şerîfini söyleyen kimsenin korktuğu kimselerle arasında ülfet meydana gelir. (Yûsuf Nebhânî)

MU'ÎD (El-Muîd):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Mahlûkâtı (yaratılmışları) dünyâdaki hayatlarından sonra öldürüp, ölümden sonra onları tekrar dirilten, hayât veren.

MU'ÎN (El-Muîn):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Yardım eden, yardımcı.
Âişe'den (r.anhâ) şöyle dediğini rivâyet ettik: "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bir savaşta idi. Dönüp eve girdiği zaman onu karşıladım ve elinden tutarak: "Sana muîn olan ve sana ikrâm eden Allahü teâlâya hamd olsun" dedim." (İbn-i Sünnî)
Allahü teâlâ sıhhat ve âfiyet versin. Nefsin esiri olmaktan muhâfaza buyursun. Elinizden geldiği kadar Allahü teâlânın emir ve yasaklarına sarılınız. Haram işlemekten, kötü arkadaştan çok sakınınız. Allahü teâlâ muîniniz olsun. (İmâm-ı Rabbânî)

MU'ÎZZ (El-Muizz):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Kullarından bâzılarını, maddî ve mânevî mülk ve saltanat vermek sûretiyle, azîz (üstün) kılan.
El-Muizz ismi şerîfini akşam namazından sonra veya cumâ gecesi kırk defâ söyliyen, başkalarına heybetli görünür. (Yûsuf Nebhânî)

MUKÂBELE:Ramazân-ı şerîf ayında câmide her gün Kur'ân-ı kerîmden bir cüz (yirmi sayfa) olacak şekilde cemâatin huzûrunda Kur'ân-ı kerîm okumak.
Ramazan ayında mukâbele sûretiyle Kur'ân-ı kerîm okumak, orucun sünnetlerindendir. (İmâm-ı Gazâlî)

MUKADDERÂT:Allahü teâlânın olacak şeyleri ezelde (sonsuz öncelerde) bilip takdîr ettiği şeyler, kader, alın yazısı (Bkz. Kazâ ve Kader)
Kul yetmiş sene Cennetliğin ameli gibi amel eder. Hattâ herkes onun Cennetlik olduğunu söyler. Öyle ki aralarında (yâni Cennet ile o kimse arasında) mânevî yönden bir karış fark kalmaz. Sonra mukadderâtı galebe çalar da Cehennem ehlinin işini yapar ve Cehennem'e gider. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Sâlihlerden birisi yere yıkılmış bir sarhoşun yanından geçerken kendi hâlini düşünerek böbürlendi. Sarhoşa göz ucuyla bile bakmağa tenezzül etmedi. Sarhoş başını kaldırarak âlime dedi ki: "Ey iyi zât! Kavuştuğun bu nîmete şükret. Sakın büyüklenme. Zî râ kibirden (büyüklenmeden) mahrûmiyet hâsıl olur. Birini zincire vurulmuş görürsen gülme. Senin de başına gelebilir. Mukadderâtın belli olmaz. Belki bir gün sen de sarhoş olup yerlerde sürünebilirsin." (Sâdî-i Şîrâzî)

MUKADDES:Mübârek, kutsal. Ayb, çirkin ve kötü şeylerden uzak; temiz.
Ey ihlâsla Allahü teâlânın yolunda bulunmak arzûsunda olan sâdık talebe! Zâhir ve bâtınını (dışını ve içini) temizle. Bu temizlik olmadıkça mukaddes ve ulvî yüksekliklere ulaşılamaz. (Necmeddîn-i Kübrâ)
Mukaddes dînimizi, şanlı ve şerefli ecdâdımızın mübârek elleri ile yazdıkları hâlis ve afif (temiz) kitaplarından okuyup öğrenmelidir. (M. Sıddîk Gümüş)

Mukaddes Âlem:Görülemeyen ve hissedilemeyen mânâ âlemi.
Müslümanın birinci vazifesi îtikâdı düzeltmektir. Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmaktır. İkinci olarak lâzım olan şey fıkıh bilgilerini öğrenmek ve her şeyi bu bilgiye göre yapmaktır. İki kanat gibi olan bu îtikâ d ve amel elde edildikten sonra mukaddes âleme uçmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Mukaddes Kitablar:Allahü teâlânın Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla peygamberlerine gönderdiği kitâblar (Bkz. Semâvî Kitablar).
Allahü teâlâ tarafından nesh edilmiş (hükmü kaldırılmış) ve kullar tarafından değiştirilmiş mukaddes kitablara hakâret etmek, alay etmek ve bunları okumak, dinlemek câiz değildir. (Muhammed Hâdimî)

MUKADDESÂT:Ta'zîm ve hürmet edilmesi lâzım olan şeyler, kıymetler.
Îmânıma ve mukaddesâtıma saldıranları görünce söğüt yaprağı gibi titriyorum. (İmâm-ı Rabbânî)

MUKADDİM (El-Mukaddim):Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden: Mahlûklardan (yaratılmışlardan) bâzısını bâzısından önce var ve yok eden; dilediğini kendine yakınlaştıran, dilediğini uzaklaştıran, kendisine yakın kıldığı meleklerini, peygamberlerini aleyhimüsselâm ve âlimlerin i üstün kılan.
Muhârebe ânında bir kimse el-Mukaddim ism-i şerîfini söylediğinde kuvvet ve zafer bulur. (Yûsuf Nebhânî)

MUKALLİD:
1.Amelde, yapılacak işlerle ilgili konularda müctehid denilen derin âlime tâbi olan, uyan kimse.
Mukallid olanların, müctehidin (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlimlerin) sözüne göre hareket etmesi vâcibdir, gereklidir. (İbn-i Âbidîn)
Bir mukallid ne kadar âlim olursa olsun, önce gelmiş müctehidlerin bildirdiklerinin dışında ayrı bir ictihadda bulunamaz, yâni hüküm veremez. (İbn-i Melek)
Mukallidler için delîl, sened; fıkıh âlimlerinin yâni müctehidlerin sözleridir. (Muhammed Hâdimî)
2. İnanılacak şeylerin delillerini araştırmadan, anlamadan, sâdece anasından babasından duyarak îmân eden.
Mukallidin îmânı sahîhtir (doğrudur). Bunlar, farzı, vâcibi, sünneti, müstehâbı bilmez. Anasından, babasından gördüğü gibi inanır ve ibâdet eder. Bu gibilerin îmânından korkulur. (Kutbüddîn-i İznikî)
3. Fıkıh âlimlerinin yedinci derecesinde bulunan âlim.
Mukallid olan fıkıh âlimleri, mezheb imâmlarını taklid eder. Bu demektir ki, kendiliğinden söz söylemez. Onun sözü mezheb imâmının söylediği sözdür. (M. Sıddîk bin Saîd, İbn-i Âbidîn)

MUKARREB:Yakınlaştırılmış.
1. Cennette dereceleri en yüksek olan.
Îmânları ileride olanlar, Allahü teâlâya yaklaşmakta ileride olanlardır. Bunların hepsi mukarreblerdir. (Vâkıa sûresi: 10)
Üç çeşit fakir vardır.Birincisi, istemezler verince de almazlar. Bunlar İlliyyînde meleklerledir. İkincisi istemez, verilince alırlar. Bunlar Cennet'te mukarreblerledir. Üçüncüsü de ihtiyâcı olunca isterler. Bunlar sâdıklar olup, Eshâb-ı yemîn iledir ler. (Bişr-i Hâfî)
2. Tasavvufta, nefslerinin sevgisinden kurtulmuş, kalbinde Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmayan, yalnız Allahü teâlâyı isteyen.
Ebrârın iyilik olarak yaptıkları, mukarrebler yanında günâh olur. (Hadîs-i şerîf-El-Hâmilü fil-Fülk)
Mukarrebler, Allahü teâlâ için olmayan her şeyden, yemekten, içmekten, yatmaktan, söylemekten sakınırlar. Bunlar, din için niyyet etmedikçe hareket etmezler. İbâdete kuvvet kazanmak niyyeti ile yerler. Her sözleri Allah içindir. (İmâm-ı Gazâlî)

Mukarreb Melek:Allahü teâlânın huzûrunda bulunan melekler.
Allahü teâlâ ile öyle vakitlerim oluyor ki, o zamanlarda, aramıza hiçbir mukarreb melek ve peygamber giremez. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Muhammed aleyhisselâma verilmiş olan din, geçmiş dinlerin hepsinin süzülmüş kaymağı gibidir. Hak olan, doğru olan bu dînin bildirdiği her iş, geçmiş dinlerde bildirilen amellerden, işlerden seçilmiş alınmıştır. Ayrıca meleklerin işlerinden de seçilmi ş alınmış bulunmaktadır. Meselâ, meleklerden bir kısmına rükû etmek emrolunmuştur. Birçoklarına secde etmek, başka meleklere de kıyâm, yâni ayakta ibâdet etmeleri emredilmiştir. Bunun gibi, geçmiş ümmetlerden bâzısına yalnız sabah namazı emredilmişti . Başkalarına başka vakitlerin namazı emredilmişti. Geçmiş ümmetlerin ve mukarreb meleklerin ibâdetlerinden, amellerinden süzülenleri, seçilenleri bu dinde emredildi. Bunun için, bu dîni tasdîk etmek, inanmak ve bu dînin emirlerine uymak, geçmiş bütün dinleri tasdîk etmek ve hepsine uymak olur. (İmâm-ı Rabbânî)

MUKÂVELE:Sözleşme, yazılı sözleşme.
Kirâcı, kirâ ile tuttuğu yerin ücretini ödemezse, mal sâhibi mukâveleyi fesh edebilir (bozabilir). (Fetâvâ-i Hindiyye)
Mal sâhibi daha fazla kirâ veren birini bulunca mukâveleyi bozamaz. (Hayrullah Efendi)

MUKÂYADA SATIŞI:Altın ve gümüşten başka, ayn (belli) olan bir malı yine ayn olan mal karşılığında satmak.
İki kile buğdayı, yüz yumurta karşılığında satmak mukâyada satışıdır. Böyle satışta, birbirine karşılıklı satılan malları söz kesilirken tâyin etmek (belli etmek) şart olup, kabz etmek (ele geçirmek) şart değildir. (İbn-i Âbidîn)
Mukâyada satışında, satın alınan mala bedel olarak verilecek belli malı aynen vermek lâzımdır. Meselâ bir gümüş kaşığı gösterip, şu kaşık ile bu horozu satın aldım dese kaşığı vermesi lâzım olup, aynı ağırlıkta ve şekilde ve aynı kıymette başka gümüş kaşık veremez. (Ali Haydar Efendi)

MUKAYYED:Kayıtlanmış, bağlanmış; mutlak olmayan, bir sıfat, hâl, gâye veya şarta bağlı olan lafız (söz).
Nisâ sûresinin doksan ikinci âyet-i kerîmesinde bir mü'mini hatâ ile öldürenin, keffâret (cezâ) olarak mü'min bir köle âzâd etmesi, buna gücü yetmezse, iki ay aralıksız oruç tutması lâzım geldiği bildirilmiştir. Âyet-i kerîmede köle kelimesi mukayyed dir. Çünkü, mü'min sıfatıyla kayıtlanmıştır. (Serahsî)
Mâide sûresinin seksen dokuzuncu âyet-i kerîmesinde yemin keffâreti için bir köle âzâd etmek, yâhut on fakiri doyurmak, yâhut onları giydirmek olduğu, bu üçünden birini yapamayanın üç gün ardarda oruç tutması îcâbettiği bildirilmiş, böylece; "Üç gün oruç tutma" işi ondan önceki üç şeyden birine gücü yetmeme şartı ile mukayyeddir. (Serahsî)

Mukayyed Müctehid:Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dînî delillerden (kaynaklardan) yeni hüküm çıkaran İslâm âlimi. Müctehid fil mezheb de denir. (Bkz. Müctehid)

Mukayyed Su:Cinsi ve sıfatı birlikte söylenen ve herhangi bir şeyle kayıtlanmış sular. (Bkz. Mâ-i Mukayyed)
Mukayyed sular iki türlü olup, biri kavun, karpuz suları gibidir. Bunlar hilkaten (yaratılış îcâbı) böyledirler. Diğeri ise; mutlak su iken, daha sonra bir şeyle karışma netîcesi mukayyed olmuşlardır. Et suyu, sabun suyu, safranlı sulardır. Mukayyed su ile abdest ve gusül abdesti alınmaz. (İbn-i Âbidîn)
Suyun ismi değişmediği zaman, su koyu olursa, akıcılığı kalmazsa, mukayyed su olur. Akıcılığı kalırsa, üç özelliği değişse bile temiz kalır. Fasülye, nohut, yaprak, meyve ve otların soğuk suda kalarak, rengi veya kokusu, tadı değişen su böyledir. (Alâüddîn Haskefî)

MUKÎM:Doğduğu veya evlendiği veya hep kalmak niyyeti ile yerleştiği yerde oturan veya 104 km ve daha uzak bir yerde giriş çıkış günlerinden başka on beş gün veya daha fazla kalmaya niyet eden kimse. Mâlikî ve Şâfiî mezheblerinde dört gün kalmaya niyet eden ve kendi memleketine giren mukîm olur.
Seferî olan kimsenin dört rek'at olan farz namazları iki rek'at kılması Hanefî'de vâcib, Mâlikî'de sünnet-i müekkede, Şâfiî'de efdâl (iyi)dir. Seferî olanın mukîm olan imâma uyması, Hanefî'de, vaktin farzını edâ ederken câiz, Şâfiî'de hem edâ hem kaz â ederken câiz, Mâlikî'de ikisinde de mekrûhtur. (Abdurrahmân Cezîrî)


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol