Sloganın burada duracak

Dini Terimler Sözlüğü (R-S)

R -3

RIDÂ' (Radâ'):
Süt emme çağında yâni iki buçuk yaşından küçük bir çocuğun bir kadının memesinden süt emmesi veya bir kadının sütü bir vâsıta ile çocuğun mîdesine gitmesi.
Evlenmede nesebden (soydan) haram olanlar, rıdâ'dan da haram olur. (Hadîs-i şerîf-Nîmet-i İslâm)
Rıdâ' sebebiyle çocuğun, süt anası ve süt babası ile ve bunların anaları, babaları ve kardeşleri ve çocukları ve her kuşaktan torunları ile evlenmesi ebedî haramdır. (Alâüddîn-i Haskefî)
Rıdâ'ın hükmü, sütün azı ile de çoğu ile de meydana gelir. Bu hüküm, süt emme çağı olan otuz ay yâni iki buçuk yıl içerisinde süt emildiği zaman sâbit olur (gerçekleşir). (Abdullah-i Mûsulî)

RIDVÂN:
1. Allahü teâlânın râzı olması, beğenmesi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Muhammed (aleyhisselâm) Allahü teâlânın peygamberidir ve O'nunla birlikte bulunanların (yâni Eshâb-ı kirâmın) hepsi kâfirlere karşı şiddetlidirler. Fakat birbirlerine karşı merhâmetli, yumuşaktırlar. Bunları çok zaman rükû'da ve secdede görürsünüz. Herkese dünyâda ve âhirette her iyiliği, üstünlüğü, Allahü teâlâdan isterler. Rıdvânı da isterler. Çok secde ettikleri yüzlerinden belli olur... (Fetih sûresi: 29)
Allahü teâlâ Cennet'tekilere; "Ey ehl-i Cennet!" diye hitâb eder. Onlar da; "Lebbeyk (buyur) ey Rabbimiz!" derler. Allahü teâlâ da; "Kavuştuğunuz bu nîmetlerden râzı mısınız?" buyurur. Cennet'tekiler; "Nasıl râzı olmayalım ki, sen bize mahlûklarının içinden hiçbirine vermediğin nîmetleri verdin" derler. Cenâb-ı Hak; "Size bundan daha iyisini vereyim mi?" buyurur. Onlar da; "Ey Rabbimiz! Bundan daha iyisi ne olabilir?" diye memnûniyetlerini arzederler. Bunun üzerine Allahü teâlâ; "Size Rıdvânımı vereceğim ve bundan sonra da ebedî olarak size gazab etmeyeceğim." buyurur. (Hadîs-i şerîf-Riyâz-üs-Sâlihîn)
2. Cennet meleklerinin büyüğü, başı, reisi.
Cennet her sene Ramazan ayının gelmesi ile süslenir. Ramazanın ilk gecesi olunca, Arş'ın altında mesîre adında bir rüzgâr esip, Cennet ağaçlarının dallarını, budaklarını, kapılarının halkalarını sallar. Dinleyenlerin hiç duymadıkları güzel sesler onlardan duyulur. Bu hâlde hûrîler (Cennet kızları) süslenip Cennet'in yüksek yerinde durup, bizi Allahü teâlâdan istiyecek kimseler nerededir, bizi alsın" diye seslenirler. Sonra Rıdvân'a; "Bu gece hangi gecedir?" derler. Rıdvân; "Bu gece, Ramazan ayının ilk gecesidir. Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden oruç tutanlara Cennet kapıları açılır" diye cevap verince, Allahü teâlâ; "Ey Rıdvân! Cennet kapılarını aç" buyurur. (Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)

RIDVÂNULLAHİ TEÂLÂ ALEYHİM ECMAÎN:
Daha çok Eshâb-ı kirâmın isimleri anılınca söylenen; "Allahü teâlânın rızâsı onlar üzerine olsun" mânâsına, duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. Bir kişi için rıdvânullahi teâlâ aleyh, iki kişi için rıdvânullahi teâlâ aleyhimâ denir.
Bütün duâlar, iyilikler, Allahü teâlânın peygamberi ve en sevdiği kulu, insanların her bakımdan en güzeli, en üstünü olan Muhammed aleyhisselâma ve Ehl-i beytine (akrabâsına) ve Eshâbına (arkadaşlarına) rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn ve bunları se venlere ve izlerinde gidenlere olsun. (İmâm-ı Rabbânî)

RIFÂİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.
Zikr-i Cehrî (Allahü teâlânın ism-i şerîfini sesli olarak söylemek) hazret-i Ali'den, on iki imâm vâsıtasıyla gelmiştir. Bunların sekizincisi olan İmâm-ı Ali Rızâ'dan Ma'rûf-i Kerhî almış ve Cüneyd-i Bağdâdî'nin çeşitli halîfelerinin (talebelerinin) silsilelerinde bulunan meşhûr mürşîdlerin (büyük evliyâların) adı verilerek kollara ayrılmıştır. Böylece Ebû Bekr-i Şiblî yolundan Kâdiriyye, Şâziliyye, Sa'diyye ve Rıfâiyye tarîkati meydana gelmiştir. (Abdülhak-ı Dehlevî)
Rıfâiyye yolunun kurucusu olan Seyyid Ahmed Rıfâî hac dönüşü Medîne-i münevverede Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem türbesini ziyâreti esnâsında;"Uzaktık, toprağını öpmek için efendim. Kendim gelemez, vekil olarak rûhumu gönderirdim. Şimdi seni ziyâret nîmeti oldu nasîb. Ver mübârek elini dudağım öpsün Habîb" mânâsına gelen bir şiiri okuyunca, Peygamber efendimizin kabrinden mübârek elleri göründü. Seyyid Ahmed Rıfâî de saygıyla elini öptü. Orada bulunanlar hâdiseyi görüp hayretl e seyrettiler. Bu kerâmet pek meşhûr olup, dilden dile günümüze kadar gelmiştir. (Yûsuf Nebhânî)
Seyyid Ahmed Rıfâî hazretleri, Rıfâiyye yolunun esaslarıyla ilgili olarak buyurdu ki: "Yolumuz üç şey üzerine binâ edilmiştir. Bunlar; istememek, geri çevirmemek ve yığmamak (elde malı biriktirmemek)tır." (Hüseyin Vassâf)
Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinin kurduğu Rıfâiyye yolu da zamanla diğer tarîkatler gibi bozuldu. Dünyâya düşkün olanlar, dîni, dünyâlık elde etmek için âlet edenler, Rıfâiyye yolunda olduklarını söyleyerek şeyh, tarîkatçı gibi adlar altında ortaya çı ktılar. Ağızlarına ateş koymak, ağızlarından alevler çıkarmak, bir yanağına bıçak, şiş sokup öteki yanağından çıkarmak, sokak ortasında yatarak üzerinden kamyon geçirtmek gibi işler yaparak kerâmet sâhibi olduğunu iddiâ edenler görüldü. Yaklaşık son yüz seneden beri Rıfâiyye tarîkatı adı altında birçok şeyler uyduruldu. Seyyid Ahmed Rıfâî'nin yolu olan hakîkî Rıfâîlik unutuldu. Şeyh ve tarîkatçı adı altında ortaya çıkan kimseler İslâmiyet'in emirlerine uymayan, dînimizin yasak ettiği şeyleri zikir ve ibâdet adı altında işleyip, birçok bid'atler (sapıklıklar) çıkardılar. Bunların İslâmiyet'le ve hakîkî Rıfâiyye yoluyla ilgileri yoktur. (İslâm Âlimleri Ansiklopedisi)

RIFK:
Yumuşak huyluluk.
Rıfk sâhibi olmayan kimseden hayır gelmez! (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb ve't-Terhîb)
Allahü teâlâya kavuşturan yola dâvet edenler, fâsık (açıkça günah işleyen) kimselere dahi kaba ve kırıcı olmamalıdır. Onlara rıfk ile muâmele edip, ihsân ve kerem göstererek gönüllerini hoş tutmalılar ki, kendilerine yönelsinler. Ancak bu meyil gerçe kleştikten sonra nasîhatte bulunsunlar. (Ali Havâs Berlîsî)

RIKK:
Kölelik.
Mîrâsa hak kazanmaya mâni olan hâller şunlardır: 1)Rıkk, 2) Amden katl yâni öldürülmesi meşrû olmayan, dînen izin verilmeyen bir kimseyi bilerek öldürmek, 3)Din ayrılığı, 4) İhtilâf-ı dâr (başka devletin tebeası olmak), 5)Mürted olmak yâni müslüman i ken dinden çıkmak veya dinden çıkmayı gerektiren bir iş yapmak. (Secâvendî)

RITL:
130 dirhem-i şer'îlik (436.8 gram) bir ağırlık ölçüsü birimi.
Abdestte ve gusülde, lüzûmundan fazla su kullanmak isrâf olup, haramdır. Sekiz rıtl su ile sünnete uygun gusledilebilir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, bir müd (875 gr) su ile abdest alır, bir sa' (4200 gram) su ile guslederdi. (İbn-i Âbidîn)

RIZÂ:
Râzı olma, hoşnutluk, memnunluk.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Dünyâ malından, sarıldığınız, sakladığınız her şey yanınızda kalmayacaktır. Ancak Allah rızâsı için yaptığınız iyilikler ve ibâdetler sizinle berâber kalacaktır. (Nahl sûresi: 96)
Kim benim kazâma rızâ göstermez, verdiğim belâya sabretmez ve nîmetlerime şükretmezse, benim yerimden ve göğümden çıksın. Kendine benden başka Rab arasın. (Hadîs-i kudsî-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Rızâ sâhiblerine belâlar, musîbet değildir. Onlar belâları beğenmemezlik etmezler. Çünkü belâları veren yine Allahü teâlâdır. (Muhammed Bâkî-billâh)
Allahü teâlânın takdîrine rızâ göstermeyen kimse ahmaktır ve tedâvisi yoktur. (Meymûn bin Mihrân)
Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için dünyâ nîmetlerinden aza kanâat eden kullarının, amelleri az olsa da, cenâb-ı Hak böyle kullarından hoşnûd olur. (Ali Havâs Berlîsî)
Bu kadar zahmet ve meşakkatlere, sıkıntılara katlanarak aradığımı, annemin rızâsını almakta buldum. Çok basit gibi gelen anne rızâsını almanın bütün işlerin evvelinde lâzım olduğunu anladım. (Bâyezîd-i Bistâmî)

RIZK (Rızık):
Allahü teâlânın takdir ettiği maddî ve mânevî nîmet, kısmet. Yiyecek, içecek, giyecek ve barınacak yer.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Dünyâdaki maddî ve mânevî bütün rızıklarını aralarında taksim ettik. (Zührûf sûresi: 32)
Allahü teâlâ tarafından rızkı gönderilmeyen yeryüzünde bir canlı yoktur. (Hûd sûresi: 6)
Rızık husûsunda endişeye düşmeyiniz. İnsan son rızkını da yemeden ölmez. Allah'tan korkunuz, iyi ameller yapınız. Helâlı alıp, harâmı terk ediniz. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Rızık husûsunda Allahü teâlâya tevekkül eden kimsenin güzel huyları fazlalaşır; cömert olur ve ibâdetlerinde vesvese bulunmaz. (Şakîk-i Belhî)
Allahü teâlâ bir kimsenin sûretini ve rızkını güzel yapar, o da, Allah için tevâzû gösterirse, o, Allahü teâlânın yakın ve hâlis kullarından olur. (Avn bin Abdullah)
Rızık mukadderdir, ezelde takdir edilmiş, ayrılmıştır. Fazla ve noksan ihtimâli yoktur. Rızkın noksan veya ziyâde olması, Hak teâlânın husûsî fadlı (ihsânı) iledir. Hiç kimsenin bunda bir katkısı yoktur. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
Allahü teâlâ, her insanın ve her hayvanın rızkını ezelde takdîr edip, ayırmıştır. İnsanların ve hayvanların ecelleri ve nefeslerinin sayısı belli olduğu gibi, her insanın bedeninin ve rûhunun rızıkları da bellidir. Rızık hiç değişmez. Azalmaz ve çoğa lmaz. Kimse kimsenin rızkını yiyemez. Kimse kendi rızkını yiyip bitirmeden ölmez. Bir kimse, Allahü teâlâ emrettiği için çalışır, rızkını helâl yoldan ararsa, ezelde belli olan rızkına kavuşur. Bu rızk ona bereketli olur. Bu çalışmaları için sevâb kazanır. Eğer, rızkını Allahü teâlânın yasak ettiği yerlerde ararsa, yine ezelde ayrılmış olan o belli rızka kavuşur. Fakat, bu rızk ona hayırsız, bereketsiz olur. Rızkına kavuşmak için kazandığı günâhlar da, onu felâkete sürükler. (Seyyid Abdülhakîm)

RİBÂ:
Fâiz; ödünç vermekte, rehnde (ipotekte) ve alış-verişte, alıcıdan veya vericiden (satıcıdan) birinin ötekine karşılık olarak vermesi şart edilen fazla mal. (Bkz. Fâiz)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ bey'i (alış-verişi) helâl ve ribâyı ise haram kılmıştır. (Bekara sûresi: 275)
Allahü teâlâ ribâ karışan malı yok eder ve sadakaları verilen malı artırır (ona bereket verir) . (Bekara sûresi: 276)
Aralarında, zinâ ve ribâ yayılan bir memlekette bulunanlara, Allahü teâlânın azâbı helâl oldu. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Fâiz (ribâ) almak ve vermek, insanın son nefesinde îmânsız gitmesine sebeb olabilir. (Kutbüddîn İznikî)
Alış-veriş yaparken ve ödünç verirken, ribâdan çok sakınmalıdır. Ödünç verilen kimseden, bir menfaat beklenmemelidir. Zîrâ, azıcık alınan veya verilen ribânın (fâizin) günâhı, Allahü teâlâ indinde, annesiyle zinâ etmiş gibidir. Fâizin azı da, çoğu da , alması da vermesi de haramdır. Çok sakınmak lâzımdır. (Süleymân bin Cezâ)
Zekâtı ve fıtraları, dînin emrettiği kimselere seve seve vermelidir. Fakirlere ve borç istiyenlere merhamet etmelidir. Malı, parayı, İslâmiyet'in izin vermediği yerlere harcamamalı, isrâf da etmemelidir. Ribâdan, kumarlı ve kumarsız oyunlardan sakınm alıdır. (Muhammed Ma'sûm)

Ribâ'l-Fadl:
Ölçü veya tartıyla alınıp satılan şeyleri, kendi cinsleriyle peşin olarak, karşılığı olmayan bir fazlalıkla değişmek.
Bir dirhem gümüşü, bir buçuk dirhem gümüş ile, peşin olarak değişmek, ribâ'l-fadl olur. (İbn-i Âbidîn)

Ribe'n-Nesîe:
Gecikme ribâsı. Bir cinsten olan iki şeyin birini, diğeri karşılığında veresiye olarak satmak veya başka başka cinslerden olup; ağırlık, hacim veya uzunluk ölçüsüyle yâhut belirli ölçülerde olup, sayıyla alınıp satılan iki şeyi veresiye değişmek. Mik tarlar eşit olsa bile ribâ sayılır.
Kışın bir kile buğdayı yazın vermek üzere bir buçuk kile ile satın almak ribe'n-nesîedir. Ribe'n-nesîe'nin haram kılınışında müslümanların imâmları (dört mezheb) arasında ihtilâf yoktur. O büyük günahlardandır. Ribe'n nesîenin haramlığı; Kur'ân-ı ker îm ile, Resûlullah efendimizin sünnetiyle ve müslümanların icmâiyle (sözbirliğiyle) sâbittir. (Abdurrahmân el-Cezîrî)

RİBÂT:
Sınır karakolu; İslâm dînini üstün kılmak, müslümanlardan kâfirlerin şerrini, zararını def etmek için düşman sınırında nöbet beklemek.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Din uğrundaki eziyetlere sabredin ve düşmanlarınızla olan savaşlarda üstün gelmek için sabır yarışı yapın. Ribâtta bulunun ve Allah'tan korkun ki, felâh bulasınız. (Âl-i İmrân sûresi: 200)
Bir kimse, Allah için bir gece ribât bekler, müslümanları muhâfaza ederse, onların oruç ve namaz sevâbına kavuşur. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Benim mescidimdeki namaz, on bin namaza, mescid-i harâm'daki bir namaz yüz bin namaza, ribât bölgesindeki namaz ise bir milyon namaza denktir. (Hadîs-i şerîf-Ebü'ş-Şeyh)

RİCÂL-İ GAYB:
Her devirde bulunan fakat herkesçe tanınıp bilinmeyen ve görülmeyen, dünyânın nizâmı ile vazîfeli mübârek, büyük zâtlar.
Nûr Muhammed Pünti, ricâl-i gaybdendir. (İmâm-ı Rabbânî)

RİC'Î TALÂK:
Geri dönülebilen talâk (boşanma). Zevceye yaklaştıktan sonra sarîh (açık) veya işâretle, üç adedine veya bir ivâza (bedele, karşılığa) bağlı olmaksızın ve beynûnete yâni ayrılığa delâlet eden (gösteren) bir sıfatla sıfatlanmamış ve bir şeye teşbîh ed ilmemiş (benzetilmemiş), gerek sarîh (açık) lafızlardan (sözlerden) ve gerek talâk-ı ric'îyi gerektiren kinevî (açık olmayan) lafızlarla yapılan talâk (Bkz. Talâk) .
Ric'î talâkta zevc (koca), iddet zamânı içinde (talâktan sonra ilk temizlik müddetinin başından, üçüncü hayzın sonuna kadar olan müddette) söz ile veya fiilen eski nikâhına rücû' edebilir (dönebilir). Evliliği devâm eder. Şâhid lâzım olmaz ise de iki âdil şâhide haber vermesi müstehâb (iyi) olur. (İbn-i Âbidîn)

RİCS:
Pis, murdar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! İçki, kumar, (tapmaya mahsus) dikili taşlar, fal okları, ancak şeytanın amelinden birer rics'tir. Onun için bunlardan kaçının ki kurtulasınız. (Mâide sûresi: 90)
(Ey Resûlüm!) Deki: Bana vahy olunanlar (bildirilenler) içinde, yiyen bir kimsenin yiyeceği arasında dediğiniz gibi haram edilmiş bir şey bulmuyorum. Yalnız haram olarak şunlar var: Leş, yâhut akıcı kan, yâhut domuz eti ki o şüphesiz ricstir... (En'âm sûresi: 145)

RİDDET:
İrtidâd etme. İslâm dîninden çıkma. (Bkz. İrtidâd ve Mürted)
Riddet, niyyetle yâni kalbinden dinden çıkmaya karar vermekle yâhut küfr olan söz veya fiil ile İslâm'dan ilgiyi, alâkayı kesmek ile olur. (İmâm-ı Şa'rânî)
Ahkâm-ı İslâmiyye (İslâmî hükümler) dört büyük kısma ayrılır. Bunlardan biri ukûbât yâni had denilen cezâlar olup, başlıca altı kısma ayrılmaktadır: Kısas, sarhoşluk, sirkat (hırsızlık), zinâ, kazf (iftirâ) (Bkz. İlgili maddeler) ve riddettir. (Ahmed Zühdü)

RİKKAT:
Kalb inceliği ve yumuşaklığı.
İslâm âlimleri, dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleştiren, şiirleri, kasîdeleri, ilâhîleri ve mevlidleri dinlemek; kalbdeki Allah sevgisini ve rikkati arttırır buyurmuşlardır. (Abdullah-ı Dehlevî)
Rikkat, her din ve kitabda, her selîm akıllı kişiler yanında makbûl görülmüştür. Çünkü ihsânlar, bağışlamalar, hep bu rikkat ve merhametten doğar. Rikkatin aşırı derecede olanı yâni iş ve fikirlere zarar getirecek derecede olanı makbûl değildir. (Ahmed Rıfat)
Kalbin rikkat zamanlarında duâ etmelidir. İnsanın böyle zamanlarda yaptığı duâlar red olunmaz. (İbn-i Cezerî)
Şecâatten (yiğitlikten, kahramanlıktan) hâsıl olan iyi huylardan birisi de; insanlarla olan münâsebetlerinde rikkatli olmaktır. Bundan dolayı işlerinde ve hareketlerinde değişiklik, dargınlık ve kırgınlık olmamalıdır. İyilik yapmasını durdurmamalıdır . (Ali bin Emrullah)

RİSÂLE:
Mektûb; bir mes'eleye, bir ilme ve fenne dâir yazılan müstakil küçük kitâb.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Edeb risâlesi adlı eserine başlarken buyuruyor ki: "Edebi, kendine yaklaşmaya ve evliyâlığa anahtar kılan Allahü teâlâya hamd olsun."

RİSÂLET:
Peygamberlik, resûllük. (Bkz. Peygamberlik) Fahr-i âlem girdi çün kırk yaşına Kondu pes, risâlet tâcı başına.
(Süleyman Çelebi)
Risâlet, çalışmakla elde edilemez. Bu, Allahü teâlânın dileği ile kullarına verdiği bir lütuftur. (Necmeddîn-i Kübrâ)

RİVÂYET:
1. Bir şeyi haber vermek veya haber verilen şey.
Hazret-i Ali radıyallahü anhtan gelen rivâyetlerde şöyle buyruldu: "Kalbler, kablara benzer. Hayırlı olan, hayırla dolu olandır."
"Her fenâlıktan uzak kalmanın yolu dili tutmaktır."
2. Nakletmek, bildirmek.
Ahmed bin Hanbel'in rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzısı şöyledir:
Kişinin günâhları çoğaldığı zaman, günâhlarına keffâret için, Allahü teâlâ onu geçim sıkıntısına düşürür.
Îmânın en sağlam kulpu; Allah için sevmek ve Alah için buğzetmektir (düşmanlık etmektir) .
Dünyâyı seven, âhiretine zarar eder. Âhiretini seven, dünyâsını zararlandırır. Bu böyle olunca siz bâkîyi (âhireti) fânî (dünyâ) üzerine tercih ediniz.
Hâşim-i Sugdî hazretleri, hocası Ebû Bekr-i Verrâk rahmetullahi aleyhten rivâyet ederek buyurdu ki: "Çok uyumak, çok yemek ve çok konuşmak, gönlü katılaştırır."

Rivâyet Tefsiri:
Kur'ân-ı kerîmdeki bâzı âyet-i kerîmelerin başka âyetlerle veya Peygamber efendimizin sünneti veya Eshâb-ı kirâmın mübârek sözleriyle açıklanması. Buna me'sur veya naklî tefsir de denir.

Rivâyet Yolu:
İctihâdda Medîne-i münevvere halkının âdetlerini kıyastan üstün tutan. Hicâz âlimlerinin yolu. Rivâyet yolundaki müctehidlerin büyüğü İmâm-ı Mâlik rahmetullahi aleyhtir. (Bkz. Ehl-i Rivâyet)

RİYÂ:
Gösteriş, iki yüzlülük. Kendini olduğundan başka gösterme.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Veyl (şiddetli azâb) namaz kılanlara ki, namazlarından gâfildirler. Namazı ehemmiyetsiz sayarlar. Riyâkarlık ederler. Namazlarını insanların yanında riyâ ile kılarlar. (Tenhâda yalnız kılınca terk ederler.) Zekât ve âriyet (ödünç) vermeyi de men ederler. (Mü'min sûresi: 4-7)
Dünyâda riyâ ile ibâdet edene, kıyâmet günü, ey kötü insan! Bugün sana sevâb yoktur. Dünyâda kimler için ibâdet ettin ise, sevâblarını onlardan iste denir. (Hadîs-i şerîf-Tebyîn-ül-Mehârim)
Riyâ sâhibinin üç alâmeti vardır. Yalnız iken tembeldir. İnsanlar arasında iken çalışkan ve hareketli görünür. Övüldüğü zaman çok çalışır. Zemmedildiği, kötülendiği zaman çalışmasını azaltır. (Hazret-i Ali)
İbâdetin âfeti; riyâ ile başkalarının işitmesi için ve Allahü teâlâdan başkası için yapmaktır. (Abdullah-ı İsfehânî)

RİYÂZET:
Nefsin isteklerini yapmamak.
Riyâzet, verâ ve takvâ ile olur. Takvâ, haramlardan sakınmaktır. Verâ, haramlarla birlikte, mübâhları ihtiyaçtan fazla kullanmaktan sakınmaktır. (Muhammed Hâdimî)
Peygamberlik için, insanda riyâzet ve mücâhede gibi bâzı şartların bulunması veya buna elverişli olarak doğmak lâzım değildir. Allahü teâlâ, dilediğini seçerek, bunu ihsân eder. O, her şeyi bilir ve en iyisini yapar. (Seyyid Şerîf Cürcânî)
İnsanlar, riyâzet deyince, açlık çekmeği ve oruç tutmağı anladılar. Hâlbuki dînimizin emrettiği kadar yemek için dikkat etmek, binlerce sene nâfile oruç tutmaktan daha güç ve daha faydalıdır. Bir kimsenin önüne lezetli tatlı yemekler konsa, iştihâsı olduğu hâlde ve hepsini yemek istediği hâlde, dînimizin emrettiği kadar yiyip, fazlasını bırakması, şiddetli bir riyâzettir ve diğer riyâzetlerden çok üstündür. Bir kimse, bin sene ibâdet etse ve sıkıntılı riyâzetler çekse ve sıkı mücâhede (nefse zor gelen şeyler) yapsa, eğer bir Peygamber-i zî-şâna uymamış ise, bütün bu çalışmalarının bir arpa kadar kıymeti olmaz. Çölde görülen serâb gibi, hiçbir şeye yaramaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Bizim yolumuz riyâzet ve mücâhede çekme yolu değildir. Bizim yolumuz sohbet (berâber olma) yoludur. (İmâm-ı Rabbânî)
Çok açlık ve çok uykusuzluk dimağı yorar. Hakîkatleri ve ince bilgileri anlamağı önler. Bunun için riyâzet çekenlerin keşifleri hatâlı olur. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
Riyâzet ve nefsle mücâhede, hârika ve kerâmeti arttırır. Evliyânın sohbeti ise, kalbe zikri (Allahü teâlâyı hatırlamayı) yerleştirir. Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine uymayı kolaylaştırır. (Seyfeddîn-i Fârûkî


R - 4

RUB'-I DÂİRE:
Namaz vakitlerinin hesaplanmasında, yükseklik ölçülmesinde ve bâzı trigonometrik hesapların yapılmasında kullanılan el âleti. Bâzı geometrik şekillerden ibâret olup, dörtte bir dâire şeklinde tahta üzerine şekiller işlendiği için buna Rub'-ı dâire ta htası da denilmiştir.
Rub'-ı dâire tahtasının bir yüzüne Rub'-ı mukantara, diğer yüzüne de Rub'-ı müceyyeb denir. Rub'-ı dâire tahtası İslâm âleminde dördüncü hicrî asırdan beri kullanıla gelmiştir. (Ahmed Ziyâ Bey)

RUBU':
Ferâiz ilminde yâni İslâm mîrâs hukûkunda dörtte bir hisse (pay).
Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde hisselerini bildirdiklerinden Rubu' hisse alacak iki kimsedir. Bunlar; zevc ile zevcedir. Zevc (koca); ölenin çocuğu veya oğlunun çocuğu ile berâber vâris olduğundan rubu' hisse alır. Zevce (hanım); ölenin çocuğu veya oğlunun çocuğu ile birlikte mîrâsçı olmadığı takdirde rubu' hisse alır. (M. Mevkûfâtî)

RUBÛBİYYET:
İlâhlık, ma'bûdluk.
Ey Âdemoğulları! Bir kimse benim kazâma râzı olmaz ve benim tarafımdan gelen belâlara sabretmez, verdiğim nîmetlerime şükr etmez, ihsân ettiğim dünyâ nîmetlerine kanâat etmezse, başka bir Rab arasın. Ey Âdemoğlu! Bir kimse benim belâma sabrederse, benden râzı olmuş olur, yâni rubûbiyyetimi tasdîk etmiş olur. (Hadîs-i kudsî-Dıyâ-ül-külûb)
O (hazret-i Muhammed) olmasaydı, Allahü teâlâ mahlûkları elbette yaratmazdı ve rubûbiyyetini belli etmezdi. (Hadîs-i kudsî-Mektûbât-ı Rabbânî)

RÛH:
1. Can; bedene hayâtiyet (canlılık) veren kuvvet.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Yâ Muhammed! Sana rûhtan soruyorlar. De ki: Rûh, Rabbimin emrindendir (O'nun yarattığı varlıklardan biridir . Bu husûsta) size, az bir ilimden başkası verilmemiştir. (İsrâ sûresi: 85)
Şehîdlerin rûhları, arş-ı ilâhîdedir. İstedikleri zaman Cennet'in diledikleri yerlerine gidip, tekrar kendi makamlarına dönerler. (Hadîs-i şerîf-Dürret-ül-Fâhire)
Dînimiz, rûhun ne olduğunu anlatmağı men (yasak) etmektedir. Bunun için İslâm âlimlerinden çoğu, rûhun ne olduğunu konuşmaktan kaçınmışlardır. Kur'ân-ı kerîmden anlaşılıyor ki: Rûhun yalnız hakîkatini, ne olduğunu konuşmak yasaktır. Yoksa hassalarını , özelliklerini anlatmak yasak değildir. (Ali bin Emrullah)
Rûhun nasıl olduğunu dînimiz açıkça bildirmedi. Rûh madde değildir. Sıfat da değildir. İnsan öldükten sonra rûhu yok olmaz. İdrâk etmesi ve anlaması vardır. Şakî olanların yâni kâfirlerin ve fâsıkların (açıktan büyük günâh işleyenlerin) rûhları azâbd adır. Saîdlerin, yâni mü'minlerin, sâlihlerin (iyi kimselerin) rûhları, nîmetler ve lezzetler içindedir. (İmâm-ı Gazâlî)
İnsan ölünce, cesed çürüyünce, rûh yok olmaz. Ölmek, rûhun bedenden ayrılması demektir. Rûh, bedenden ayrılınca, maddî olmayan âleme karışır. (Ali bin Emrullah)
Peygamberler, öldükten sonra da peygamberdirler. Çünkü, peygamber olan ve îmân sâhibi olan rûhtur. İnsan ölünce, rûhunda bir değişiklik olmaz. İnsan, beden demek değildir. İnsan, rûh demektir. Beden, rûhun konak yeridir. (İmâm-ı Abdullah Nesefî)
Peygamberlerin rûhları, göklerde ve diledikleri yerlerde ve kabirlerinde görünür. Kabirlerinde her ân bulunmadıkları gibi, büsbütün ayrı da kalmazlar. Kabirleri ile ilişkileri ve o toprağa ayrı bir bağlılıkları vardır. Bunun nasıl olduğu bilinemez. H er müslümanın rûhu ile kabri arasında, devâmlı bir bağlılık vardır. Kendilerini ziyâret edenleri anlarlar, selâmlarına cevâb verirler. (Ali bin İsmâil)
Resûlullah efendimize, vefâtından sonra da, mübârek rûhuna bağlanmak, elbet daha faydalı, hattâ lâzım ve vâcibdir. Fakat O'nun mübârek rûhuna bağlanmak, yâni inanmak ve sevmek, böylece mübârek kalbinden fışkıran feyzlere, (bereketlere) kavuşmak için; O'nu tanımak, îtikâdı (inancı) doğru olmak, bid'atlerden (dinde olmayıp, sonradan ortaya çıkan şeylerden) sakınmak ve İslâm dînine uymak lâzımdır. (S. Abdülhakîm-i Arvâsî)
Rûhun lezzetlerinin en tatlısı, en yükseği; âhirette, Allahü teâlâyı görmek olacaktır. (Ali bin Emrullah)
İslâm âlimleri, kalb, rûh mütehassısları olup, herkesin istidâdına (kâbiliyetine) uygun rûh ilâclarını, hadîs-i şerîflerden seçerek söylemişler ve yazmışlardır. Peygamber efendimiz, dünyâ eczâhânesine yüz binlerce ilâc hazırlayan baş tabib olup, evli yâ ve âlimler de, bu hazır ilâçları, hastaların derdlerine göre dağıtan, emrindeki yardımcı tabîbler gibidir. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
Allah adamları, kalb hastalıklarının tabîbleridir. Bâtın (iç, gizli, mânevî) hastalıklarının giderilmesi, bu büyüklerin tedâvîsi ile olur. Bunların sözleri, rûh ilâçlarıdır. Bakışları şifâdır. Onlarla berâber bulunanlar kötü olmaz. (Ahmed Fârûkî)
2. Bir şeyin özü, cevheri, hakîkati.
3. Emr âleminin beş latîfesinden biri.
Bizim seçtiğimiz yolda (müceddidiyye yolunda) ilerlemeye kalbden başlanır. Kalb madde değildir. Maddesiz, ölçüsüz olan âlem-i emrdendir. Bu yolda kalbi geçtikten sonra, kalbin üstünde olan rûh mertebesinde, sonra sırasıyla sır, hafî ve ahfâ latîfeler inde ilerlenir ve herbirine mahsus mânevî ilimlere kavuşulur. (Ahmed Fârûkî)

Rûh-ul-Emîn:
Dört büyük melekten Cebrâil aleyhisselâm. (Bkz. Cebrâil Aleyhisselâm)
Rûh-ul-emîn'in vazîfesi, peygamberlere vahiy getirmektir. O değişik şekillere girebilmekte idi. Nitekim, Peygamber efendimize değişik şekillerde görünmüştür. Ekseriyâ, Eshâb-ı kirâmdan (Resûlullah efendimizin arkadaşlarından) Dıhye-i Kelbî'nin sûreti nde gelirdi. Aslî şekliyle görünmesi ise, biri ilk vahiy getirdiği Hira dağında ve diğeri Mî'râc esnâsında olmuştur. Her sene bir kere gelip, o âna kadar inmiş olan Kur'ân-ı kerîmi, Levh-i mahfûz'daki (Allahü teâlânın, ezelde takdîr ettiği şeylerin yazıldığı yerdeki) sırasına göre okur, Peygamber efendimiz de dinler ve tekrar ederdi. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Rûh-ul-Kuds:
1. Cebrâil aleyhisselâm.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Meryem oğlu Îsâ'ya da beyyineler (çok açık deliller ve mûcizeler) verdik ve onu Rûh-ül-kuds ile takviye ettik, kuvvetlendirdik. (Bekara sûresi: 87, 253)
De ki; onu (Kur'ân-ı kerîmi) îmân edenlere tam bir sebat vermek, müslümanlara bir hidâyet ve bir müjde olmak için Rabbinden hak olarak Rûh-ül-kuds indirmiştir. (Nahl sûresi: 102)
Rûh-ül-kuds kalbime şöyle ilkâ etti (bildirdi ki) : "Allah'tan başka kimi seversen sev, mutlaka ondan ayrılacaksın. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
2. Allahü teâlânın Îsâ aleyhisselâma ihsân ettiği kudret, kuvvet.
Îsâ aleyhisselâmdan sonra Îsevîler bozuldular. Doğru yoldan uzaklaştılar. Îsâ aleyhisselâmın uydurma resim ve heykellerini yaptılar. Haç işâretlerini kabûl ettiler ve bunu bir sembol edindiler. Îsâ aleyhisselâmı Allah'ın oğlu kabûl ettiler. Hâlbuki Î sâ aleyhisselâm onlara kat'iyyen böyle bir şey söylememiş, onlara ancak Rûh-ul-kuds'ten bahs etmiştir. (Herkese Lâzım Olan Îmân)
3. Hıristiyanlıktaki teslis (üçlü tanrı) inancında, baba-oğul unsurlarından türeyen üçüncü unsur.
Hıristiyanlar hem Allah'a hem de O'nun oğlu kabûl ettikleri Îsâ'ya (aleyhisselâm) bir de Rûh-ul-kudse inanmak zorunda kalınca, bütün hak dinlerin esâsı olan Allahü teâlâ birdir ve değişmez yaratıcıdır inancından uzaklaşarak üç tanrıya birden tapmak d urumuna düştüler. Bu inanışa teslis adı verilir. (Harputlu İshâk Efendi)
Îsâ aleyhisselâmın hak dîni kendisinden sonra düşmanları tarafından sinsice değiştirildi. Bolüs (Pavlos) adındaki bir yahûdî, Îsâ aleyhisselâma inandığını söyleyerek ve Îsevîliği yaymaya çalışıyor görünerek Allahü teâlânın indirdiği İncîl'i yok etti. Daha sonra Îsevîliğe teslis (üçlü tanrı) fikri sokuldu. Baba-Oğul-Rûh-ül-kuds diye akıl ve mantığın kabûl edemeyeceği bir inanış sistemi kuruldu. (Harputlu İshâk Efendi)
4. İsm-i âzam.
Bâzı âlimler Rûh-ul-kudsten maksad, İsm-i âzam duâsıdır. "Îsâ aleyhisselâm ölüleri bu duâyı okuyarak diriltir, birçok mûcizeleri, bunu söyleyerek gösterirdi" demişlerdir. (Fahreddîn-i Râzî)
5. İncîl.
Bâzı âlimler de Rûh-ul-kudsten maksad İncîl'dir demişlerdir. Şûrâ sûresi 52. âyet-i kerîmesinde; "Sana nezdimizden bir rûh vahy ettik" buyrulmuştur. (Fahreddîn-i Râzî)
6. Allahü teâlânın hayat verici, koruyucu mânâsına gelen sıfatları.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem İslâm şâirlerinden birkaçına kâfirleri kötülemelerini emir buyurdu. O şâirlerden biri Resûlullah'ın önünde minbere çıktı. Herkese karşı kâfirleri kötüleyen şiirleri okudu. O server aleyhissalâtü vesselâ m; "Bu, kâfirlerin kötülüğünü açığa vurdukça, Rûh-ul-kuds bununla berâberdir" buyurdu. (İmâm-ı Rabbânî)
Rûhlar Âlemi: Maddî olmayan âlem. (Bkz. Âlem)
Hızır aleyhisselâm, rûhânî olarak dedi ki: "Biz, rûhlar âlemindeniz. Allahü teâlâ, bizim rûhlarımıza öyle kuvvet vermiştir ki, insan şeklini alırız. İnsanların yaptığı işleri, bizim rûhlarımız da yapar. İnsanların yaptığı gibi, yürür, durur ve ibâdet ederiz. (İmâm-ı Rabbânî)

RÛHÂNİYÂN:
Rahmet meleklerine verilen isim.
Mukarrebûn (huzûr-i ilâhîde bulunan melekler), Kerûbiyân (azâb meleklerinin büyükleri) ve Rûhâniyân meleklerinin hepsi, diğer meleklerin havâssı yâni üstünleridir. Bunlar, peygamberlerden başka, bütün insanlardan daha üstündür. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

RÛHÂNİYYET:
Rûhla ilgili haller.
Hadîs-i şerîfte; "Kavmi arasında bir âlim, ümmeti arasında peygamber gibidir" buyruldu. Kalbin, feyz ve mârifetlere (mânevî ilimlere) kavuşmasında; Allah adamının (Allahü teâlânın beğendiği, sevdiği ve seçtiği kulların) diri ve ölü olması arasında hi ç fark yoktur. Onun kemâlâtı (üstünlükleri), rûhâniyyetinden hiç ayrılmaz. Rûhâniyyet de, zamâna ve mekâna, ölülüğe ve diriliğe bağlı değildir. (İmâm-ı Gazâlî)
Evliyâ kabrini ziyâret eden, onun rûhâniyetinden istifâde eder. (Ahmed Hamevî)

RUHBÂN:
Evlenmeden bekâr yaşamayı tercih eden, dünyâdan yüz çevirip, insanlardan uzak yaşayan kimseler, râhibler. Hıristiyanlıkta sâdece ibâdetle meşgûl olan din adamları sınıfına verilen ad. Hıristiyan din adamları evlenmedikleri ve insanlardan uzak yaşadık ları için bu ad verilmiştir.
İnsanların îmân edenlere düşmanlık bakımından en şiddetlisi, andolsun ki, yahûdîlerle Allah'a eş koşanları bulacaksın. Onların îmân edenlere sevgisi bakımından daha yakınını da andolsun "Biz nasrânîleriz" diyenleri bulacaksın. Bunun sebebi şudur: Çünkü onların içinde keşişler (ilim ve ibâdetle meşgûl olanlar) ve ruhbanlar vardır. Şüphe yok ki onlar (hakkı îtirâf husûsunda o derece) büyüklenmek istemezler. (Mâide sûresi: 82)
İslâmiyet'te ruhbanlık yoktur. (Hadîs-i şerîf-Menâhic-ül-İbâd)
Papaslar herkese ruhbanlığı emrettiğinden, bunu önlemek için Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem Eshâbının (Peygamber efendimizin arkadaşları) bekâr yaşamasını yasak etti. Bir hadîs-i şerîfte; (Nikâh yapmak benim sünnetimdir. Sünnetimi yapmıyan kimse benden değildir" buyurdu. Allahü teâlânın yolunda yalnız ruhbanlıkla yürünebilir düşüncesini gönüllerden çıkardı. (Saîdeddîn Fergânî)

RUHSAT:
İslâmiyet'in, meşakkat ve zarûret gibi sebeblere bağlı olarak, ibâdetlerde ve diğer işlerde tanıdığı izin ve kolaylık; azîmetin zıttı.
Allahü teâlâ, azîmetle iş yapmayı sevdiği gibi, ruhsatla yapmayı da sever. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât)
İslâmiyet'te bir işin yapılması için iki yol vardır. Bunlardan biri ruhsat, diğeri azîmet yoludur. Kuvvetli, hâli elverişli olanın, azîmet ile amel etmesi efdaldir, daha iyidir. Güç olan işi yapmak nefse ağır gelir. Nefsi daha çok ezer, zayıflatır. İbâdetler nefsi zayıflatmak için, kırmak için emrolundu. Çünkü nefs, insanın ve Allahü teâlânın düşmanıdır. Onu zayıflatarak azmasını önlemek lâzımdır. Fakat büsbütün öldürülmez. Çünkü bedenin hizmetçisidir. Ahmak ve câhil hizmetçidir. Zayıf, hasta, sıkışık halde olan kimsenin, ibâdetlerini işlerini terk etmemesi, ruhsat yolu ile yapması lâzımdır. (Abdülhakîm Arvâsî)
Ruhsatın sebebleri çoktur. Normal şartlar altında murdar eti (leş) yemek harâmdır. Fakat açlıktan ölüm ile karşı karşıya gelen kimsenin, ölmeyecek kadar murdar eti yemesi mubâhtır, buna izin verilmiştir. Bu bir ruhsattır. Bâzan zarûret ve meşakkat za mânında bile olsa, ruhsatı değil, güç ve zor olanı yapmak olan azîmeti yapmak daha iyidir. Meselâ, ölüm ile korkutulan kimsenin, îmânını gizlemesi ruhsat olduğu hâlde, gizlememesi azîmettir. Bâzan da ruhsatı yapmak daha iyi olur. Yolcunun oruç tutmaması böyledir. Yolcu, orucu tutarak hastalanır ölürse, günâha girer. (Serahsî, Abdülhakîm Arvâsî)

RÛHULLAH:
Îsâ aleyhisselâmın lakablarından (isimlerinden).
Muhammed aleyhisselâm Habîbullah (Allahü teâlânın sevgilisi)dir; İbrâhim aleyhisselâm Halîlullah (Allahü teâlânın dostu)dır. Mûsâ aleyhisselâm kelîmullah (Allahü teâlâ ile konuşan)dır, Îsâ aleyhisselâm ise Rûhullahtır. (Ahmed Cevdet Paşa)
Kıyâmet (yeniden diriliş) gününde hiçbir şeyin tâkât getiremiyeceği, Allahü teâlânın azâbından başlar eğilir. Bütün halk (mahlûkât, yaratılmışlar) sıkıntı ve dehşet içinde şaşkın kalıp şefkat ararlar. İnsanlar Âdem aleyhisselâma, Nûh aleyhisselâma, İ brâhim aleyhisselâma gelip şefâat dilerler. Daha sonra da Îsâ aleyhisselâma gelerek; "Sen Rûhullah ve Allahü teâlânın kelîmesisin. Bize Rabbinin nezdinde şefâat eyle" derler. Îsâ aleyhisselâm onlara peygamberlerin en üstünü ve sonuncusu Muhammed aleyhisselâma gidiniz der. (İmâm-ı Gazâlî)

RUKBÎ:
İki kişinin karşılıklı olarak, öldükten sonra sâhib olmaları şartıyla birinin malını diğerine bağışlaması yâni sen ölürsen evin benim olsun, ben ölürsem evim senin olsun şeklindeki hibe.
Rukbî hibe, tarafeynin (İmâm-ı a'zam ve İmâm-ı Muhammed'in (r.aleyhim)) ictihâdına göre bâtıldır (hükümsüzdür). Her biri ötekinin ölümünü beklemektedir. Mülk edinmeyi tehlike ve zarara ta'lik etmek (bağlamak) sahîh (doğru) değildir. (Abdullah-ı Mûsulî)

RUKYE:
Şifâ âyetleri ve duâlarını yazmak, okuyup hasta üzerine üflemek. Mıska.
Üç şart bulununca, rukye câiz olur. Âyet-i kerîme ile veya Allahü teâlânın isimleri ile olmalıdır. Arab dili ile veya mânâsı anlaşılan lisan ile olmalıdır. Rukyenin Allahü teâlâ dilerse te'sir edeceğine, te'sirini, ilâç gibi, Allahü teâlânın verdiğin e inanmaktır. (İmâm-ı Kastalânî)
Kur'ân-ı kerîm ve duâ ile rukye yapmak ve kullanmak câiz olup insanı korurlar. Kur'ân-ı kerîm, maddî ve mânevî her derde şifâdır ve her harfi mübârektir ve muhteremdir. (İbn-i Âbidîn)

RÛM SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin otuzuncu sûresi.
Rûm sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Altmış âyet-i kerîmedir. İranlılarla yapılan savaşta mağlub olan Rumların, sonra gâlip gelecekleri anlatıldığından, Sûret-ür-Rûm denilmiştir. Sûrede; Allahü teâlânın sıfatlarının bir kısmı, müslümanların İslâm d înine sarılmaları ve kavuşacakları maddî mânevî feyzler (nîmetler, yardımlar, mânevî ilimler) bildirilmektedir.
Allahü teâlâ Rûm sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Akşam ve sabah vakitlerinde Allah'ı tesbih edin. Göklerde ve yeryüzünde olanların yaptıkları ve ikindi ve öğle vakitlerinde yapılan hamdler (övgü ve senâlar) Allahü teâlâ içindir. (Âyet: 17,18)
Kim Rûm sûresini okursa, semâda ve yerde Allahü teâlâyı tesbih eden meleklerin adedinin on katı sevâb kazanır, gece ve gündüzünde kaybettiğine kavuşur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

RÛMÂN:
Ölü, kabre konduğu zaman, kendisine gelen melek.
İbn-i Mes'ûd'dan (r.anh) rivâyet olundu ki: Yâ Resûlallah! Ölü kabre konduğu vakit ilk karşılaşacağı şey nedir diye soruldu. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Ey İbn-i Mes'ûd! Bunu bana senden başka kimse sormadı. Ancak sen sordun. Ölü kabre konulduğu vakit, önce bir melek seslenir. O meleğin ismi Rûmân'dır. Kabirlerin arasına girer. Der ki: "Yâ Abdellâh (Ey Allah'ın kulu) ! Amelini yaz! O kimse der ki: "Benim burada ne kâğıdım, ne kalemim var. Ne yazayım?" O melek der ki: "Bu sözün kabûl edilmez. Senin kefenin kâğıdındır. Tükrüğün mürekkebindir. Parmakların kalemindir." Melek, kefeninden bir parça kesip verir. O kul, dünyâda her ne kadar yazı yazmak bilmese de, orada sevâbını ve günâhını âdetâ o bir günde işlemiş gibi yazar. Bundan sonra, melek o yazdığı kefen parçasını dürer. O ölünün boynuna asar." Bunları buyurduktan sonra Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz; "Her insanın yaptığı işleri gösteren sahîfelerini boynunda kıldık" meâlindeki İsrâ sûresinin on üçüncü âyet-i kerîmesini okudular.

RÛZ-İ CEZÂ:
İnsanların diriltilip, hesâba çekilerek amellerinin karşılığının verileceği gün; mahşer günü, kıyâmet günü. (Bkz. Mahşer)

RÛZ-İ MAHŞER:
Mahşer günü, kıyâmet koptuktan sonra insanların diriltilip hesâb için toplandıkları gün, kıyâmet günü. (Bkz. Mahşer)
Rûz-ı mahşerde insanlar mahşer yerinde toplanınca, hesaplarının bir an önce görülmesi için, bütün peygamberlerden kendilerine şefâat (yardım) etmelerini isterler. Her peygamber bir özür, bahâne ileri sürerek diğerine havâle eder. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâma gelinceye kadar böyle devâm eder. Peygamber efendimiz; "Ben herkesten önce şefâat ederim ve herkesten önce benim şefâatim kabûl olur" buyurur. (İmâm-ı Gazâlî)
İnsanlar rûz-i mahşerde, dünyâdaki işlerine göre haşr olunurlar. Bu zamanda mahlûkât, birbirine karmakarışık olur. İzdihâmın (kalabalığın) çokluğundan birbirlerinin ayaklarına basarlar. Herkes günâhına göre ter içerisinde kalır. Bâzısı kulaklarına, b âzısı boğazına, bâzısı göğsüne, bâzısı omuzlarına ve bâzısı dizlerine kadar hamamdaki gibi bir ter içinde bulunur. (İmâm-ı Gazâlî)

RÜCÛ':
1. Dönme, yönelme.
Tövbe ederek, Allahü teâlâya rücû etmek, O'nun rızâsını kazanma yolunun başlangıcıdır. Hiçbir insan, tövbenin dışında kalmaz. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Tasavvufta en yüksek mertebeye ulaşmış olan bir velînin tekrar geri insanlar arasına dönmesi.
Rücû' sâhibi kendi isteği ile inmez. Hak celle ve alânın murâdıyla (dilemesi ile) inmiştir. (Abdülhakîm bin Mustafâ)

RÜKN:
1.Bir şeyin bir parçasını veya bütününü meydana getiren şey.
İnanılacak şeyleri kalb ile tasdîk (kabûl) îmânın aslî (temel) rüknüdür. Kalb ile tasdîk olmazsa îmân olmaz. Tehdîd altında bulunanın dil ile îmânını söylememesi onun îmânına zarar vermez. Çünkü dil ile ikrâr (söyleme) îmânın aslî rüknü değildir. (Teftâzânî, Mâtürîdî)
2. Namazın içindeki farz.
Namazın beş rüknünden birincisi kıyâm (ayakta durmak)dır. İkincisi kırâet (Fâtiha ve namaz sûrelerini okumak)tir. Üçüncüsü, rükû (sûreden sonra, Allahü ekber diyerek eğilmek)dur. Dördüncüsü secde (alnı ve ayak parmaklarını yere koymak)dir. Beşincisi, ka'de-i âhire (son rek'atte, ettehiyyâtüyü okuyacak kadar oturmak)dir. Her kim bu beş rüknden birini terk ederse, namazı bozulur. Namazın dışındaki farzlardan olan iftitah tekbîrini (başlama tekbîrini) namazın içindeki farzlardan yâni rükünlerinden sayan âlimler de vardır. Buna göre namazın rükünleri altı olmaktadır. (İbn-i Âbidîn)
Birini vekil yapmanın rüknü; îcâb ve kabûldür yâni, taraflardan birinin "Seni vekil yaptım" diğerinin ise "Kabûl ettim" demesidir. (Mecelle)
3.Kâbe'nin dört köşesinden her birine verilen isim.
Kâbe'nin, Şam'a karşı olan köşesine Rükn-i Şâmî, Bağdâd'a karşı olana Rükn-i Irâkî, Yemen tarafında olana Rükn-i Yemânî, dördüncü köşeye de Rükn-i Hacer-ül-esved adı verilir. (Eyyûb Sabri Paşa)

Rükn-i Hacer-ül-Esved:
Kâbe'de Hacer-ül-esved'in bulunduğu köşe.
Tavâfa (Kâbe'nin etrâfında dönmeye), Rükn-i Hacer-ül-esved'den başlamak ve burada bitirmek, haccın sünnetlerindendir. (İbn-i Âbidîn)
Resûlullah efendimiz, Rükn-i Hacer-ül-esved ile Rükn-i Yemânî'nin karşısına geldiği vakit, her tavâfta (her dönüşte), istilâm yapmayı (bu köşeleri selâmlamayı) terk etmez; onlardan başka rükünlerde de istilâm yapmazdı. (Abdullah bin Ömer)

Rükn-i Irâkî:
Kâbe'nin Bağdâd'a karşı olan köşesi.

Rükn-i Şâmî:
Kâbe'nin Şam'a karşı olan köşesi.

Rükn-i Yemânî:
Kâbe'nin Yemen tarafında olan köşesi.
Rükn-i Yemânî'den geçerken, mutlaka Cebrâil'in, onun üzerinde durduğunu ve istilâmda (selâmda) bulunanlar için af dilediğini görürüm. (Hadîs-i şerîf-Ahbâru Mekke)
Peygamber efendimiz, Rükn-i Yemânî'de istilâm yapar (bu rüknü selâmlar) ve yüzünü de onun üzerine sürerdi. (Mücâhid)
Abdullah bin Ömer'e; "Rükn-i Hacer-ül-esved ile Rükn-i Yemânî karşısında istilâm yapmasında (bu rüknleri selâmlamasında) bu kadar gayret göstermesinin sebebi soruldukta; "Ben, Resûlullah efendimizin; "Bu iki rükün karşısında istilâm yapmak, hatâları siler" buyurduğunu duydum" dedi. (Ahbâru Mekke-Azrakî)
Saîd bin Müseyyeb'den rivâyet edildiğine göre, Peygamber efendimiz, Rükn-i Yemânî'nin önünden geçerken, şu duâyı yapardı: "Ey Allah'ım! Küfürden, zilletten, fakirlikten, dünyâ ve âhirette îtibâr kaybettirecek yerlerde durmaktan sana sığınırım. Ey bizim Rabbimiz! Sen bize dünyâda da, âhirette de nîmet ver ve bizi Cehennem azâbından koru!" (Ahbâru Mekke-Azrâkî)

RÜKÛ':
Namazın içindeki farzlarından biri. Namazda kıyamdan (ayakta durduktan sonra) elleri dizlere koyup eğilme.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Namazları kılınız ve zekât veriniz ve rükû' edenlerle birlikte rükû' ediniz. (Bekara sûresi: 43)
Sizlerden biriniz, namaz kılarken, rükû'dan sonra tamam kalkıp, dik durmadıkça ve ayakta her âzâ yerine yerleşip durmadıkça namazı tamam olmaz. (Hadîs-i şerîf-El-Mukaddimet-ül-Gazneviyye)
Allahü teâlâdan başkası için rükû' ve secde yapmak haramdır. (Muhammed Hâdimî)
Rükû'da erkekler parmaklarını açıp, dizlerinin üstüne koyar. Sırt ve baş düz tutulur. Rükû'da en az üç kere "Sübhâne rabbiyel azîm" der. Kollar ve bacaklar dik tutulur. Kadınlar parmaklarını açmaz, sırtını ve başını, bacaklarını, kollarını dik tutmaz . (Halebî)

RÜSÛM:
Resmler, âdetler. Bir cemâatin veya bir milletin müşterek düşüncesinden doğan âdetler, alışılagelen, yapılagelen şeyler.
Kâfirlerin rüsûmlarını yapan bir kimsede zerre kadar îmân varsa, Cehennem azâbına girecek ise de burada sonsuz kalmayacaktır. (İbn-i Âbidîn)

RÜŞD:
1.Hak, doğru yol. Allahü teâlânın birliği (tevhid) inancı.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Cinlerden bir topluluk) dediler ki:Biz, rüşde ulaştıran benzeri görülmemiş bir Kur'ân dinledik. Biz de O'na îmân ettik. Bundan sonra Rabbimize aslâ hiçbir şeyi ortak koşmayacağız." (Cin sûresi: 1,2)
2. Aklın kuvvetli ve tamam olması. Malını dînin ve aklın beğendiği yere sarf etmek, boş yere harcamamak, telef etmemek.
Çocuk âkıl-bâliğ olunca yâni iyiyi kötüden ayırabilme ve evlenecek, erginlik çağına gelince, malını kullanmaya hak kazanır. Rüşdü görülmezse, malı yirmi beş yaşına kadar kendisine teslim edilmez. İki imâma (İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed'e) ve d iğer üç mezhebe (Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî) göre, rüşdü görülmedikçe ihtiyarlasa dahi malı kendisine verilmez. Onun malından hâkimin izin verdiği kimse tasarruf eder, kullanır. (İbn-i Âbidîn)

RÜŞVET:
Haksız yere para, mal v.s. almak veya vermek.
Rüşvet alana, verene ve bunlar arasında rüşvete vâsıta olana da Allahü teâlâ lânet etsin. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Resûlullah efendimiz kıyâmet alâmetlerini sayarken buyurdu ki: Hâkimler rüşvet alarak haksız karar verir. Adam öldürmek çoğalır. Gençler, ana babalarını, hısım akrabâsını aramaz, saymaz olur. Kur'ân-ı kerîm mizmârdan, yâni çalgı âletlerinden okunur. Tecvîd ile, güzel okuyanları, şerîate uyan hâfızları dinlemeyip mûsikî ile şarkı gibi okuyanları dinlerler. (Hadîs-i şerîf-Tergîb-üs-Salât)
Rüşvet alan da, rüşvet veren de Cehennemdedir. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Şirk, zulüm, fâiz ve rüşvet habistir. İnsanın iğrendiği, pis dediği her şey habistir. (Hâdimî)
Hiç kimsenin dînine, malına, canına, şerefine, nâmusuna saldırmamalı, herkese borcunu ödemelidir. Rüşvet almak ve vermek harâmdır. Yalnız zâlimin zulmünden kurtulmak için ve ikrâh edilince vermek rüşvet olmaz. Fakat bunu da almak harâm olur. (M.Sıddîk bin Saîd)
Gasb edilen, yâni zulüm ile, zor ile alınan ve sirkat edilen, yâni çalınan ve fâiz, rüşvet, kumar ile alınan ve çalgı çalmak, şarkı söylemek ücreti ve alkollü içki satışı bedeli olarak alınan ve fâsid akidle, sözleşme ile alınan mallara mal-i habîs d enir. (Abdülganî Nablüsî)

RÜYÂ:
Düş. İnsanın kalbinin ve duyu organlarının dünyâ işleriyle olan meşgûliyetinin kısmen kesildiği, uyku, bayılma ve istiğrak (mânevî coşkunlukla kendinden geçme) gibi hallerde gördüğü şeyler.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey İbrâhim! Gerçekten rüyâna sadâkat gösterdin. (Sâffât sûresi: 105)
En doğru rüyâ, seher vakti görülendir. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)
Sâlih rüyâ Allah'tan, karışık olan da şeytandandır. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Bir kimse, rüyâda beni görmüşse, muhakkak beni görmüştür. Çünkü şeytan benim şeklime giremez. Kim, Ebû Bekr-i Sıddîk'ı görürse, muhakkak onu görmüştür. Çünkü şeytan onun sûretine de giremez. (Hadîs-i şerîf-Deylemî)
Rüyâ üç çeşittir:
1) İnsanın günlük işlerinin bilhassa arzu edip de kavuşamadığı bâzı isteklerinin uykuda ortaya çıkması ile gördüğü rüyâlar. Psikoloji ilminde konu edilen rüyâlar bu çeşittir.
2) Şeytanın insanı korkutmak, üzmek veya onunla oynamak için hayâline getirdiği şeyler, gösterdiği rüyâlar. Bu çeşit rüyâlar kötü ve karışık olup, guslü îcâb ettiren ihtilâm hâli, şeytanın insanla oynaması ve aldatması neticesinde meydana gelir.
3) Allahü teâlânın, ihsân olarak, sevdiği kullarına gâibden (gizli olan şeylerden) gösterdiği mânevî zevk veren rüyâlardır. Bu çeşit rüyâlara rüyâ-ı sâliha (iyi rüyâ) veya rüyâ-i sâdıka (doğru rüyâ) denir. Peygamberlerin ve Peygamber efendimizin ve e vliyânın, sâlihlerin rüyâları böyledir. (İmâm-ı Gazâlî)

RÜ'YET:
Görmek.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin yolunda, tam izinde giden büyüklere rü'yet devletinden bu dünyâda büyük pay namazda olmaktadır. Bu dünyâda Allahü teâlâyı görmek mümkün değildir. Dünyâ buna elverişli değildir. Fakat O'na tâbi olan büyüklere n amaz kılarken rü'yetten bir şeyler nasîb olmaktadır. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem mi'râc gecesi (Receb-i şerîfin yirmi yedinci kandil gecesi) dünyâdan çıkıp âhirete gitti. Cennet'e girdi ve Allahü teâlâyı rü'yet devleti ile şereflendi. (İmâm-ı Gazâlî)
Rü'yet, Cennet ehlinin cümlesi içindir, bâzısının görmesi, bâzısının görmemesi hakkında bir söz bildirilmemiştir. (İmâm-ı Rabbânî)

Rü'yet-i Hilâl:
Hilâl (yeni ayın) görülmesi. Kamerî ayların başında ve sonunda hilâlin görülerek ayın başının ve sonunun anlaşılması.
Ramazân-ı şerîfin birinci gününü anlamakta takvimlere güvenilmemelidir. Çünkü oruç, gökte yeni ayı görmekle farz olur. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Hilâli görünce oruca başlayınız!" buyurdu. Hâlbuki hilâlin doğması, görmekle değil hesâ bladır ve hesâb sahîh (doğru) olup, hilâl, hesâbın bildirdiği gecede doğar. Fakat o gece rü'yet-i hilâl gerçekleşmeyip bir gece sonra görülebilir ve oruca, takvimle, hesapla değil, hilâli görmekle başlamalıdır. (İbn-i Âbidîn)
Hilâlin doğduğu geceden önceki gecelerde, hiçbir yerde rü'yet-i hilâl gerçekleşemeyeceği için, Ramazân-ı şerîf, hesâbla bulunan günden önce başlayamaz. O gün veya bir gün sonra başlar. O halde oruca takvimle, hesabla değil rü'yet-i hilâlle başlamalıd ır. (İbn-i Âbidîn)

Rü'yet-i Taksîr:
Kendini günâhkâr ve kabahatli, kusurlu görmek, kendini suçlamak.
Namaz içinde uyulması gereken şartlar; ihlâs (amelinde samîmi olmak), tefekkür, havf (Allahü azîm-üş-şândan korkmak), recâ (Allahü azîm-üş-şânın rahmetini ummak), rü'yet-i taksîr ve mücâhede (nefs ve şeytanla mücâdele)dir. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
S - 1

SÂ':
Hanefî mezhebinde 3500 gr'lık veya 4.2 litrelik ölçü birimi. Bu miktar diğer mezheblerde farklıdır.
Abdestte ve gusülde, lüzûmundan fazla su kullanmak isrâf olup, haramdır. Sekiz rıtl su ile sünnete uygun gusledilebilir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, bir müd su ile abdest alır, bir sâ' hacminde su ile guslederdi. (Halebî İbrâhim)

SÂAT:
1. Zaman birimi, altmış dakikalık zaman, bir günün yirmi dörtte biri.
Gecenin on iki kısmından bir kısmını (bir saat kadar) ihyâ etmek (ibâdetle geçirmek), bütün geceyi ihyâ etmek olur. Yaz ve kış geceleri için hep böyledir. (İmâm-ı Nevevî)
Fıkıh kitablarında saat demek, bir miktâr zaman demektir. (Mahmûd bin Muhammed Buhârî)
İkindi namazından sonra öyle bir saat vardır ki, o vakitte, amellerin en iyisine yapışmak gerektir. O saatte amellerin en iyisi muhâsebedir. Muhâsebe; gece ve gündüzün bütün saatleri içinde, insanın yaptıklarını gözden geçirmesi, ibâdet ve günâhtan p ayına düşenleri ayıklaması, iyiliklerine şükr, kötülüklerine tövbe, istiğfâr etmesidir. (Ali bin Hüseyin)
2. Kıyâmet.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Bilakis sâat onlara asıl vâd edilendir ve o sâat cidden çok zor ve acıdır. (Kamer sûresi: 46)
Sana sâatten onun ne zaman gelip çatacağından soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini O'ndan başkası açıklayamaz. O göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir. (A'râf sûresi: 187)

SABAH VAKTİ:
Fecr-i sâdık denilen beyazlığın doğuda görünen ufkun bir noktası üzerinde doğması ile başlayan vakit. İmsâk vakti.

SABÎ:
Bülûğ (ergenlik) çağına gelmemiş oğlan çocuğu. Kıza sabiyye denir.
Bütün insanlara kabir suâli vardır. Sabî iken ölene de cenâb-ı Hak cevab vermesini ilhâm edecektir (söyletecektir). (Ebû Bekr Sirâc)

SÂBİÎLER:
Aya ve yıldızlara tapan kimseler. El-Cezîre (Cizre) ve Harran civârında yaşayan bu kimseler, yahûdîlik, hıristiyanlık ve mecûsîlik gibi çeşitli dinlerden bâzı inanışları alarak bir din meydana getirmişlerdir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O îmân edenler, o yahûdîler, o sâbiîler, o nasrânîler, o mecûsîler, o (Allah'a) eş koşanlar (yok mu?) Allah kıyâmet günü (bütün) bunların aralarını mutlaka ayıracak (ilâhî hükmünü verecek) tır. Çünkü Allah her şeyi hakkıyla görüp bilendir. (Hac sûresi: 17)
Şüphe yok ki îmân edenlerle, yahûdî olanlardan, sâbiîlerden, masrânîlerden kim Allah'a ve âhiret gününe îmân edip de sâlih amelde bulunursa, artık onların üzerinde hiçbir korku yoktur. Onlar mahzûn da olacak değillerdir. (Mâide sûresi: 69)
Sâbiîler, yıldızların büyük rûhlarının olduğunu kabûl ederler. Hakîm, mukaddes, celâl ve azâmetine (büyüklüğüne) ulaşılması imkânsız, fakat rûhlar vâsıtası ile kendisine yaklaşılabilen bir yaratıcıya inanırlar. Rûhlar, cevher olarak cismânî (cisim ol an) maddelerden ve cismânî melekelerden münezzehtirler. Fiilde bunlar eşyâyı meydana getirir, yenileştirir ve bir hâlden diğer hâle değiştirirler. Yedi seyyârenin (gezegenin) idârecileri bunlardan olup seyyâreler onların mâbedleri gibidir. Seyyâreleri rûhlar hareket ettirirler. Dünyâ hâdiselerini, rüzgârları, fırtınaları, zelzeleleri onlar idâre eder ve her varlığa kuvvet ve kânunlarını onlar dağıtırlar. Domuzun, köpeğin, pençeli yırtıcı kuşların ve güvercinin etini yemezler, sünnet yaptırmazlar . Dînî merâsim dilleri Süryânîcedir. (Şehristânî)

SÂBİKÛN:
Asıl îtibâriyle peygamberler aleyhimüsselâm, onlara tâbi olmak bakımından Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn, peygamberlere vâris olmak bakımından müctehidler, müfessirler (tefsir âlimleri), muhaddisler (hadîs âlimleri) ve tasavvuf büyükleri.
Sâbikûn, her hallerinde Peygamber efendimize uymaları vâsıtasıyle, zâhirde ve bâtında en yüksek mertebeye ulaşmışlar, güzel ahlâk sâhibi olmuşlar, kavuştukları yüksek mertebeden dönüp, aşağı inmeye ve böylece insanları Allahü teâlânın beğendiği yola girmeye dâvet etmekle (çağırmakla) vazîfelendirilmişlerdir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Mü'minler sâbikûnun sırlarını anlayamaz. Kur'ân-ı kerîmde ayrı harflerle gösterilen işâretler, bunlara mahsûs sırlardır. Râhat ve rahmet, bunlar içindir. Kıyâmet gününün korkusundan emîn olanlar bunlardır. Kıyâmetin dehşetinden, başkaları gibi ürkmez ler. Kıyâmette bunlara husûsî muâmele yapılır. Kendilerine ayrıca ikrâm olunur. (Ahmed Fârûkî)

Sâbikûn-ı Evvelûn:
Dinlerini muhâfaza için yurtlarından ayrılan, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme son derece bağlılık gösteren muhâcirlerden, iki kıbleye karşı namaz kılmış olanlar veya Bedr gazvesinde (harbinde) bulunanlar veya Hudeybiye'de Bîat-ür-Rıdvân'da bu lunanlar veya hicretten evvel müslüman olanlar yâhut, Resûlullah'ı ilk tasdîk edenlerden olup, kendilerinden sonra insanların peşipeşine İslâm'a girdiği hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ali, hazret-i Zeyd bin Hârise, Osman bin Affân, Zübeyr bin Avvâm, Abdurrahmân bin Avf, Sa'd bin Ebî Vakkâs, Talhâ bin Ubeydullah (radıyallahü anhüm) ile Ensârdan (Medîneli müslümanlardan) birinci, ikinci ve üçüncü Akabe bîatlarında bulunanlar.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Muhâcirler ve Ensâr'dan olan Sâbikûn-ı evvelûn ve îmânda ve ihsânda bunların izinde gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır. Onlar da Allahü teâlâdan râzıdırlar. Allahü teâlâ onlar için altından ırmaklar akan cennetler hazırladı. Orada ebedî (sonsuz) olarak kalacaklardır. (Tevbe sûresi: 100)

SABR (Sabır):
Emirleri yapmakta, yasaklardan sakınmakta, başa gelen belâ ve musîbetlere tahammül etme, katlanma.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Peygamberlerden ülü'l-azm olanların sabr ettikleri gibi sen de sabr et! Onlara azab verilmesi için duâ etmekte acele eyleme. (Ahkâf sûresi: 35)
Rablerine sabah akşam duâ eden ve O'na kavuşmak istiyenlerle birlikte bulun ve sabr eyle. Onlardan başka bir yere bakma. (Kehf sûresi: 28)
Sabr eden zafere kavuşur. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Her kim sabr ederse, Allahü teâlâ o kimseye sabrın hakîkatini ihsân eder. Hiçbir kimseye sabırdan daha geniş ve daha hayırlı bir ihsân verilmemiştir. (Hadîs-i şerîf-Müsannef fil-Hadîs)
Sabrın başı acı, sonu bal gibi tatlıdır. (Fakîrullah)
Sabr dînin yarısıdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Sabrın alâmeti, şikâyeti terk, musîbet ve sıkıntıları gizlemektir. (Abdullah Harrâz)

Sabr-ı Cemîl:
Başa gelen belâ ve musîbetten dolayı feryad etmeden, insanlara şikâyette bulunmadan yapılan sabır, gösterilen tahammül.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Ya'kûb aleyhisselâm, oğullarına) dedi ki:Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp böyle (büyük) bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen sabr-ı cemîldir. Sizin bu yaptıklarınız üzerine sabrımla Allahü teâlâdan yardım isterim. (Yûsuf sûresi: 18)
Sabır, kazâya rızâ göstermekten dolayı değil de başka maksadlarla olursa, buna sabr-ı cemîl denmez. (İsmâil Hakkı Bursevî)

SABÛR (Es-Sabûr):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi vakti gelince ve belli miktarı ile yaratan, bu hususta acele etmeyen, kendisine şirk (ortak) koşan ve başka günâhları işleyerek isyân edenleri cezâlandırmaya kâdir (gücü yetici) iken, cezâ vermekte acele etmeyen.
Güneş doğduktan sonra yüz kere es-Sabûr ism-i şerîfini söyleyen kimse, belâlardan kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)

SÂCİD:
Secde eden. Namazda alnını ve burnunu yere koyarak secde eden. (Bkz. Secde)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
İblîsten başka bütün melekler secde ettiler, o (iblis) sâcidlerden olmadı. (A'râf sûresi: 11)

SAD SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin otuz sekizinci sûresi.
Sad sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Seksen sekiz âyet-i kerîmedir. Sad harfi ile başladığı için sûreye Sûret-üs-Sad denilmiştir. Sûrede; müşriklerin (puta tapanların) bozuk yolda oldukları, Nûh, Sâlih, Hûd, Şuayb, Dâvûd, Süleymân, Eyyûb, İbrâhim, İshak, Ya'kûb, İsmâil, İlyâs, Zülkifl ve Âdem aleyhimüsselâmın kıssaları, hak yolda peygamberlerin çektikleri eziyetler ve sonunda nusret-i ilâhiyyeye (Allahü teâlânın yardımına) kavuştukları bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Kurtubî)
Allahü teâlâ, Sad sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Habîbim) Kuvvet sâhibi Dâvûd'u an! O, her zaman Allah'a tövbe ederdi. (Âyet: 17)
Kim Sad sûresini okursa, Allahü teâlânın, Dâvûd aleyhisselâmın emrine verdiği dağların ağırlığının on katı sevâb verilir. Ve büyük küçük bütün günahlara ısrardan muhâfaza edilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

SADAKA:
1. Allahü teâlânın rızâsına niyet ederek ve karşılık beklemeden muhtâc olanlara, fakirlere, hibe edilen mal, para ve her türlü iyilikte, ihsânda bulunma.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Ey îmân edenler! Sadakalarınızı; insanlara gösteriş için malını harcayan, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan kimse gibi başa kakmak ve eziyet etmek sûretiyle boşa çıkarmayın... (Bekara sûresi: 264)
Akrabâya sadaka vermek, ecîr (sevâb) bakımından iki kattır. (Hadîs-i şerîf-Kenzül-Ummâl)
Yediğin şey sadakadır. Zevcene yedirdiğin şey, senin için sadakadır. Hizmetçine yedirdiğin şey, senin için sadakadır. Her iyilik sadakadır. (Hadîs-i şerîf-Dimyâtî)
Hoş (güzel) söz, bir sadakadır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Mü'min kardeşinin yüzüne tebessüm etmek sadakadır. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)
Sadaka; belâları önler, ömrü uzatır, bedene sıhhat verir, malı arttırır. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Ölüler için duâ ve istiğfâr ederek ve onlar için sadaka vererek, imdâdlarına yetişmek lâzımdır. (Ahmed Fârûkî)
Zekât borcu veya başka borcu olanın sadaka vermesi sevâb olmaz, günâh olur. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
2. Zekât.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Sadakalar; Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, miskinlere, (zekât toplayan) me'murlara, gönülleri (İslâm'a) ısındırılacak olanlara, (esirlik ve kölelikten kurtulmak isteyen esir ve) kölelere, (borcuna karşılık malı olmayan) borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihâd edenlere, (parasız kalmış) yolcuya mahsûstur. (Tevbe sûresi: 60)
Onların mallarından sadaka al ki, bununla onları (günahlarından) temizleyesin, onların (sevâblarını) artırıp yüceltesin. Ve onlara duâ et; çünkü senin duân, onlar için bir rahatlık ve huzûrdur (onların ızdırablarını yatıştırır) . Allah onların îtirâflarını (senin de duânı) işitici, kalblerindeki pişmanlığı bilicidir. (Tevbe sûresi: 103)
Sadaka vermekle mal azalmaz. Allahü teâlâ, affedenleri azîz eder. Allah rızâsı için affedeni, Allahü teâlâ yükseltir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
3. Ganîmet.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
(Ey Resûlüm!) Onlardan, sadakaların taksimi husûsunda seni ayıplıyanlar da vardır. Sadakalardan onlara da bir pay verilirse râzı olurlar, şâyet onlara sadakalardan verilmezse hemen kızarlar. (Tevbe sûresi: 58)

Sadaka-i Câriye:
Yapıldıktan sonra sevâbı devâm eden hayırlı, iyi işler. Devamlı hayra sebeb olan sadaka.
Bir mü'min vefât edince, bütün amelleri biter. Yalnız üç ameli bitmeyip, bunların sevâbı amel defterine yazılmaya devâm eder. Bu üç amel; sadaka-i câriye, faydalı ilim (kitabları) ve kendisine hayırlı duâ eden sâlih evlâddır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim ve Sahîh-i Buhârî)

Sadaka-i Fıtır:
İhtiyâcı olan eşyâdan ve borçlarından fazla olarak, nisâb yâni dinde zenginlik ölçüsü miktarında malı, parası bulunan her hür müslümanın, Ramazân bayramının birinci günü sabâhı, fakirlere vermekle yükümlü oldukları belli miktarlardaki buğday, arpa, h urma veya kuru üzüm yahut kıymetleri kadar altın veya gümüş. Fıtra da denir. (Bkz. Fıtra)
Allahü teâlâ, sadaka-i fıtr veren zenginlerinizi günâhlardan temizler (mallarına, işlerine bolluk ve bereket verir) . Sadaka-i fıtr veren fakirlerinize de, daha fazlasını verir. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Sadaka-i fıtr olarak 1750 gr. buğday veya buğday unu veya 3500 gr. arpa veya bu miktâr hurma veya kuru üzüm verilir.Bunların kendisi verilebildiği gibi, kıymeti kadar altın ve gümüş de verilebilir. (Kâşânî, İbn-i Âbidîn)
İslâmiyet'in vâcibleri yedidir. Sadaka-i fıtr, yakın akrabânın nafakası, vitr namazı, kurban kesmek, umre yapmak, anaya babaya hizmette bulunmak ve hanımının kocasına hizmeti. (Alâüddîn Haskefî)

SADÂKAT:
Dostluk; bir kimseye Allahü teâlâ için kalbden bağlılık; doğruluk. İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrâh, Doğruların yardımcısıdır hazret-i Allah.
(Ziyâ Paşa)

SÂDÂT:
1. Seyyidler. Hazret-i Hüseyin'in soyundan gelenler. (Bkz. Seyyid)
Sâdât'ın kıymetini bilmelidir. Çünkü onlar Resûlullah'ın torunları olup O'nun mübârek zerrelerini taşırlar. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Evliyânın büyüklerinden olan zâtlar.

SÂDIK:
1. Velî, Allahü teâlânın sevgili kulları.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey mü'minler! Allahü teâlâdan korkun ve dâimâ her zaman sâdıklar ile birlikte bulunun. (Tevbe sûresi: 120)
2. Doğru, yalan ve uydurma olmayan. Doğru sözlü, sözünde duran.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
"Bu (Allahü teâlânın Cennet'te cemâlini göstereceği) zaman sâdıka sıdkının fayda vereceği zamandır. (Mâide sûresi: 119) Sâdık dost ve hâlis kimyâ, Az bulunur, hiç arama.
(İmâm-ı Şâfiî)
Sâdık dost, arkadaşının hüzün ve sevinçte ortağı olandır. (İmâm-ı Şâfiî)
Sâdık öyle kimsedir ki, dili hak söz konuşur ve sevâb kazandıracak laf söyler. Sâdık, Allahü teâlânın kılıcıdır. Kılıca karşı kim durabilir. Kılıca karşı duran iki parça olur. (Zünnûn-i Mısrî)
Sâdık kul, amel etmeden, hâlis kul amel edince, amelin tadını alır. (Ebû Türâb Nahşebî)

SADİST:
Başkasına eziyet ve sıkıntı vermekten, sapık işleri yapmaktan zevk alan ruh hastası kimse.
Tıp ve fen fakültelerinde okuyup da, mahlûklardaki san'at inceliklerini, aralarındaki hesaplı bağlantıları gören ve anlayabilen aklı başında bir kimsenin, Allahü teâlânın varlığına, birliğine, büyüklüğüne, ilmine, kudretine inanmaması mümkün değildir . İnanmayanın, anormal, geri kafalı, câhil olması, yâhut inâdcı, şehvetlerine düşkün bir budala olması veya nefsinin esiri, işkence yapmaktan zevk alan, zâlim bir sadist olması lâzım gelir. Kâfirlerin hayat hikâyeleri incelenirse, bu üç kısımdan biri olduğu hemen ortaya çıkar. (Seyyid Abdülhakîm bin Mustafa)

SADR-I EVVEL:
Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının (sahâbe-i kirâmın) ve onları gören müslümanların (Tâbiînin) yaşadığı asır.
Sadr-ı evvelden sonra, minâre, mekteb, kitab gibi sonradan yapılmış şeyler bid'at yâni dinde reform değildir. Bunlar dîne yardımcı şeylerdir. İslâmiyyet bunlara izin vermiş hattâ emretmiştir. (Abdülganî Nablüsî)

SAF:
Dizi, sıra. Namazda cemâatin sırası.
Saflarınızı düzeltiniz. Dosdoğru yapınız. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Ebû Dâvûd)
Safları düzeltmek namaz kılmanın bir parçasıdır. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Saflarınız ileri geri olmasın. Böyle olursa kalbleriniz de böyle karışık olur. (Hadîs-i şerîf-Günyet-üt-Tâlibîn)
Cemâatle namaz kılarken öndeki safta boş yer var iken, arka safta durmak ve safta yer yok iken, saf arkasında yalnız durmak mekrûhtur. Safta yer olmayınca, yalnız başına durmayıp, rükû'a kadar birini bekler. Kimse gelmezse, öndeki safa sıkışır. Öndek i safa sığmazsa, güvendiği birini arkaya çeker. Güvendiği kimse yoksa, yalnız durur. (İbn-i Âbidîn)

Saf Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin altmış birinci sûresi.
Saf sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). On dört âyet-i kerîmedir. Dördüncü âyet-i kerîmede mü'minlerin saf saf olup Allah yolunda savaştıkları anlatıldığı için Sûret-üs-Saf denilmiştir. Sûrede; insanların yapamayacakları şeyler hakkında söz vermeleri nin kötülüğü, düşman karşısında azimle cihâd edenlere karşı Allahü teâlânın muhabbeti, İslâmiyet'i kabûl etmeyenlerin kötülenmesi, Allahü teâlânın dînini koruyacağı, en hayırlı işin îmân ve Allah yolunda cihâd etmek olduğu, bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî, Kurtubî)
Allahü teâlâ Saf sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Ey mü'minler! Allahü teâlânın (dînini yaymakta O'nun Resûlüne) yardımcı olunuz. Nitekim Meryem oğlu Îsâ aleyhisselâm, havârîlere; "Allahü teâlânın dînini yaymakta kimler bana yardımcıdır?" demişti. Havârîler de; "Biziz, Allahü teâlânın dîninin yardımcıları" demişlerdi... (Âyet: 14)
Müşrikler istemese de, İslâm dînini diğer bütün dinlerden üstün kılmak için resûlü Muhammed'e (aleyhisselâm sebebi hidâyet olan) Kur'ân ve İslâm dîni ile birlikte gönderen Allahü teâlâdır. (Âyet: 9)
Kim Saf sûresini okursa, Îsâ aleyhisselâm ona duâ eder. Dünyâda kaldığı müddetçe onun için istigfâr (tövbe) eder, kıyâmet günü onun arkadaşı olur. (Hadîs-i şerîf-Envâr-üt-Tenzil ve Esrâr-üt-Te'vîl)

SAFÂ VE MERVE:
Kâbe-i muazzamanın yakınındaki iki tepenin adı. Hac ve umre esnâsında sa'y denilen hac vazîfesini yaparken Safâ tepesinden sonra Merve tepesine gidilir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Şüphe yok ki, Safâ ile Merve Allah'ın şeâirinden (Allahü teâlâya ibâdet etmeye vesîle olan nişâneler, alâmetlerden) dir. İşte kim o Beyti (Kâbe'yi) hac veya umre niyetiyle ziyâret ederse, bunları (Safâ ile Merve'yi) güzelce tavâf etmesinde bir günâh yoktur. (Bekara sûresi: 158)
... İbrâhim aleyhisselâm, İsmâil aleyhisselâmla annesi Hâcer'i Mekke'ye bıraktığında erzakları ve suları bitti. Çocuğuna su aramak için önce Kâbe yakınındaki Safâ tepesine çıktı. Sonra vâdiye karşı durup, baktı. Kimseyi göremeyince, Safâ tepesinden vâdiye indi. Vâdiye varınca ayağını çelmesin diye entârisinin eteğini topladı. Sonra çok müşkil bir işle karşılaşan bir insan azmiyle koştu. Nihâyet vâdiyi geçip Merve tepesine geldi. Orada da biraz durdu ve bir kimse görebilir miyim diye baktı fakat hiçbir kimseyi göremedi. Hâcer, bu sûretle Safâ ile Merve arasında yedi defâ gidip geldi. İşte bunun için hacılar Safâ ile Merve arasında sa'y ederler. Hâcer son defâ Merve üzerine çıktığında bir ses işitti ve iyice dinledikten sonra şimdiki zemzem kuyusunun bulunduğu yerde bir melek (Cebrâil aleyhisselâmı) görüp oraya gitti... (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
Haccın vâciblerinden birisi, Safâ ile Merve tepesi arasında sa'y ederken Safâ'dan başlamaktır. Safâ tepesine çıkınca, Kâbe'ye döner. Tekbir, tehlîl ve salevât getirir. Sonra iki kolunu omuz hizâsında ileri uzatıp ve avuçlarını semâya doğru açıp duâ e der. Sonra Merve'ye doğru yürür. Safâ'dan Merve'ye dört, Merve'den Safâ'ya üç kere gidilir. (Molla Hüsrev)

SÂFFÂT SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin otuz yedinci sûresi.
Sâffât sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Yüz seksen iki âyet-i kerîmedir. İlk âyet-i kerîmede geçen saf tutmuş melekler mânâsına gelen Sâffât kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede; Allahü teâlânın birliği, kâfirlerin âhirette uğrayacakları azablar, îmân edenlere âhirette verilecek mükâfâtlar, Nûh, İbrâhim, İshak, Mûsâ, Hârûn, İlyâs, Lût ve Yûnus aleyhimüsselâmdan, sâlih kullardan, Allah yolunda olanların mutlaka gâlib geleceği bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî, Kurtubî)
Allahü teâlâ Sâffât sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, göklerin ve yerin ve bunlar arasında ne varsa hepsinin Rabbidir. O, maşrıkların (doğuların) da Rabbidir. Hakîkat biz (size) en yakın göğü bir zînetle, yıldızlarla (donatıp) süsledik. (Onu itâatten çıkan) her mütemerrid şeytandan koruduk. Böylece onlar, mele-i a'lâya kulak verip dinleyemezler, her yandan koğularak atılırlar. Onlar için (âhirette de) ardı arası kesilmez bir azâb vardır. (Âyet: 5-9)
Kim Yâsîn ve Sâffât sûresini Cumâ günü okur, sonra da Allahü teâlâdan dilekte bulunursa, Allahü teâlâ ona dilediğini verir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Neccâr)
Kim kıyâmet günü tam ve kâmil anlamda sevâb almayı arzu ederse, oturmakta olduğu meclisten kalkacağı sırada, Sâffât sûresinin son üç âyet-i kerîmesini okusun. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i İbn-i Kesîr)

SAFİYY:
Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem ganîmet taksîminden önce kılıç, zırh ve at gibi seçip aldığı bâzı şeyler.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Bedr muhârebesinde zülfikâr isimli kılıcı safiyy olarak almışlardı. (Ebû Ubeyd Kâsım bin Sellâm)

SAFİYYULLAH:
"Allahü teâlânın temiz kıldığı, seçtiği" mânâsına, Âdem aleyhisselâmın lakabı.
Âdem aleyhisselâm Safiyyullahtır. Allahü teâlâ onu kendi kudreti ile halketti (yarattı). Kendi rûhundan üfledi. Aksırınca ona hamdetmeyi, her şeyin ismini ve faydasını bildirdi. Melekleri ona secde ettirdi. Bütün insanların babası oldu. Onu yeryüzünd e kendi halîfesi kıldı. Şeytanı onun sebebiyle ebedî kovdu. Kendisi Safiyyullah olduğundan, temiz ve habîs rûhları, cennetlik veya cehennemlikleri ayırır, fark ederdi. (Bkz. Âdem Aleyhisselâm) (Molla Miskin Muhammed Muîn)

SAFİZM:
Kadının kadına şehvetle bakması ve dokunması. Kadınlar arasındaki homoseksüellik.
Safizm, yabancı erkeklerin bakması ve dokunması gibi haramdır. Allah'tan korkan kadınların, kocasından başkasına, erkek ve kadın, kim olursa olsun yabancıya süslenmeleri câiz değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

SAFVET:
Temizlik, hâlislik, paklık.
Safvet ancak güzel ahlâk ile mümkündür. (Celâleddîn Muhammed Devânî)
Safvet niyete bağlıdır. Niyeti hayır olanın âkıbeti (sonu) de hayır olur. Niyeti bozuk olanın âkıbeti de bozuktur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
S - 2

SAGÂİR:
Küçük günâhlar. Küçük sayılan günahlar. (Bkz. Günâh-ı Sağîre)
Sagâiri tekrâr işlemekte ısrâr etmek, büyük günâhtır. (Muhammed İznikî)
Sagâirden birini yapmamak bütün cihânın nâfile ibâdetlerinden daha sevâbtır. (Abdülhakîm Arvâsî)
Farz namazları vakti girmeden önce kılmak ve vakti çıktıktan sonra kılmak kebâirdir, büyük günâhtır. Büyük günâh, ancak tövbe etmekle affolur. Sagâiri affettirecek şeyler çoktur. Tövbe ederken kılmadığı namazları kazâ etmesi lâzımdır. (İbn-i Nüceym)

SAHÂBE:
Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem sağlığında bir an gören, eğer âmâ ise (gözü görmüyorsa), bir an konuşan, îmân etmiş büyük-küçük mü'minlerin birkaç tânesine veya daha fazlasına verilen isim. Sâhib kelimesinin çokluk şeklidir. Hürmet v e saygı için, "Resûlullah'ın kıymetli ve mübârek arkadaşları" mânâsına Sahâbe-i kirâm denir. Ayrıca onların ismi anıldığında; "Allahü teâlâ onlardan râzı olsun" mânâsına radıyallahü anhüm ecmaîn söylenir. (Bkz. Eshâb)
Bütün din büyükleri buyuruyor ki: "Sahâbe-i kirâm aleyhimürrıdvân, peygamberlerden aleyhimüssalevâtü vetteslîmât sonra insanların en efdali, en üstünüdür." Resûlullah'ı sallallahü aleyhi ve sellem bir kerre gören bir müslüman, görmiyenlerin hepsinden , hattâ Veysel Karânî'den kat kat daha yüksektir. Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân, Şam'a girince, bunları gören hıristiyanlar, hâllerine hayran kalıp; "Bunlar, Îsâ aleyhisselâmın havârîlerinden daha yüksektir" dediler. Bu dînin en büyük âlimlerinden olan Abdullah ibni Mübârek (r.aleyh), buyuruyor ki: "Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem yanında giderken hazret-i Muâviye'nin (r.anh) bindiği atın burnuna giren toz, Ömer bin Abdülazîz'den bin defâ daha üstündür." (İmâm-ı Rabbânî)
Sahâbe-i kirâmın aleyhimürrıdvân üstünlüklerini bildiren âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler pekçoktur. (İmâm-ı Rabbânî)

SAHÂBÎ:
Peygamber efendimizi sağlığında ve peygamber iken bir ân gören, eğer âmâ (gözü görmüyor) ise bir ân konuşan büyük ve küçük müslümanlardan bir tânesine verilen isim.
Sahâbîleri aleyhimürrıdvân sevmek, onlara bağlı olmak, insanlar içinden seçilmiş, beğenilmiş, süzülüp ayrılmış olan bu çok kıymetli tabakanın hayat tarzlarına imrenip onlar gibi olmaya özenmek, Allahü teâlânın en büyük nîmetidir. Hadîs-i şerîfte; "Kişi sevdiği ile berâberdir" buyrulduğundan onları sevenler, onlar iledir. Cennet'te onların yakınlarında olanlar ile berâberdirler. (İmâm-ı Rabbânî)

SÂHİB-İ HAYRÂT:
Hayırlar sâhibi.
"İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır" hadîs-i şerîfini kendilerine düstûr edinen Osmanlı sultanları, sâhib-i hayrât olarak yaptıkları sayısız vakıflarıyla İslâm âlemini ihyâ etmişlerdir. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)

SÂHİB-İ TERTÎB:
Tertîb sâhibi. Üzerinde kazâya kalmış namaz borcu bulunmayan veya kazâya kalmış namazların toplamı beş vakti geçmemiş bulunan ve namazda sırayı gözetmesi gereken kimse.
Sâhib-i tertîbin bir günlük beş vakit farzı ve vitir namazını kılarken ve kazâ ederken tertibi (namaz sırasını) gözetmesi farzdır. (Halebî)
Sâhib-i tertîb olan, bir farz namazını özürsüz yere vaktinde kılmazsa, bu namazı gelen ilk vaktin namazından önce kazâ etmesi lâzımdır. (Alâüddîn Haskefî)
Kaçırılan namazlar altı veya daha çok vakte ulaşırsa, kaçırılan namaz ile vakit namazının her ikisini de kılamayacak şekilde vakit dar olursa; bu durumda önce vakit namazı kılınır, sonra kaçırılmış namaz kazâ edilir. Kazâya kalmış olan namaz unutular ak bir sonraki vakit namazının kılınmasıyla sâhib-i tertîblik vasfı (özelliği) kalkar. (M. Zihni Efendi)
Sâhib-i tertîb önce kılmadığı namazı namaz içinde hatırlarsa, namazı bozulur. Kılmadığı namazı önce kazâ eder sonra vaktin namazını edâ eder. (İbn-i Âbidîn)
Beşten fazla kazâları olan bunları kazâ ede ede azalarak altıdan aşağıya inince, sâhib-i tertiblik vasfı tekrar geri gelmez. Bunlar, sırasız da kılınabilir. (M. Zihnî Efendi)

SAHÎFE:
Peygamberimizden sallallahü aleyhi ve sellem önce gelen peygamberlere gönderilen küçük kitablardan herbiri. Çoğulu suhuftur.
Kur'ân-ı kerîme ve sahîfelere inanmak îmânın şartlarındandır. Kur'ân-ı kerîmde bildirilen yüz dört kitab vardır. Yüzü suhûftur. Bunların, on suhufu Âdem aleyhisselâma, elli suhufu Şit aleyhisselâma, otuz suhufu İdris aleyhisselâma, on suhufu İbrâhim aleyhisselâma inmiştir. Yüz kitabdan dördü büyük kitabdır. Tevrât Mûsâ aleyhisselâma, Zebûr Dâvûd aleyhisselâma, İncîl Îsâ aleyhisselâma, Kur'ân-ı kerîm bizim peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma nâzil olmuştur (inmiştir). Bunların hepsi Cebrâil aleyhisselâm denilen vahy meleği vâsıtasıyla nâzil olmuştur, inmiştir. (Ahmed Cevdet Paşa)

SAHÎH:
Şartlarına uygun olan iş veya ibâdet.
Bir amelin, ibâdetin sahîh olması başkadır, kabûl olması başkadır. İbâdetlerin sahîh olmaları için, kendilerine mahsûs şartları, farzları vardır. Bunlardan biri noksan olursa, o ibâdet sahîh yapılmış, yerine getirilmiş olmaz. Cezâsından, azâbından ku rtulunamaz. Sahîh olup da kabûl olmayan ibâdet için, azâb yapılmaz ise de, o ibâdetin sevâbına kavuşulamaz. İbâdetin kabûl olması için önce sahîh olması, sonra şu dört şartın bulunması da lâzımdır: İlim, niyet, hulûs yâni ihlâs ve kul hakkına riâyet. İmâm-ı Rabbânî rahmetullahi aleyh şöyle buyurmaktadır: "Bir kimse, peygamberin ameli gibi amel yapsa fakat üzerinde yarım dank (yâni çok az) kul borcu olsa, bunu ödemedikçe, Cennet'e giremez." (Abdülhakîm Arvâsî)

Sahîh Bey':
Aslı ve sıfatı dîne uygun olan satış. Mûteber olması için bütün şartlarını taşıyan alış-veriş. (Bkz. Bey')
Sahîh bey'in meydana gelmesi için alıcı ve satıcının aynı kimse olmaması yâni bir kimsenin hem satıcıya, hem alıcıya vekîl olarak kendi kendisine satış yapmaması, akd yapılması yâni birinin îcâb yâni teklif edip, karşısındakinin onu ayrılmadan önce k abûl etmesi yâni söz kesilmesi, mebîin (malın) ve semenin (bedelin) mal olmaları, mütekavvim (kullanılmasına dînen izin verilen ve kullanılması mümkün) mal olmaları lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Mal, sözleşme sırasında satanın mülkünde değilse, sonra satarak teslim etse, bu sahîh bey olmaz. Mülkünde olmayıp da sonra teslim edeceği malı satmak için selem satışı yapmalı, yâhut sözleşme yapmayıp semeni (bedeli) emânet almalı, satacağı mal eline geçince, pazarlık ve sözleşme yapmalıdır. (İbn-i Nüceym)

Sahîh Ced:
Ölenin babasının babası veya babasının babasının babası gibi derecesi yakın olsun uzak olsun aralarında kadın bulunmayan dede. Yâni araya kadın girmeyen büyük baba. (Bkz. Ferâiz)
Sahîh ced, ya ölenin babası ile bulunur veya bulunmaz. Bulunması hâlinde babanın varlığı cedd-i sahîhi mîrâstan düşürür. Meyyitin (ölünün) babası bulunmazsa, sahîh ced baba gibi olur ve babanın hakkı olan hisselerden alır. (M. Mevkûfâtî)

Sahîh Hadîs:
Âdil yâni yalancılıktan uzak, büyük günah işlemeyen ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, Resûlullah efendimize kadar, rivâyet edenlerden hiçbiri noksan olmayan ve mütevâtir yâni birçok Sahâbînin Resûl-i ekremden ve başka birçok kimselerin onla rdan naklettikleri hadîsler ve meşhûr, yâni ilk zamanları bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan hadîsler. (Bkz. Hadîs)
Dört mezheb imâmının (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Hanbelî'nin) her biri, kendi re'yi (görüşü) ile konuşmadığını bildirmiş ve talebelerine; "Sahîh hadîse rastlarsanız, benim sözümü bırakın. Resûlullah'ın hadîsine uyun !" demiştir. Mezheb imâmlarımız bu sözü, kendileri gibi müctehîd olan derin âlimlere söylemişlerdir. Çünkü böyle bir işi ancak onlar anlar ve yapabilir... (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Sahîh Kan:
Sekiz yaşını bitirip, dokuz yaşına bastıktan birkaç gün veya ay, yâhut seneler sonra, sıhhatli bir kızın veya âdet zamânı son dakikasından îtibâren tam temizlik (on beş gün) geçmiş olan kadının önünden çıkan ve Hanefî mezhebine göre, en az üç gün (ye tmiş iki saat) devâm eden kan; hayız ve aybaşı kanı. (Bkz. Hayz)
Bir kız, sahîh kan ve sahîh temizlik gördükten sonra istimrar ederse (kan devâm ederse), bu kız âdeti belli olan kadın olur. Meselâ beş gün kan görse, sonra kırk gün temiz olsa, istimrâr başından beş gün hayz, sonra kırk gün temiz kabûl dilir. Kan ke silinceye kadar böyle devâm eder. (İbn-i Âbidîn)

Sahîh Kavl:
Fıkıh âlimlerinin bir iş hakkında müctehid âlimlerin kavillerinden (re'y ve ictihâdlarından) hakkında doğrudur veya doğru olan budur dedikleri kavl, hüküm, söz.
Bir müctehidin veya iki ayrı müctehidin bir iş hakkında iki ayrı kavli bulunsa, birine sahîh, diğerine esahh kavil dense, esahh kavl ile fetvâ verilir. (Bkz. Esahh) (İbn-i Âbidîn)

Sahîh Temizlik:
Ergenlik çağına erişmiş bir kızda veya kadında, âdet zamânından sonra başlayan ve içinde hiç kan görülmeyen, öncesi ve sonrası hayız günleri olan on beş veya daha fazla sayıdaki temiz gün.
Âdeti beş gün olan bir kadın, sahîh temizlikten sonra altı gün kan görürse, bu altı gün yeni hayız olur ve yeni âdeti olur. (İbn-i Âbidîn)

Sahîh-i Buhârî:
Kur'ân-ı kerîmden sonra, doğru oldukları, bütün İslâm âlimleri tarafından tasdîk edilmiş olan meşhur altı hadîs kitâbından birincisi.
Sahîh-i Buhârî'de yedi bin iki yüz yetmiş beş hadîs-i şerîf vardır. Bunlar altı yüz bin hadîs arasından seçilmiştir. İmâm-ı Buhârî hazretleri her hadîs-i şerîfi yazacağı zaman gusül abdesti alıp, iki rek'at namaz kılar, istihâre ederdi. Sahîh-i Buhâr î'yi on altı senede yazmıştır. (Ahmed Nâim)
Sahîh-i Buhârî, en kıymetli hadîs-i şerîf kitâbıdır. İslâm âlimleri sözbirliği ile Kur'ân-ı kerîmden sonra en kıymetli kitâb, Sahîh-i Buhârî'dir, buyurmuşlardır. (Seyyid Abdülhakîm)
Sahîh-i Buhârî'deki hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
İçinizde en sevdiğim kimse, huyu en güzel olanınızdır.
Hayâ îmândandır. Îmânı olan Cennet'tedir. Fuhuş kötülüktür. Kötüler Cehennem'dedir.
Kızdığı zaman istediğini yapabilecek bir kimse, kızmazsa, Allahü teâlâ kıyâmet günü onu herkesin arasından çağırır. Cennet'te istediğin Hûrinin yanına git der.

SAHÎHAYN:
Kur'ân-ı kerîmden sonra, doğru oldukları, bütün İslâm âlimleri tarafından tasdîk edilmiş olan altı hadîs kitâbından Sahîh-i Buhârî ile Sahîh-i Müslim'in ikisine birden verilen isim.
Sahîhayn'daki hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır:
Müslüman müslümanın kardeşidir. Birbirlerini incitmezler, üzmezler. Bir kimse, din kardeşinin bir işine yardım etse, Allahü teâlâ da onun işini kolaylaştırır. Bir kimse, bir müslümanın sıkıntısını giderir, onu sevindirirse, kıyâmet gününün en sıkıntı lı zamanlarında, Allahü teâlâ onu sıkıntıdan kurtarır. Bir kimse bir müslümanın ayıbını örterse, Allahü teâlâ kıyâmet günü onun ayıblarını, kabahatlerini örter.

SÂHİR:
Büyü ve sihir yapan. (Bkz. Büyü)
Sihir yapmak büyük günâhlardandır. Sâhir tövbe etmezse muhakkak Cehennem'dedir. (Muhammed Rebhâmî)
Sâhir, sihir ile istediğini elbette yapar, sihir muhakkak te'sir eder diyenin ve inananın îmânı gider. Sihir, Allahü teâlâ takdir etmiş ise, te'sir edebilir, demelidir. (İmâm-ı Rabbânî)

SAHÛR:
Güneşin batmasından imsak vaktine kadar olan zamânın son altıda biri, seher vakti; oruç tutmak için yemeğe kalkılan vakit.
Sahur yemeğini yeyiniz. Çünkü onda bereket vardır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Bir yudum su ile de olsun sahur yapınız. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Hibbân)
Sahur yemeğinden gündüzün orucu, kaylûleden de gecenin namazı için istifâde edin. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Üç şey vardır ki, bunlar üzerine kul hesâba çekilmez: Sahur yemeği, iftâr yemeği ve din kardeşleriyle birlikte yenilen yemek. (Hadîs-i şerîf-Müslim Şerhi)
Mü'minin sahûrunun hurma ile olması ne güzeldir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât)
Ramazân-ı şerîfte, iftarı erken yapmak, sahuru geciktirmek sünnettir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, bu iki sünneti yapmağa çok önem verirdi. İftârda acele etmek ve sahuru geciktirmek, belki insanın aczini, yiyip içmeğe ve dolayısıyla her şe ye muhtâc olduğunu göstermektedir. İbâdet etmek de zâten bu demektir. (İmâm-ı Rabbânî)

SAHV:
Uyanıklık, aklı başında, şuuru yerinde olma hâli, sekr hâlinin zıddı. Tasavvufta kendini kaybetme hâlinden kurtulup, ayılma hâli. Fenâdan sonraki bekâ hâli.
Sahv hâlinde olan, emirlere uygunsuz davranabilir. Ancak bu davranış, Allahü teâlânın lütf etmesi ve koruması ile yalnız müstehabları yapmamak olup, bundan ileriye gitmez. (Abdullah-ı Dehlevî)
Sahv hâlinde olanlarda sekr (kendinden geçme hâli) hiç bulunmaz sanmamalıdır. Sahv hâlinde biraz sekr bulunması, yemeğe lezzet vermek için tuz karıştırmağa benzer. Tuzsuz taam (yemek) tadsız olur. (İmâm-ı Rabbânî)

SÂÎ:
Emvâl-i zâhirenin zekâtını toplayan me'mûr; sâime (senenin ekserisini çayırda otlayan) hayvanların ve toprak mahsûllerinin zekâtlarını toplamakla vazîfeli kimse, zekât me'muru.
Dört çeşit zekât malından ikisine yâni zekât hayvanları ile topraktan elde edilen mallara (Emvâl-i zâhire) denir. Bunların zekâtlarını sâî toplar. Hükûmet, bu toplanan malları (ve âşir) denilen me'murların yolcu tüccarlardan aldıkları zekâtı beyt-ül- mâl denilen devlet hazînesinde saklayıp, yedi sınıftan herbirine sarf eder. (İbn-i Âbidîn)

SA'ÎD:
Allahü teâlânın, kendisinden râzı olduğu kimse. Cennetlik.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Sa'îd olanlara gelince, onlar Cennet'tedirler. (Hûd sûresi: 108)
Şakîler dünyâya sarılır, sa'îdler, bâkî olana (ebedî, sonsuz olan âhirete) sarılır. (Abdülhakîm Arvâsî)
Bir kimsenin sa'îd olmasının nişânı (alâmeti) şudur ki, Hak teâlâ hazretlerinin kazâ ve kaderine râzı olur. Şakî olmasının nişânı da şudur ki, kazâ ve kadere râzı olmayıp, bağırır, çağırır, çok ağlar, sızlar. (Süleymân bin Cezâ)

SÂİL:
İsteyen, yoksul, dilenci.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Sâile gelince (onu) azarlayıp koğma. (Duhâ sûresi: 10)

SÂİME:
Senenin yarısından fazla, meralarda, kırlarda sırf sütleri alınmak veya üreme ve beslenmeleri için otlatılan (koyun, keçi, sığır, manda, at ve deve cinsinden olan), ehlî hayvanlar.
Sâime hayvan sayısı nisâb miktârı olduktan (zekât sınırına ulaştıktan) bir yıl sonra zekâtı verilir. Yük taşımak ve binmek için olursa, sâime denilmez ve zekâtı lâzım olmaz. (İbn-i Hümâm)
Deve, sığır gibi başka cinsten sâime hayvanlar birbirlerine ve diğer ticâret eşyâsına eklenmezler. (M. Mevkûfâtî)
Sâime hayvanlarda; koyunlardan kırk koyunda bir koyun, sığır ve mandalardan otuz sığırdan kırk sığıra kadar, iki yaşına girmiş erkek veya dişi bir buzağı, develerde nisâb (zenginlik ölçüsü) beş olup, birer yaşlarını bitirmiş beş deve için bir koyun z ekât verilir. (Burhâneddîn-i Mergınânî)


SAKAL-I ŞERÎF:
Peygamber efendimizin mübârek sakal-ı şerîfi. (Bkz. Lihye-i Şerîf)
Peygamber efendimizin mübârek saçları ve sakal-ı şerîfinin kılı çok kıvırcık ve çok düz değil, yaratılışta ondüle idi. Mübârek saçları uzundu. Önceleri kâkül bırakırdı, sonradan ikiye ayırır oldu. Mübârek saçlarını bâzan uzatır, bâzan da keser, kısal tırdı. Saç ve sakal-ı şerîfini boyamazdı. Vefât ettiği zamanda, saç ve sakalında ak kıl, yirmiden az idi. Mübârek bıyığını kırkardı. Bıyıklarının uzunluğu ve şekli mübârek kaşları kadar idi. Emrinde husûsî berberleri vardı. (İmâm-ı Kastalânî)

SAKALÂN (Sakaleyn):
1. İnsanlar ve cinler.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Ey sakalân! Yakında (kıyâmet günü) sizi hesâba çekeceğiz. (Rahmân sûresi: 31)
Sakalân, yeryüzünde bulunan diğer mahlûkâta nazaran yüklendikleri emir ve yasaklar îtibâriyle daha büyük bir varlığa sâhib oldukları için bu adı almışlardır. Yâhut bunlar, yeryüzünde ölüleri ve dirileriyle bir ağırlık vermekte oldukları için kendiler ine sakalân denilmiştir. (Ahmed Sâvî-Senâullah Dehlevî)
2. Kıymetlerini bildirmek için, Kur'ân-ı kerîm ve Ehl-i beyte (yâni Peygamber efendimizin akrabâlarına) verilen isim.
Ben size sakalânı bırakıyorum: Kitâbullah (Kur'ân-ı kerîm) ve Ehl-i beytim (akrabâlarım) . (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Mazharî)

SAKÎM AKIL:
Hasta, ileriyi göremeyen akıl. (Bkz. Akıl)
Sakîm akıllılar yaptıklarından hep pişmân olurlar. Niye yaptım diye dövünürler. Böyle bir akla nasıl güvenilir. Bunların aklı dinde senet olmaz. (Seyyid Abdülhakîm)
S - 3

SALÂ: Minârelerde Cumâ ve cenâze namazı için okunan salât u selâm.
Salâ okunması asr-ı seâdette olmayıp, sonradan dîne sokulan bir bid'attır. Okunması mûteber kaynak kitablarda yazılı değildir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

SALÂBET-İDÎNİYYE:Din sağlamlığı, din gayreti, din kuvveti.
Salâbet-i dîniyyesi olanların, malları ile, canları ve sözleri ile ve kalemleri ile, Allah rızâsı için cihâd etmeleri (İslâm dîni uğrunda düşmanla savaşmaları) lâzım olduğu, " Allah yolunda cihâd edenler, kötülenmekten korkmazlar" (Mâide sûresi: 54) âyet-i kerîmesinde bildirilmektedir. (Muhammed Hâdimî-Berîka)
Müdâhenenin, yâni kudreti olduğu, gücü yettiği hâlde, haram işleyene mânî olmamanın zıddı, karşılığı; gayret ve salâbet-i dîniyyedir. (Muhammed Hâdimî)
Türkler zekîdirler ve kendilerini müsbet (olumlu) yolda sevk ve idâre edecek devlet adamlarına sâhib oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gâyet kanâatkârdırlar (elde olana râzı olurlar). Onların bütün meziyyetleri (üstünlükleri), hattâ kahramanlık d uyguları da, an'anelerine (örf-âdet ve kültürlerine) olan bağlılıklarından, salâbet-i dîniyyelerinden ileri gelmektedir... (Patrik Gregoryus'un, Rus çarı Aleksandr'a yazdığı mektubdan bir parça)

SALÂH: Sâlih olmak, iyilik, dürüstlük; iyi huylarla süslenme, dînine bağlı olma.
İlim, din ve salâh sâhibi bir kızı, fâsıkın yâni günah işleyenin nikâh etmesi câiz (uygun) olmaz. Çünkü, zevc ile zevcenin küfv (denk) olmaları lâzımdır. (Süleymân bin Cezâ)
Babanın malını oğulları arasında pay ederken, reşîd (malını isrâf etmiyen) ve sâlih iyi veya ilim tahsîlinde olan çocuklarına daha çok vermesi câizdir. Salâhları müsâvî (eşit) ise, müsâvî dağıtmalıdır. (Fetâvâ-i Hindiyye)

SALÂT:
1. Allahü teâlâdan rahmet, meleklerden istiğfâr, mü'minlerden duâ.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ ve melekleri Peygambere (Muhammed aleyhisselâma) salât ederler. Ey mü'minler! Siz de O'na salât ediniz. (Allahü teâlânın Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemi salâtının O'nu melekler arasında senâ etmesi, övmesi demek olduğu d a rivâyet edilmiştir.) (Ahzâb sûresi: 56)
2. İslâm'ın beş esâsından (temelinden) birisi olan namaz.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Resûlüm) sana vahyolunan Kur'ân-ı kerîmi oku. Salâtı, şartlarını yerine getirerek kıl. Çünkü salât, insanı dînin ve aklın kötü gördüğü şeylerden men eder, alıkor. (Ankebût sûresi: 45)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Birinin evi önünde nehir olsa, hergün beş kerre bu nehirde yıkansa, üzerinde kir kalır mı?" diye sordu. Yanında bulunanlar; hayır, yâ Resûlallah! dediler. "İşte, beş vakit salâtı kılanların da, böyle küçük günâhları afv olunur" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Salâtı kılmayanlar, kıyâmet günü, Allahü teâlâyı kızgın olarak bulacaklardır. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
Salât, dînin direğidir. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
İslâm âlimleri buyuruyor ki: Beş şeyi yapmıyan, beş şeyden mahrûm olur: Malının zekâtını vermeyen, malının hayrını görmez. Uşrunu vermeyenin, tarlasında, kazancında bereket kalmaz. Sadaka vermeyenin, vücûdunda sıhhat kalmaz. Duâ etmeyen, arzûsuna kav uşamaz. Salât vakti gelince, kılmak istemeyen, son nefeste Kelime-i şehâdet getiremez. (Gaznevî)
3. Peygamber efendimizin ism-i şerîfleri anıldığında, işitildiğinde veya yazıldığında söylenen ve yazılan "sallallahü aleyhi ve sellem". sözü ve benzerleri. Çoğulu salevâttır.
Cumâ günleri bana çok salât okuyunuz! Bunlar bana bildirilir. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Allahü teâlâdan bir şey isteyen kimse, önce Allahü teâlâya hamd ve senâ ettikten sonra,Resûlullah efendimize salât okumalıdır. Böyle bir duâ, kabûle lâyıktır. (Duânın başında ve sonunda olmak üzere) iki salât ile yapılan duâ geri çevrilmez." (İbn-i Cezerî)
Resûlullah'a salevât getirmemiz, hâşâ ki, O'nun için Hak teâlâ katında şefâat değildir. Zîrâ bizim gibiler nerede, o azîz Habîbullah nerede. Lâkin Allahü teâlâ bize ihsân, iyilik edene, mükâfâtta bulunmayı ve mükâfâtında âciz olduğumuza ise iyi duâ e tmemizi emretmiştir. O hâlde, üzerimizde hadsiz, hesabsız hakkı olan Resûl ve Habîbine, başka bir şeyle mükâfattan aczimizi bildiğinden, salâtla karşılık vermeyi bildirip emr etti. (İbn-i Abdüsselâm)
Bâzı âlimler diyor ki: Salâtla emr olunmanın bir faydası da, salevâtın fazîleti hakkındaki hadîs-i şerîfler içinde bildirilen dünyâ ve âhiret iyiliklerinin salât okuyanda da hâsıl olmasıdır. (Nişâncızâde)

Salât u Selâm: Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem ism-i şerîfleri anılınca, işitilince veya yazılınca söylenen veya yazılan hayır duâlardan ibâret olan sözler yâni sallallahü aleyhi ve sellem, Allahümme salli ve sellim alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed, Essalâtü ves-selâmü aleyke yâ Resûlallah mübârek sözleri ve benzerleri.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey mü'minler! O'na (peygambere) salât ve selâm edin. (Ahzâb sûresi: 56)
Kim bir kitabda bana salât u selâm getirirse (yazarsa) benim ismim o kitabda bulunduğu müddetçe, melekler, onun için istiğfâr ederler (Allahü teâlâya onun günâhını bağışlaması için yalvarırlar) . (Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ı Kâinât)
Cimrilik sâdece malı tutmak, onu hayır yerlere sarfetmemek değildir. İbâdetlerini yapmayan kimse, nefsine cimrilik ettiği gibi, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin ism-i şerîflerini duyduğu hâlde salât u selâm okumayan, müslüman kardeş ine rastlayıp selâm vermeyen kimse de cimrilik etmiş olur. (Yûsuf Sinânüddîn)

SALÎB: Hıristiyanlık dîninin sembolü kabûl edilen birbirini dik kesen iki doğrunun meydana getirdiği şekil, haç, istavroz. (Bkz. Haç)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Bu bir de inkârlarından, Meryem'e büyük iftirâda bulunmalarından, Allah'ın Resûlü Meryem oğlu Îsâ'yı öldürmelerinden ötürüdür. Yoksa onu öldürmediler, salîbe germediler. Fakat onlara öyle göründü. Bu husustaki bilgileri ancak zandan ibârettir. Onu asmadılar, onu öldürmediler. Bilakis Allah onu katına yükseltti. Allah azîzdir, hakîmdir (hikmet sâhibidir) . (Nisâ sûresi: 156-158)
Canlı resmi; namaz kılanın başında, önünde, sağ ve sol hizâsında duvara çizilmiş veya beze kağıda yapılarak asılmış veya konmuş ise namaz kılmak mekrûhtur. Canlı şeklinde olmasa dahi salîb resmi de canlı gibidir. Çünkü hıristiyanlara benzemek oluyor. Onlara benzemek niyeti olmasa dahi, onların yaptığı kötü şeyleri ve kötü olmayanları da onlara benzemek niyeti ile yapmak mekrûhtur. (İbn-i Âbidîn)

SÂLİH: İyi insan. Dünyâya kıymet vermeyen, îtikâdı doğru olup, Allahü teâlânın rızâsını, sevgisini kazanmak için çalışan müslüman.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Sizden biriniz ölüm (alâmetleri) gelip de: "Ey Rabbim! Beni yakın bir zamâna kadar geciktirsen de, sadaka versem ve sâlihlerden olsam" demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayın. (Münafikûn sûresi: 10)
Sâlih kullarım için, Cennet'te, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir insanın gönlünden geçirmediği bir takım nîmetler hazırladım. (Hadîs-i kudsî-Et-Tergîb vet-Terhîb)
Ümmetimin sâlihlerinin Cennet'e girmeleri, namaz ve oruçları sebebiyle değil, cömertlik, müslümanlara karşı kalblerinde kötülük beslememeleri ve müslümanlara nasîhatleri sâyesindedir. (Hadîs-i şerîf-Dâre Kutnî)
Sâlihlerle sohbette berâber olunuz. Onlar, dünyâ hazîneleridir. Onlarla berâber olmak, ebedî seâdetin anahtarıdır. ( Câfer-i Huldî)
Kim cennetliklerden olmayı isterse, sâlih kimselerle berâber olsun. ( Hâris el-Muhâsibî)
Sâlihlerin hizmetinde bulunan kimse yükselir. Allahü teâlânın kendisini sâlihlere hürmet etmekten mahrum ettiği kimse, insanlardan gelen sıkıntılara mübtelâ olur. (Ebû Midyen Mağribî)
Allah'ım! Arzularımızın düşüklüğünden, kötülüğünden, amellerimizin noksanlığından, ecelimizin yaklaşmasından, sâlih kullarının aramızdan ayrılmasından sana sığınırız. (Abdullah bin Gâlib)

Sâlih Amel: Allahü teâlânın beğendiği iş. (Bkz. Amel-i Sâlih)
İnsanoğlunun, yaptığı sâlih amelleri gözünde büyüterek bir hayli ibâdet yaptığını, ibâdet ve tâat husûsunda durumunun iyi olduğunu düşünerek, günahlarını unutmaktan sakınması gerekir. Çünkü bunda, amellerin onu şımartması ve işlediği günahların azâbı ndan emin olması vardır. Böyle bir durum ise tehlikelidir. (Ahmed bin Âsım Antâkî)

SÂLİH ALEYHİSSELÂM: Semûd kavmine gönderilen peygamber. Nûh aleyhisselâmın oğullarından Sâm'ın neslindendir. Hazret-i Âdem'in on dokuzuncu kuşaktan torunudur.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: Biz Semûd kavmine kardeşleri Sâlih'i peygamber olarak gönderdik... (Hûd sûresi: 61)
Semûd kavmi, gönderilmiş olan peygamberlerini (Sâlih aleyhisselâmı) yalanladılar. Onların (nesebde soyda) kardeşleri olan Sâlih aleyhisselâm onlara dedi ki: "Allahü teâlâdan korkmaz mısınız ki, O'na şirk (ortak) koşarsınız. Ben, Allahü teâlâdan size gönderilen emin bir peygamberim. Şimdi Allahü teâlâdan korkun. Size bildirdiğim, O'nun emir ve yasaklarında bana itâat edin. Bunun için sizden ücret istemem. Bilin ki, benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi Allahü teâlânın üzerinedir." (Şuarâ sûresi: 141-145)
Sâlih (aleyhisselâm) ve onunla olan mü'minlere necât (kurtuluş) verdik. Onlar küfür ve günâhtan sakınırlardı. (Neml sûresi: 53)
Hûd aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği Âd kavmi helâk olduktan sonra, felâketten kurtulanlardan olan Semûd, berâberindekilerle birlikte Şam ile Hicâz arasındaki Hicr denilen yere giderek yerleştiler. Semûd'un torunları tekrar Âd kavminin he lâk edildiği yerlere gittiler. Dağlardaki kayaları oyup evler yaptılar. Allahü teâlâ onlara çok mal verdi. Zamanla daha da çoğalarak bağlar, bahçeler ve köşkler yaptılar. Her türlü nîmetler içinde bulunup azgınlığa, taşkınlığa saptılar. Taşlardan yaptıkları putlara taptılar. Allahü teâlâ, küfür ve azgınlık içinde bulunan Semûd kavmine Sâlih aleyhisselâmı peygamber olarak gönderdi. Sâlih aleyhisselâm onları putlara tapmaktan ve azgınlıklardan sakındırdı. Allahü teâlâya îmân ve ibâdete dâvet etti. Nûh aleyhisselâmın dînini tebliğ etti. Sâlih aleyhisselâma az sayıda kimse tâbi olup, diğerleri yalanlayıp karşı çıktılar. Semûd kavmi, Sâlih aleyhisselâmı, büyülenmiş yalancı ve büyüklenen diye ithâm etmelerine rağmen Sâlih aleyhisselâm yılmadan, t atlı bir dille kavmini îmâna dâvete devâm etti. İnanmadıkları takdirde, şiddetli azâbla korkuttu. Fakat Semûdlular onun dâvetini kabûl etmediler. Allahü teâlâ, Semûd kavminin küfür ve taşkınlığı sebebiyle kadınlarını kısır bıraktı. Ağaçlar kuruyup meyve vermedi. Hayvanlar yavrulamaz oldu.
Bu durum karşısında Semûd kavmi Sâlih aleyhisselâma karşı hakâret etmeye başladılar. Ölümle tehdîd ettiler. Eğer hakîkaten peygamber isen mûcize göster dediler. Mûcize gösterdiği takdirde inanacaklarını söylediler. Kayadan bir deve meydana gelmesini istediler. Deve olmasını istedikleri kaya büyüyüp gebe bir deve şekline döndü. Deve yavruladı. Bu mûcize üzerine bâzı Semûdlular îmân ettiler. Devenin memesinden akan sütten Semûdlular bütün kaplarını doldurdular. Daha sonra Semûdlular deveyi öldürdü ler. Sâlih aleyhisselâma karşı düşmanca tavır takındılar. Eğer hakîkaten peygamber isen bize vâd ettiğin azâbı getir dediler. Bir takım acâib hâller görmeye başladılar. Devenin bastığı yerden kan fışkırdığını, ağaçların yapraklarının kızardığını, kuyularındaki suyun kan kırmızısı, yüzlerinin de sapsarı olduğunu görüp birbirine haber verdiler. Allahü teâlâ Sâlih aleyhisselâma vahy edip, kendisine inananlarla o beldeyi terk etmelerini ve kısa zamanda şiddetli azâbın geleceğini bildirdi.
Sâlih aleyhisselâm kendisine inanan 4000 kişi ile birlikte o beldeyi terk ettiler. Semûdluların yüzleri kana boyanmış gibi kırmızı oldu. Daha sonra simsiyah oldu. Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâma Semûdluları bir sayha (korkunç gürültü) ile helâk et mesini emir buyurdu. Bir sabah vakti azâb sayhası Semûd kavmini yakalayıverdi. Cebrâil aleyhisselâmın sayhası onları muhkem (sağlam) binâlarda helâk etti. Sayhanın şiddetinden hepsinin ödleri patlayarak helâk oldular.
Sâlih aleyhisselâm, kavminin helâk olmasından sonra kendisine îmân edenlerle birlikte Mekke veya Şam taraflarına gitti. Remle'de yerleşti. Mekke-i mükerremede vefât edip Kâbe-i muazzama yanında defnedildi. (İbn-ül-Esîr, Râzî, Taberî, Nişâncızâde)

SÂLİK: Tasavvuf yolcusu.
Şunu iyi bilmelidir ki, maksada kavuşmak için çalışan sâlikin hep şerîate, İslâmiyete uyması şarttır. Tasavvuf yolunda en önemli vazîfe olan zikr-i ilâhî (Allahü teâlâyı anmak) şerîatin emirlerinden biridir. İslâmiyet'in yasaklarından sakınmak da bu yolda lâzımdır. Farzları yapmak, sâlikin ilerlemesini kolaylaştırır. Tasavvuf yolunu iyi bilen ve sâlike yol gösteren âlim aramağı da dînimiz emretmektedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Tasavvuf büyüklerinin rûhlarına Fâtiha ve salevât sevâbı göndererek onları, Allahü teâlâya kavuşmak için vesîle yapmalıdır. Zâhir (sûret) ve bâtın (kalb, ruh) saâdetlerine ancak onların güzel ahlâkına sarılmak ile kavuşulur. Başlangıçta olan sâlikler in kalbleri tasfiye bulmadan (temizlenmeden) önce evliyânın kabirlerinden feyz almaları güçtür. Bunun için Behâeddîn-i Buhârî hazretleri; "İslâm'ın güzel ahlâkına sâhib bir kimse ile olmak, evliyânın kabirleri ile olmaktan daha iyidir" buyurdu. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)

Sâlik-i Meczûb: Tasavvufta cezbesi yâni hak yola çekilmesi sülûkünden sonra olan sâlik.
Tasavvuf yolunun sâlikleri (yolcuları), ikiye ayrılır: Ya mürîd olurlar yâhut murâd olurlar. Murâd olanlara müjdeler olsun! Cezbe ve muhabbet yolundan, bunları durmadan çekerler. Aradıklarına ulaştırırlar. Lâzım olan her edebi, pir yardımı ile veya a rada pir olmadan, bunlara öğretirler. Yanıldıkları zaman, haber verirler. Ondan dolayı bir şey yapmazlar. Rehbere ihtiyacı olursa; aramadan, uğraşmadan ona kavuştururlar. Kısaca, Allahü teâlânın sonsuz olan ihsânı, onun her zaman imdâdına yetişir. Sebeb yaratarak veya sebebsiz olarak, işini görür. Şûrâ sûresinin on üçüncü âyetinde meâlen; "Allahü teâlâ, dilediğini seçerek kendine kavuşturur" buyuruldu. Tâliblerin, arada vâsıta olmadan kavuşmaları çok güçtür. Cezbe ve sülûk nîmetlerine kavuşmuş, fenâ ve bekâ ile şereflenmiş olan bir vâsıtanın yardımı lâzımdır. Bu vâsıtanın sözleri, ölmüş kalbleri diriltmek için devâdır. Bakışları şifâdır. Taş kesilmiş kalbler, onun muhabbetine kavuşmakla yumuşak olur. Böyle devletli bir rehber ele geçmezse, sâlik-i meczûb da, büyük bir nîmettir. Bu da tâlibleri yetiştirebilir. Onun yardımı ile fenâ ve bekâ nîmetine kavuşurlar. (İmâm-ı Rabbânî)

SALLALLAHÜ ALEYHİ VE SELLEM: Peygamber efendimizin ism-i şerîfi anıldığı, işitildiği ve yazıldığında söylenen ve yazılan, Allahü teâlâdan, O'nun dünyâda ve âhirette her türlü iyiliğe ve üstünlüğe kavuşmasını istemekten ibâret olan hayır duâ, hürmet, saygı ve bağlılık ifâdesi. Bu na salât u selâm da denir. (Bkz. Salât)
Kim bana bir kere salât ederse (meselâ sallallahü aleyhi ve sellem derse) Allahü teâlâ ona on kere salât (rahmet) eder. Onun on günâhını bağışlar ve derecesini on kat yükseltir. (Hadîs-i şerîf-Mevâhib-i Ledünniye)

SALSÂL: Pişmemiş kuru çamur... Pişmiş gibi kurumuş çamur.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Andolsun ki, biz insanı hame-i mesnûndan (balçık çamurundan), salsâlden yarattık (Hicr sûresi: 26)
Âdem aleyhisselâm yeryüzünde yaratılan ilk insan ve ilk peygamberdir. Bütün insanların babasıdır. Çeşitli memleketlerden getirilen toprakları melekler su ile çamur yapıp, insan şekline koydu. Mekke ile Tâif arasında kırk yıl yatıp salsâl oldu. Önce M uhammed aleyhisselâmın nûru alnına kondu. Sonra Muharremin onuncu Cumâ günü rûh verildi. (Altıparmak Muhammed Efendi)
Âdem aleyhisselâm salsâl hâlinde iken, melekler bedenini görüp, ondaki uygunluğa, âhenge ve ilâhî san'ata hayran kaldılar. Acabâ, "Allahü teâlâ bundan güzel bir şey halk etti mi?" dediler. (Muhammed Hirevî)

SALVELE: Allahümme salli alâ Muhammed ve benzeri salât u selâm denilen ve Peygamber efendimize okunan hayır duâ.
Allahü teâlâdan bir şey isteyen kimse, önce Allahü teâlâya hamdele (hamd) ve salvele ile başlamalı, yine bunlarla bitirmeli. Böyle bir duâ kabûle lâyıktır. İki salvele arasında yapılan duâ geri çevrilmez. (İmâm-ı Birgivî, Kâdızâde)

SÂM: Nûh aleyhisselâmın üç oğlundan büyüğü.
İdrîs aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan sonra, insanlar azdı. Doğru yoldan ayrıldı. Putlara yâni heykellere tapmaya başladılar. Cenâb-ı Hak, bunlara Nûh aleyhisselâmı gönderdi. Nûh aleyhisselâm o zaman elli yaşında idi. Nice yıl onları dîne dâvet etti, çağırdı. Yalnız oğulları Sâm, Hâm, Yâfes ile az kimse îmân etti. Çoğu kulak asmadı. Kendi oğlu Yâm yâni Ken'an bile îmân etmedi. Nûh aleyhisselâm ile alay ettiler, ona işkence yaptılar. Nihâyet tûfân oldu. Çok yağmur yağdı. Sular her tarafı kapladı. Altı ay sonra yağmurlar durdu, sular çekildi. Nûh aleyhisselâmın gemisi Irak'taki Cudi dağına oturdu. İnsanlar onun üç oğlundan türedi. Nûh aleyhisselâma bu yüzden ikinci Âdem de denildi. Sâm'dan, Arab, Fars ve Rum; Hâm'dan Hindistan, Habeş ve Afrika halkı; Yâfes'ten de Asyalılar ve Türkler meydana geldi. Bering boğazından Amerika'ya da geçip yerleşenler oldu. (Ahmed Nişâpûrî, Nişancızâde, Kisâî)
Nûh aleyhisselâmdan sonra Arabistan yarımadasında yerleşenlere Arab-ı bâide denir. Âd, Semûd ve Amâlika kavimleri (toplulukları) bunlardandır. Hûd aleyhisselâm Âd, Sâlih aleyhisselâm da Semûd kavmine peygamber olarak gönderilmişlerdir. Hepsi Sâm'ın soyundandır. Keldânîler, Âsurîler, Süryânîler, Finikeliler, İbrâniler de aynı soydandır. (Kisâî, Nişâncızâde)

SAMED (Es-Samed): Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiçbir kimseye, hiçbir şeye ihtiyâcı olmayan, bütün mahlûkâtın (yaratılmışların) kendisine muhtaç olduğu yüce Allah.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Ey Resûlüm!) De ki: O Allah tektir (eşi ortağı yoktur). Allah Samed'dir. (İhlâs sûresi: 1, 2)

SAN'AT: Ustalıkla, hünerle yapılan iş.
En iyi ticâret bezzâzlıktır, yâni kumaş satmaktır. En iyi san'at, terziliktir. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Allahü teâlâ, fende ilerleyen, san'at sâhibi olan kulunu elbette sever. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Adî ve Münâvî)
En üstün helâl kazanma yolu, silâhla ve kalemle cihâddır. İkinci derecede ticâret, üçüncüsü zirâat, dördüncüsü san'attır. (Muhammed Rebhâmî)
Bütün san'atlar, farz-ı kifâyedir. Bunu düşünerek, bir san'ata yapışmak ibâdet etmek olur. Kim olursa olsun her san'atı öğrenmek ve hele harb vâsıtalarını en modern, en ileri şekilde yapmağa çalışmak farzdır. (İmâm-ı Gazâlî)
İnsanoğlunun bir san'atı öğrenmeğe ihtiyâcı vardır. Bunun için de, araştırmak, düşünmek, tedkîk etmek, çalışmak lâzımdır. Fen ve san'at, insanlığa, yaratılış îcâbı lâzımdır. (Ali bin Emrullah)
Bir insanın, her san'atı öğrenmesi mümkün değildir. Her bir san'atı muayyen (belirli) kimseler öğrenir, yapar. Herkes, kendine lâzım olan şeyi, bu san'at sâhibinden alır. Bu san'at sâhibi de, kendine lâzım olan başka bir şeyi, onu yapan diğer san'at sâhibinden alır. Böylece insanlar, birbirlerinin ihtiyâçlarını te'min eder. Bunun için, insan yalnız yaşayamaz. Bir arada yaşamaya mecbûrdurlar. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

SANÂYİ' ŞİRKETİ: İki veya daha fazla san'at sâhibinin başkasından iş kabûl ederek ücretini paylaşmak üzere veya fabrika kurup îmâlât kârını paylaşmak üzere kurdukları şirket, ortaklık. Şirket-i A'mâl.
Sanâyi' şirketinde iş, işçilik eşit, kâr farklı olabilir. Bir şirketin alacağı siparişi, her ortak yapar, her ortak iş kabûl eder ve satış yapar. Her birinin kazancına ve zararına, her ortak, sözleşmedeki oranda ortaktır. (Ali Haydar Efendi)

SANEM: Put, odundan, altından ve gümüşten yapılan insan heykeli. (Bkz. Put)
Saneme tapınmak ve onun fayda ve zarar vereceğine inanmak şirktir (Allahü teâlâya ortak koşmaktır.) (Tahtâvî)

SAPIK: Doğru yoldan ayrılan, îtikâdında (îmân bilgilerinde) ve ibâdetleri yapmasında veya yaşayışında Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebinden (Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolundan) ayrılan, yanlış yollara sapan kimse.
İlmin azalması, âlimlerin azalmasıyla olur. Câhil din adamları, kendi görüşleri ile fetvâ vererek fitne çıkarırlar. Hem kendileri doğru yoldan saparlar, hem de insanları saptırırlar. (Hadîs-i şerîf-Mişkât)
Müslüman olduğunu söyleyen veya cemâat ile namaz kılarken görülen bir kimsenin müslüman olduğu anlaşılır. Sonra bunun bir sözünde, yazısında veya bir hareketinde Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri îmân bilgilerine uymayan bir şey görülürse, bunun küfür veya sapıklık olduğu kendisine anlatılır. Bundan vazgeçmesi, tövbe etmesi söylenir. Kısa aklı, bozuk düşüncesi ile cevap verir vazgeçmezse, bunun sapık veya mürted (dinden çıkan) olduğu anlaşılır. (Enver Şah Keşmîrî)
Mânâları açık olmayan nassları (âyeti kerîme ve hadîs-i şerîfleri) yanlış te'vîl ederek (yorumlayarak) yanlış inanan kimseler, sapık veya bid'at ehli olur. Bu kimseler, Ehl-i sünnetin doğru yolundan ayrıldığı için, Cehennem'e gidecektir. Bu kimse mân âsı açık olan nasslara inandığı için azabda sonsuz kalmayacak, Cehennem'den çıkarılacak, Cennet'e sokulacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâbının (arkadaşlarının) yolunda gidenler Cehennem'den kurtulacağı müjdelenen kimselerdir. Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkarılan bilgiler içinde kıymetli, doğru olan, yalnız büyük islâm âlim lerinin, Kitâbdan (Kur'ân-ı kerîmden) ve sünnetten anlayıp bildirdikleri bilgilerdir. Çünkü her bid'at sâhibi, yâni her reformcu ve her sapık kimse, bozuk düşüncelerini kısa aklı ile Kitâbdan çıkardığını söylüyor. Ehl-i sünnet âlimlerini gölgelemeğe kalkışıyor. Demek ki, Kitâbdan ve sünnetten çıkarıldığı bildirilen her sözü, her yazıyı doğru sanmamalı, yaldızlı propagandalarına aldanmamalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

SARF SATIŞI: Nakd hâlindeki veya işlenmiş altını ve gümüşü birbirleri karşılığında satmaktır.
Sarf satışında satanın ve alanın sözleşmeden sonra, ayrılmadan kabz etmeleri yâni eline veya cebine almaları lâzımdır. (Ali Haydar Efendi)

SARF VE NAHV İLMİ: Arabî dilbilgisi. Sarf; kelime bilgisi; kelimelerde meydana gelen değişikliklerden ve birbirlerinden türemelerinden bahseden ilim. Nahv; cümle bilgisi; kelimelerin cümle içinde fiil, fâil (özne), mef'ûl (nesne, tümleç) olma gibi durumlarından ve buna göre sonlarının aldıkları i'râbdan (harekelerden) bahseden ilim.

SARIK: Kavuk, fes, takke gibi başlıkların üzerine sarılan tülbent veya şal. (Bkz. İmâme)
Başa beyaz sarık sarmak müstehâbdır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bâzan siyâh sarık da sarar, ucunu iki küreği arasına iki karış uzatırdı. (İbn-i Âbidîn, İbrâhim Hakkı)

SARÎH: Belli, açık, meydanda olan. Kendisinden kasd edilen mânânın açıkça anlaşıldığı lafız (söz).
Yalnız boşamakta kullanılan seni boşadım, sen bana haramsın gibi sarîh bir lafzı (sözü) şaka olarak veya şaşırarak da söylediği anda, yanında değil ise, mektup veya vekîli ile bildirince, bir talâk (boşama) olur. (İbn-i Âbidîn)
Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde sarîh bildirilmemiş bulunan ahkâmı (hükümleri) ve mes'eleleri, sarîh ve geniş anlatılmış mes'elelere benzeterek meydana çıkarmaya uğraşmaya ictihâd denir. (S. Abdülhakîm-i Arvâsî)
Bir şey anlatıldığı zaman sarîh olarak îzâh edilmelidir. İfâde, karşısındakini suâl sordurmayacak şekilde sarîh olmalıdır. (Taşköprüzâde)

SAVM: Oruç. Fecrin (tan yerinin) ağarmasının evvelki vaktinden (imsaktan) akşam namazı vakti girinceye kadar, yemeği, içmeği ve cimâ'ı terk etmek. (Bkz. Oruç)

SAVMEA: Hıristiyanların ibâdet yeri. Kilise, bîa. (Bkz. Kilise)

SA'Y:
1. Hac ve ömre ibâdeti için Mekke-i mükerremeye gelen kimsenin Mescid-i Haram (Kâbe ve avlusu) yakınındaki Safâ ve Merve tepeleri arasında usûlüne göre Safâ'dan başlayarak Merve'ye ve Merve'den Safâ'ya yedi kere gidip gelmesi. Sa'y, dört gidiş ve üç gelişten ibârettir.
Kârin hacı yâni hac ile ömreye birlikte niyet eden, önce ömre için tavâf ve sa'y eder, sonra ihrâmını çıkarmadan ve traş olmadan hac günlerinde hac için, tekrar tavâf ve sa'y yapar. (İbn-i Âbidîn)
Sa'y, hac ve ömrenin vaciplerindendir. ( M. Zihnî Efendi)
Sa'y ederken her bir tepede (Safâ ve Merve'de) Kâbe görününceye kadar tepeye çıkılır. (M. Zihnî Efendi)
Tavâf ve sa'y ederken ezân okunursa, bunlar bırakılıp namazdan sonra tamamlanır. (İbn-i Âbidîn)
2. Çalışmak, iş görmek, gayret etmek.
Cenâb-ı Hak sa'yinizi meşkûr eylesin (karşılığını versin). (Ahmed Fârûkî)

SAYD: Av hayvanı yâni eti yenen hayvanların etleri için, eti yenmeyenlerin ise (domuz hâriç) deri ve diş gibi yerlerinden faydalanmak veya zararlarından emin olmak için avlanan hayvan.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Deniz saydı yapmak ve onu yemek size helâl kılındı ki hem size, hem de yolcu olanlarınıza faydalı olsun. Kara saydı ise ihramda bulunduğunuz müddet içerisinde size haram edildi. (Mâide sûresi: 96)

SAYHA: Şiddetli ses; korkunç gürültü.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Azâb emrimiz gelince, Şuayb aleyhisselâmı ve berâberinde îmân edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. O zulmedenleri ise, bir sayha yakaladı da yurtlarında çöküp helâk oldular. (Hûd sûresi: 94

S - 4

SEÂDET: Mutluluk, bahtiyarlık. Dünyâda ve âhirette mutluluk.
Eshâbım için, fakir olmak seâdettir. Âhir zamanda gelecek olan ümmetim için, zengin olmak seâdettir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Sâlihlerle berâber olmak sonsuz seâdetin anahtarıdır (Ca'fer-i Huldî)
Seâdet, ömrü uzun ve ibâdeti çok olanındır. (İmâm-ı Rabbânî)
İki cihân seâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız dünyâ ve âhiretin efendisi olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olmağa bağlıdır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Bütün üstünlükler, faydalı şeyler İslâmiyet'in içindedir. Eski dinlerin, görünür, görünmez bütün iyiliklerini İslâmiyet kendinde toplamıştır. Bütün seâdetler, muvaffakiyetler (başarıların sırrı) ondadır. İslâmiyet, yanılmayan, şaşırmayan akılların ka bûl edeceği esaslardan ve ahlâktan ibârettir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Din bilgileri, dünyâda ve âhirette huzûru, seâdeti kazandıran bilgilerdir. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
Bir kulun, Allahü teâlânın beğendiği işleri kolayca yapabilmesi, sünnete göre hareket etmesi, sâlih kimseleri sevmesi, eş dost ile güzel geçinmesi, Allah rızâsı için insanlara iyilik yapması, müslümanların işini görmesi ve vakitlerini Allahü teâlânın dînine hizmetle geçirmesi, seâdet alâmetlerindendir. (Ebû Ali Cürcânî)

Seâdet-i Ebediyye: Sonsuz, ebedî mutluluk, bahtiyârlık.
Seâdet-i ebediyyeye kavuşmak için müslümân olmak lâzımdır. ( İmâm-ı Mâverdî)
Cehennem'den kurtulmak ve seâdet-i ebediyyeye kavuşmak, Peygamberlere aleyhimüsselâm tâbî olmaya bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

SEB' ETMEK: Kötülemek, dil uzatmak.
Eshâbımdan birini seb' edenlere, Allahü teâlâ, melekler ve bütün insanlar lânet etsin. (Hadîs-i şerîf-Savâik-ül-Muhrika)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Bir kimsenin ana-babasına seb' etmesi büyük günâhlardandır." Eshâb-ı kirâm; "Yâ Resûlallah! Bir kimse ana-babasına sebb eder mi?" dediler. Resûlullah efendimiz de; "Evet bir kimse başkasının babasına seb' ederse, o da onun babasına seb' eder. Başkasının anasına seb' ederse, o da onun anasına seb' eder" buyurdu.
Ehl-i sünnetten (Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolundan) ayrılmış olan yetmiş iki bozuk fırkanın hepsi, Ehl-i kıble oldukları, her ibâdeti yaptıkları hâlde âdil değildirler. Çünkü ya mülhid olarak îmânları gitmiştir, yâhut bid'at sâhibi olmuşlar dır. Bunlar, Ehl-i sünneti seb' ederler ki, bu da büyük günâhtır. (Abdülganî Nablüsî)
Müslümanları seb' etmek, günahtır. Böyle olanın şâhidliği kabûl olmaz. (Alâüddîn Haskefî)

SEBBİYYE: Hazret-i Ali'yi seviyoruz deyip Eshâb-ı kirâmın çoğunu kötüleyen bozuk fırka.
Eshâb-ı kirâma iftirâ edenler üç grupta toplanmaktadır:Birincisi; Tafdîliyye; hazret-i Ali Eshâbın en üstünüdür diyorlar. İkincisi; Sebbiyye; Eshâb-ı kirâmdan birkaçından başkası zâlim, kâfir oldu, diyorlar. Üçüncüsü; Gulât (azgınlar); hazret-i Ali t anrıdır, diyorlar. (Abdülazîz Dehlevî)

SEBE' SÛRESİ: Kur'ân-ı kerîmin otuz dördüncü sûresi.
Sebe' sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Elli dört âyet-i kerîmedir. On beşinci âyet-i kerîmede geçen Yemen'de yaşayan kabîlenin adı olan Sebe' kelimesinden dolayı, Sûret-üs-Sebe' denilmiştir. Sûrede; Allahü teâlânın ilminin genişliği, Allahü teâlân ın Sebe halkına lütufları ve onların nankörlük göstermeleri yüzünden uğradıkları felâketler, güzel ve faydalı işlerden başka hiçbir şeyin insanı Allahü teâlâya yaklaştırmayacağı, âhirette izin verilenler hâriç kimsenin kimseye faydası dokunmayacağı bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Kurtubî)
Allahü teâlâ Sebe' sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Ey sevgili Peygamberim!) Seni, dünyâdaki, bütün insanlara ebedî seâdeti müjdelemek ve bu seâdet yolunu göstermek için gönderiyorum... (Âyet: 28)
Kim Sebe' sûresini okursa, hiçbir resûl ve nebî kalmaz ki, kıyâmet günü ona arkadaş olmasın ve müsâfeha etmesin. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

SEBEB: Vâsıta. Bir işte te'siri olmayan fakat o işin yapılmasını, vücûdunu, var olmasını îcâb ettiren şey.
Allahü teâlâ, her şeyin yaratılması için belli şeyleri sebeb yapmıştır. Belli maddeleri, belli şeylere sebeb yaptığı gibi, insanın maddî ve mânevî gücü, çeşitli enerjiler de, birçok şeylerin yaratılmasına sebebdirler. Allahü teâlâ, bir kuluna bir şey ihsân etmek, iyilik vermek isterse, o kimseyi o şeyin sebebine kavuşturur ve o şey var olur. O dilemezse hiçbir şey var olmaz. Hikmetini, yaratmasını sebeblerle örtmüş, gizlemiştir. Çok kimse, yalnız sebebleri görmekte, sebebler arkasındaki hikmeti, O'nun yaratmasını anlayamamaktadır. Bu anlayışsızlığı da, onun felâketine sebeb olmaktadır. (Abdülhakîm Arvâsî)
Allahü teâlâ, herkese lâyık olanı, umduğunu verir.Sebebleri görenin işlerini, arzûlarını sebeb ile yaratır. Sebebleri değil de, bunların sâhibini görene sebebsiz verir. Nitekim hadîs-i kudsîde; "Kullarım beni zannettikleri gibi bulur." buyurmaktadır. Evliyâ (Allahü teâlânın sevdiği kulları) yalnız sebeblerin sâhibini, sebeblere kuvvet ve te'sir edeni görüp, sebebleri görmez. (İmâm-ı Rabbânî)
Başkalarının günâh işlemelerine sebeb olmak, yalnız günah işlemekten daha çok günâhtır. Başkalarının bu günâhı işlemelerinin günâhları da, kıyâmete kadar bunlara sebeb olana yazılır. (M. Hâdimî)
Vakt, namazın sebebidir. Vakit girince namaz farz olur. Vakt, namazın meydana gelmesinde doğrudan te'sirli olmayıp, sâdece namazın kılınması, onun var olmasını îcâbettirir. (Serahsî)
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol