Sloganın burada duracak

Dini Terimler Sözlüğü (S-1)

Sebeb-i Nüzûl: Kur'ân-ı kerîmin nüzûl (inme) sebebi. (Bkz. Esbâb-ı Nüzûl)

Sebeb-i Vürûd: Hadîs-i şerîflerin buyurulma, söylenme sebebi.
Âyet-i kerîmeleri tefsîr etmek için nüzûl sebeblerini bilmek lâzım olduğu gibi, hadîs-i şerîflerin de açıklanması, îzâhı için sebeb-i vürûdlarını bilmek lâzımdır. (İmâm-ı Süyûtî)

SEBEİYYE: Hazret-i Ali'ye tanrı diyen bozuk fırka. Bunlara Hurûfîler de denir.
Sebeiyye fırkasının kurucusu, Abdullah ibni Sebe'dir. Sebeiyye fırkasında olanlar, Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) hepsine fâsık (günahkâr), hattâ kâfirdir (imânsız) dediler. İbn-i Mülcem, hazret-i Ali'yi öldürmedi. Şeytan, haz ret-i Ali'nin şekline girmişti. Şeytanı öldürdü. Hazret-i Ali bulutlar içindedir. Gök gürlemesi onun sesidir. Şimşek, kamçısıdır dediler. İran'ın Esterâbâd şehrinde ortaya çıkan Fadlullah Hurûfî isminde birisi, Sebeiyye yoluna daha birçok hurâfe ve yalan da katarak hurûfîlik ismini verdi. (Abdülkâhir Bağdâdî, Abdülazîz Dehlevî)

SEBÎL: Yol; su dağıtılan yer ve dağıtılan şeyler.
Eskiden işlek yollar üzerinde, gelip-geçenlerin su ihtiyâçlarını Allah rızâsı için ücretsiz olarak karşılamak üzere inşâ edilen çeşme.
İnsanlara insanca muâmeleyi şiâr edinen, onlara her an Allah rızâsı için hizmet vermeyi kendine vazîfe bilen müslümanlar, asırlar boyunca, inşâ ettikleri sebiller ve çeşmeler vâsıtasıyla, dînimizce çok sevâb olan su dağıtımını gerçekleştirdiler. Gene llikle câmi, türbe, mescid gibi umûma açık binâların bir parçası olarak; pâdişâh, harem mensupları, devlet büyükleri veya mâlî durumu elverişli olanlar tarafından inşâ edilen sebillerde, bayram ve kandil günleri, buzlu şerbet dağıtılırdı. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Osmanlılar zamânında, bütün memleket arâzisi boyunca, hanlar ve kervansaraylar bulunur; buralarda ve hac yolunda, Kâbe-i muazzamada ve Medîne-i münevverede sebîl dağıtılırdı. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)

SEB'İYYE: Bozuk fırkalardan biri olan İsmâiliyye fırkasının diğer bir adı. Bu fırka, şerîat (din) sâhibi peygamberlerin sâdece yedi tâne ve yedincisinin Mehdî olduğunu, ayrıca her asırda yedi imâmın bulunduğunu iddiâ ettikleri için bu isimle anılmışlardır.
Seb'iyye'nin kurucusu, Kaddah diye bilinen Meymun bin Deysan'dır. Kaddah, İran'ın Ahvâz şehri civârında mecûsîlikteki bâtıl inanışları İslâm dînindenmiş gibi göstererek anlattı. Önce kendisinin Ali bin Ebî Tâlib'in (radıyallahü anh) kardeşi Ukayl'ın neslinden (soyundan) olduğunu söyledi. Ona tâbi olanlar yediciler mânâsına Seb'iyye ismini aldılar. (Abdülkâhir Bağdâdî, Abdülazîz Dehlevî)

SEC': Nesirde cümle sonlarının kâfiye şeklinde birbirine uygunluğu.
İslâm âlimleri, Kur'ân-ı kerîmin î'câzını (eşsizliğini, mûcize olduğunu) başka başka bildirdiler. Çok kimse, Kur'ân-ı kerîmin nazmı garîb, üslûbu acîbdir yâni bilinenlerden başkadır. Arab şâirlerinin nazmlarına, üslûblarına benzemediği için mûcizedir dediler. Sûrelerin başındaki ve sonundaki ve kıssalarındaki nesr kısımları da böyledir. Sec'lerin Kur'ân-ı kerîmde mevcûd olmaları, insan sözlerindeki sec' gibi değildir. İnsanlar, bunları Kur'ân-ı kerîmdeki gibi yapamadılar. Arabça'yı iyi bilen bir kimse, Kur'ân-ı kerîmin îcâzını açıkça anlar. Kur'ân-ı kerîmdeki îcâz, hem belâgatının yüksek olmasından, hem de nazmının garîb olmasındandır. Yâni hiç görülmemiş bir nazm (dizilme) olmasındandır. (İmâm-ı Rabbânî)

SECÂVEND: Kur'ân-ı kerîmin, mânâsına uygun ve doğru okunabilmesi için durak ve geçiş yerlerini gösteren işâretler.
Kur'ân-ı kerîmin secâvendleri şunlardır: Cim: Câiz geçmek ondan, hem revâ Durmak fakat evlâdır sana. Ze: Câiz onda dahi durdular, Geçmeyi daha iyi gördüler. Tı: Mutlaka durmak nişânıdır, Nerde görsen, orda hemen dur. Sad: Durmakta ruhsat var dediler, Nefes almağa izin verdiler. Mim: Lâzım durmak burada elbet, Geçmede küfürden korkulur pek. Lâ: Durulmaz! demektir her yerde, Durma hiç! alma hem nefes de. Bu tertible oku, itmâm et Sevâbın cümleye ihsân et. (Ahmed İbni Kemâl Paşa)
Secâvendlerden ayn harfi rükû demektir. Hazret-i Ömer'in namaz kıldırırken ayakta okumayı bitirip, rükûa eğildiğini gösterir. Ayn işâreti hep âyetlerin sonunda bulunmaktadır. Lâ bulunan yerde durulursa evvelki kelime ile birlikte tekrar okunur. (M. Sıddîk Gümüş)

SECCÂDE: Yere serilip üzerinde namaz kılınan küçük halı, kilim, hasır, bez gibi temiz sergi, namazlık.
Üzerinde dînî yazı, hattâ bir harf bulunan kâğıdı, örtüyü, seccâdeyi yere koymak, yere sermek tahrîmen mekruhtur (Harama yakın günâhtır). Bunları her ne için olursa olsun kullanmak ve yere sermek, o dînî yazıya hakâret etmek ve kıymet vermemek olur. Bunları, hakâret etmek için sermek veya kullanmak küfür olur. (Abdülganî Nablüsî)
Üzerinde Kâbe resmi, câmi resmi veya mübârek yazılar bulunan halıları, seccâdeleri yere sermek câiz değildir. Bunları zînet (süs) için duvara asmak câiz olur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

SECDE: Namazın içindeki farzlarından; namazda alnı, burnu, el ayalarını, dizleri ve ayak parmaklarını yere koyma.
Kul şu yedi âzâ üzerine secde eder; yüzü, iki avucu, iki dizi, iki ayağı. (Hadîs-i şerîf-Halebî)
Secde ettiğin zaman, yırtıcı kuşlar gibi, iki kolunu yere döşeme, avucuna dayan. Pazun ile koltuk arasını vücûduna yapıştırma. Böyle yaparsan, her uzvun secde etmiş olur. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ül-Cenne)
Yâ Fâtıma! Allahü teâlâ, bir kimsenin bir kimseye secde etmesini emir buyursa idi, ben de kadının kocasına secde etmesini emr ederdim. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ül-Cenne)
Cenâb-ı Hak kulunu yoktan var etti. Eline cömertlik, başına da secde kâbiliyeti verdi. Aksi takdirde ne el cömertlik, ne baş secde edebilirdi. (Sâdî Şîrâzî)
Secde yalnız, Kâbe'ye karşı Allahü teâlâ için yapılır. Kâbe için yapılmaz. (İbn-i Âbidîn)

Secde Âyetleri: Okunduklarında veya işitildiğinde secde yapılan, Kur'ân-ı kerîmdeki on dört secde âyet-i kerîmesi. Bunlar: A'râf: 206, Ra'd: 15, Nahl: 50, İsrâ: 109, Meryem: 58, Hac: 18, Furkân: 60, Neml: 25, Secde: 15, Sa'd: 24, Fussilet: 37, Necm: 62, İnşikâk: 21, Alak: 19. âyet-i kerîmeleridir.
Secde âyetlerinden birini okuyanın veya işitenin, mânâsını anlamasa da, bir secde yapması vâcibdir. Başkasının okuduğu yerde bulunan, fakat işitmiyen kimse, secde etmez. Secde âyetini yazan, heceleyen, secde yapmaz. Secde âyet-i kerîmesinin tercümesi ni okuyan veya işiten bunun secde âyeti olduğunu anlarsa, secde yapar. Namaz kılması farz olan kimselerin secde âyetini işitince secde yapmaları vâcib olduğundan secde âyetini işiten cünübün, sarhoşun da abdest aldıkları zaman secde etmeleri lâzımdır . (İbn-i Âbidîn)

Secde-i Sehv: Yanılma secdesi; namazda bir farzın veya vâcibin, vaktinden önce veya sonra yapılması yâhut vâcibin terkinde yapılması lâzım gelen secde.
Birkaç kere secde-i sehv îcâb etse, bir kere yapmak yetişir. (Halebî)

Secde-i Şükr: Bir nîmete kavuşan veya bir dertten kurtulan kimsenin Allahü teâlâ için yaptığı secde.
Secde-i şükr, tilâvet secdesi gibidir. Yâni abdestli olarak kıbleye karşı ayakta durup, elleri kulaklara kaldırmadan Allahü ekber deyip secdeye gidilir. Önce niyet etmek lâzımdır. Secdede önce Elhamdülillah, sonra secde tesbihi (sübhâne rabbiyel a'lâ ) okunur. Secde-i tilâvette ise "Elhamdülillah" okunmaz. Vakit namazlarından sonra secde-i şükr yapmak mekruhtur, yâni Peygamber efendimiz böyle yapmamıştır. Bid'at olur. (Tahtâvî, M.Ma'sum-i Fârûkî)

Secde-i Tilâvet: Kur'ân-ı kerîmin on dört yerindeki secde âyetinden birini okuyan veya duyanın yapması vâcib olan secde.
Bir kimse hüzünden, sıkıntıdan kurtulmak için, Allahü teâlâya kalbinden yalvararak, on dört secde âyetini ezberden ayakta okuyup, herbirinden sonra hemen secde-i tilâvet yaparsa, Allahü teâlâ o kimseyi o derd ve belâdan korur. (İmâm-ı Nesefî)

Secde Sûresi: Kur'ân-ı kerîmin otuz ikinci sûresi.
Secde sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Otuz âyet-i kerîmedir. On beşinci âyetinde geçen Secde kelimesinden dolayı Sûret-üs-Secde denilmiştir. Sûrede; Allahü teâlânın her şeyi güzel yarattığı, öldükten sonra tekrar dirilmeyi inkâr edenlerin âhirette pişmân olacakları, hazret-i Mûsâ'nın İsrâiloğullarına yol gösterici olarak gönderildiği bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Mücâhid, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ Secde sûresinde meâlen buyuruyor ki:
İsrâiloğullarından da (dinlerinde) sabrettikleri için, emrimizle (insanları doğru yola götürecek) imâmlar kılmıştık. Onlar (Tevrât'taki) âyetlerimizi yakînen biliyorlardı (Âyet: 24)
Kim Secde ve Mülk sûrelerini yatsı namazından sonra okursa, sanki Kadir gecesini ihyâ etmiş (ibâdetle geçirmiş) gibi sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

SECİYYE: Ahlâk, tabiat, huy.
Bir insan İslâm âlimlerini görüp, doğru yolu öğrendikten sonra yolunu şaşırırsa, bu onun seciyyesinin bozukluğundandır. (İmâm-ı Rabbânî)

SEDD-İ ZÜLKARNEYN: Kur'ân-ı kerîmde Zülkarneyn adıyla bildirilen peygamber veya evliyâ olan mübârek bir zâtın, Ye'cûc ve Me'cûc için yaptırdığı sed.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede Sedd-i Zülkarneyn ile ilgili meâlen şöyle buyurdu:
(Zülkarneyn) Sonra yine bir yol buldu (doğudan kuzeye gitti). Nihâyet iki dağ arasına ulaştığı zaman onların önünde hemen hiç söz anlamayan bir kavim buldu. Onlar (tercümanları vâsıtasıyla); "Ey Zülkarneyn! Ye'cüc ve Me'cûc tâifesi (topluluğu) bu yerde fesat (kâtil, tahrip, zirâatı telef) edicilerdir. Acabâ biz sana masrafını tâyin etsek de bizimle onların arasında sed yapsan" dediler. (Zülkarneyn); "Rabbimin bu işte bana verdiği kudret, sizin vereceğiniz harâç ve masraftan hayırlıdır. Haydi siz bana (bedenî) kuvvetle (ve lâzım olan âletlerle) yardım edin de, sizinle onların arasına sağlam bir set yapayım. Bana demir kütleleri getirin" dedi. Tâ ki, iki yanı (iki dağın arası) eşit oldu. Sonra (çalışanlara) üfleyin (körüklerle ateşi tutuşturun) dedi. Nihâyet o (demir) ateş gibi olunca; "Getirin bana üstüne erimiş bakır dökeyim" dedi. Artık (Ye'cûc ve Me'cûc kavmi) onu aşmaya güç yetiremedikleri gibi, onu (duvarı) delip geçmeye de kâdir olamadılar. (Zülkarneyn) "İşte bu (Sedd-i Zülkarneyn) Rabbimin va'di geldiği vakit (kıyâmet yaklaştığı zaman) ise, o bunu dümdüz yapar. Rabbimin va'di bir haktır. (Kehf sûresi: 92-98) Eğer maksûd eserse mısra-ı berceste kâfidir Aceb hayretteyim ben Sedd-i İskender husûsunda
(Koca Râgıb Paşa)

SEFÂHET: Aklın az ve hafîf olması. Malını dînin ve aklın beğenmediği yerlere sarfetme. Lüzumsuz harcama. Süse, eğlenceye ve her türlü kötülüğe, harama düşkünlük. Akıl azlığı.
Sefâhet kalb hastalıklarındandır. Sefâhet aklın az ve hafîf olmasındandır. İnsanı israfa alıştırır. (İmâm-ı Birgivî)
Aklı olmayan delidir. Aklını kullanmıyan sefihtir. Akla uygun iş yapmamak sefâhettir. (İmâm-ıRabbânî)

SEFER:
1. Senenin kısa günlerinde, insan veya deve yürüşü ile üç günde gidilecek yere gitmeyi niyet ederek, bulunduğu yerin kenar evlerinden dışarı çıkmak.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
... Sizden biriniz hasta yâhut seferde olursa, bu hâldeki oruçlarını sonra tutsun. (Bekara sûresi: 185)
Sizden birisi sefere çıktığında kardeşlerine vedâ etsin. Zîrâ Allahü teâlâ onların duâları sebebiyle o kimse için bereket ihsân eder. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Seferde kavmin seyyidi (efendisi) onlara hizmet edendir. Hizmette önde olanın fazîletini, şehîdlik müstesnâ, kimse hiçbir şeyde bulamaz. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
2. Harbe gitme, savaş.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Eğer (dâvet olundukları şey) yakın (ve dünyevî) bir menfaat, orta bir sefer olsaydı elbette senin arkana düşerlerdi. Lâkin o meşakkatli mesâfe (Tebük seferi) onlara uzak geldi. Bununla berâber "Eğer gücümüz yetseydi sizinle berâber sefere çıkardık" diye Allah'a yemin edeceklerdir. Bunlar (bu sûretle) kendilerini helâke sürüklerler. Allah biliyor ki, onlar hiç şüphesiz ve muhakkak yalancıdırlar. (Tevbe sûresi: 42)

Sefer Der Vatan: Nakşibendiyye yolunun on bir temel esâsından biri. Sâlikin (tasavvuf yolunda bulunan kimsenin) kötü ahlâk, beşer (insan) tabiatının sıfatlarından kurtulması, beşerî sıfatlardan meleklere âit sıfatlara, kötü, çirkin vasıflardan, iyi, güzel ahlâka geçm esi.
Şahsı kötü bir kimse, nereye sefer ederse etsin, kötü çirkin vasıflar ondan gitmez. Bu sıfatların ondan gitmesi, ancak sefer der vatan ile mümkündür. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Sefer der vatan nasîb olunca, başkaları arasında düşüncenin dağılması da vatan gibi olan yalnızlığa sefer eder gider. Dışardaki zihin dağınıklığı, kalbe sızamaz. (İmâm-ı Rabbânî)

SEFERÎ: Seferde olan, misâfir, yolcu. Bulunduğu şehirden veya köyden gideceği yolun iki veya bir kenârındaki evlerin dışına çıkarken, senenin kısa günlerinde, insan veya deve yürüyüşü ile, son evden îtibâren üç günde gidilecek yere (Hanefî mezhebinde 104 kil ometre) gitmeye niyyet eden kimse. (Bkz. Vatan)
Seferî olan kimsenin dört rek'at olan farz namazlarını iki rek'at kılması Hanefî mezhebinde vâcibdir. Mest üzerine üç gün üç gece mesh edebilir. Oruç tutmayabilir. Kurbân kesmesi vâcib olmaz. Misâfir rahat ise orucunu bozmamalıdır. Seferî kimse, gitt iği yerde giriş ve çıkış günlerinden başka on beş gün kalmaya niyet ederse veya kendi memleketine girerse mukîm olur. (İbn-i Âbidîn)
Hanefî mezhebinde seferî olan, farzı dört rek'at kılarsa, son iki rek'at nâfile olur. Emri dinlemediği ve nâfilenin iftitâh (başlangıç) tekbirini ve farzın selâmını terk ettiği ve nâfileyi farz ile karıştırdığı için, günahkâr olur. (Alâüddîn Haskefî)
Hür kadının, zevci (beyi) veya ebedî mahrem (evlenmesi haram olan) akrabâsından biri yanında bulunmadan, yalnız veya başka kadınlarla yâhut âkil, bâliğ ve sâlih olmayan mahremi ile üç günlük yola gitmesi (üç mezhebde de) haramdır. Şâfiî mezhebinde ka dınlar mahremsiz olarak, farz olan hacca gidebilir. (Hâdimî, Abdülganî Nablusî)

SEFERÎLİK: Senenin kısa günlerinde insan veya deve yürüyüşü ile üç günde gidilecek yere gitmeye niyet ederek bulunduğu yerin kenar evlerinin dışına çıkmak. (Bkz. Müsâfir, Sefer)

SEFÎH: Malını dînin ve aklın uygun görmediği yere harc eden, aklı az olan. (Bkz. Sefâhet)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Mallarınızı sefihlere vermeyiniz. (Nisâ sûresi: 5)
Bir kimsede üç şeyden biri bulunmazsa ameli (ibâdeti) kıymet ifâde etmez ve hesâba değmez. Haramdan alıkoyacak takvâ, Allah korkusu, sefihe uymaktan men edecek hilm (yumuşaklık) , halk arasında hüsn-i muâmele ile yaşıyacağı bir ahlâk. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Kalbine ilâhî bir nûr penceresinin açılmasını isteyen, sefîh kimselerle düşüp kalkmayı bıraksın. (İmâm-ı Şâfiî)
Sefîh ve câhil bir kimse, konuşunca; ona cevap verme! Sükût, ona cevap vermekten daha hayırlıdır. (Muhammed bin İdris)

SEFÎNE-İ NÛH: Nûh'un (aleyhisselâm) tûfân sırasında bindiği gemisi.
Sefîne-i Nûh'un yapımı bitince, tûfân oldu. Nûh aleyhisselâma inanan mü'minler bu gemiye bindi. Gemiye binenlerin seksen kişi olduğu ve geminin üç kat olduğu çeşitli kitaplarda yazılıdır. (Nişâncızâde, Kisâî, Taberî)

SEHÂVET: Cömert olmak. Parayı, malı hayırlı, iyi yerlere dağıtmaktan, lezzet almak. (Bkz. Cömerdlik)
Sehâvet, Cennet'te bir ağaçtır.Cömerd olan onun bir dalını yakalamıştır. O dal onu, Cennet'e götürmeden bırakmaz... (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfret)
Sehâvet, iyi huyların en yükseklerindendir. (Muhammed Hâdimî)

SEHER VAKTİ: Duâların kabûl olduğunun bildirildiği, gecenin (güneşin batmasından imsâk vaktine kadar olan zamânın) son altıda biri.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Onlar, geceleri pek az (bir zaman) uyurlar, seher vakitlerinde hep istiğfâr (tövbe) ederlerdi. (Zâriyât sûresi: 17,18)
Üç ses vardır ki, onları, Allahü teâlâ sever. Zikredenin sesi, Kur'ân-ı kerîm okuyanın sesi ve seher vaktinde istiğfâr edenlerin sesi. (Hadîs-i şerîf-Sülûk-ul-Ulemâ)
Gece seher vaktinde ve namazlardan sonra yapılan duâ kabûl olunur. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Seher vaktinde uyanık olmayı mümkün olduğu kadar elden bırakmamalı. Seher vakitlerinde ağlamayı ve istiğfâr etmeyi ganîmet bilip, en büyük iş saymalıdır. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
Seher vaktinde ibâdet eyle ki, yarın Sırat'tan geçerken her tarafın aydınlık olsun. (Süleymân bin Cezâ) Binlerce top ve tüfek, yapamaz aslâ, Göz yaşının seher vakti yaptığını, Düşman kaçıran süngüleri çok defâ, Toz gibi yapar, bir mü'minin duâsı.
(Muhammed Rebhâmî)

SEHV: Yanılma.
Ey dünyâ ile mağrûr olan zavallı, gündüzün sehv ve gafletle, gecen de uyku ve istirâhatle geçmektedir. Âkıbetin ise üzüntü, elem ve keder olacaktır. (Ömer bin Abdülazîz)

Sehv Secdesi: Yanılma secdesi; namazda bir farzın veya vâcibin, vaktinden önce veya sonra yapılması yâhut vâcibin terkinde yapılması lâzım gelen secde. (Bkz. Secde)

SE'ÎR: Cehennem'i meydana getiren tabakaların ikincisi. Burada Tevrât'ı değiştirenler yanacaktır.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
... Yahûdîlerden kimi Muhammed aleyhisselâma îmân etti, kimi de ondan yüz çevirdi. O îmân etmeyenlere se'îr alevi kâfidir. (Nisâ sûresi: 55)

SEKAR: Cehennem'i meydana getiren tabakalardan üçüncüsü. Burada İncîl'i değiştirenler azâb görecektir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ben, onu (Velîd bin Mugîre'yi) Sekar'a atacağım. Sekar'ın ne olduğunu bilir misin? Hem o Cehennem, bedeninden hiçbir eser bırakmaz (hepsini helâk eder) hem yine eski hâline getirip (aynı azâbı yapmaya) devâm eder. (Müddessir sûresi: 26,27)

SEKER: Hurmadan elde edilen içki, bir nevi şarap.
Hurma su içinde ısıtmadan bırakılınca, köpüklenir ve tadı keskin olursa buna seker denir. Damlası haramdır. Eğer gazlanmaz ve tadı keskin olmazsa, içilmesi sözbirliği ile helâl olur. (İbn-i Âbidîn)

SEKERÂT-ÜL-MEVT: Ölüm sarhoşluğu, can çekişmesi hâli.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Bir de (bakarsın ki) sekerât-ül-mevt, hak (gerçek) olarak gelmiştir. (Ey insanoğlu!) İşte bu, senin kaçıp durduğun şeydir. (Kâf sûresi: 19)
Misvâk kullanmanın on beş kadar faydası vardır. Bunlardan biri de; sekerât-ül-mevtte, şehâdet kelimesini (Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh) söylemeye sebeb olur. (Hazret-i Ebû Bekr)
İnsan, sekerât-ül-mevt hâlinde iken; cesedi terler, gözleri sür'atle iki tarafa gider, burnunun iki tarafı çekilir, göğüs kemikleri kalkar, soluğu kabarır ve benzi sararır. (İmâm-ı Gazâlî)

SEKÎNE: Rahatlık. Kalb huzûru.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O (Allahü teâlâ) , îmânları üstüne îmân artırsınlar diye mü'minlerin kalblerine, sekîne indirdi. Bütün göklerin ve yerlerin orduları Allahü teâlânındır. Allahü teâlâ, Alîmdir (her şeyi bilir) , Hakîmdir (hikmet sâhibidir) . (Feth sûresi: 4)
Eğer siz O'na (Resûlüme) yardım etmezseniz, bilin ki Allah vaktiyle O'na yardım ettiği gibi yine eder. Hani Mekke kâfirleri O'nu Mekke'den çıkardıklarında bizzat Allah O'na yardım etmişti. (Hicret esnâsındaResûlullah ancak) ikinin ikincisinden ibâretti. O zaman onlar (Sevr dağının tepesindeki) mağaradaydılar. O zaman Peygamber arkadaşına (Ebû Bekr-is-Sıddîk'a); "Mahzûn olma, zîrâ Allah'ın yardımı bizimle berâberdir" diyordu. Allah onun (arkadaşının) üzerine (kalbine) sekînetini indirmiş, O'nu (Habîbini) görmediğiniz (mânevî) ordularla kuvvetlendirmiş, kâfirlerin kelimesini (küfürlerini) alçaltmıştı... (Tevbe sûresi: 40)
İlim ve sekîne sâhibi olunuz. Öğrenirken ve öğretirken yumuşak söyleyiniz. İlim ile tekebbür etmeyiniz (kibirlenmeyiniz) . (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Allahü teâlâyı anmak için oturan kimseleri melekler kuşatırlar. Onları Allahü teâlânın rahmeti kaplar. Onlara sekîne iner. Allahü teâlâ onları kendi katında olanlar arasında anar. (Hadîs-i şerîf-Dimyâtî)

SEKR: Şuursuzluk, kendinde olmama hâli. Tasavvufta mânevî sarhoşluk.
Tasavvuf yolunda ilerlerken, İslâmiyet'te bulunmayan şeylerle karşılaşılmakta ve sekr hâli bulunmakta ise de, yolun sonuna varınca bu bilgilerin ve hâllerin hepsi yok olur. Yalnız İslâmiyet'in bildirdiği şeyler, açık ve geniş olarak bilinir. (İmâm-ı Rabbânî)
Sekr hâlinde olan şeyler, vilâyet (evliyâlık) makâmlarında bulunmaktadır. Sahv (şuurlu olma) hâlinde olan şeyler ise nübüvvet yâni peygamberlik makamındadır. Peygamberlerin yolunda gidenlerin büyükleri, onlara tam uydukları için, onların makâmının sa hvından (uyanıklığından) pay alırlar. (Muhammed Bâki-billâh)
Sekri çok olanın, sözlerindeki uygunsuzluk da çok olur. (Şihâbüddîn Sühreverdî)
Hâlinde doğru ve istikâmet üzere olan sâlik (tasavvuf yolcusu), sekr ânında sevinçli ve hâlini gizleyici olur. (Abdülhakîm Arvâsî)
Şerîat bilgilerinin hepsi nübüvvet mertebesinden çıkmış oldukları için baştan başa sahvdırlar. Bunlara uymayan bilgiler nasıl olursa olsunlar sekrden hâsıl olmuşlardır. Sekr sâhipleri mâzûrdurlar yâni sorguya çekilmez, azâb edilmezler. Hallâc-ı Mansû r "Enelhak" sözünü sekr hâlinde söylemiş olup, mâzûrdur. Yalnız sahv sâhipleri taklid olunur.Sahv bilgilerine uyanlar kurtulur. Sekr bilgilerine uyulmaz. Bunlara uyanlar mâzûr olmaz, sorguya çekilirler, cezâlandırılırlar. (İmâm-ı Rabbânî)

SELÂM (Es-Selâm):
1. Esmâ-i hüsnâdan (Allahü teâlânın güzel isimlerinden). Zâtı ayıplardan (kusurlardan), sıfatları noksanlıklardan ve işleri kötülüklerden uzak, temiz olan.
Eceli gelmeyen bir hastaya elem ve hastalıkları için yüz yirmi bir defâ Selâm (es-Selâm) ism-i şerîfi okunursa, Allahü teâlânın izniyle o kimse şifâ bulur veya hastalığı hafifler. (Yûsuf Nebhânî)
2. İki müslüman karşılaşınca veya ayrılırken birinin diğerine; "Es-selâmü aleyküm" veya "Selâmün aleyküm" yâni dünyâda ve âhirette selâmette ol, sıhhat ve âfiyet sizin üzerinize olsun" demesi, diğerinin de; "Ve Aleyküm selâm" yâni "Bana ettiğin bu gü zel duâ senin de üzerine olsun" diye söylemesi.
Birbirinize selâm veriniz. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, Müslim)
Îmân etmedikçe Cennet'e giremezsiniz. Birbirinizle sevişmedikçe tam îmâna kavuşamazsınız. Size bir şey göstereyim mi? onu yaparsanız, sevişirsiniz. Aranızda selâmı çok yayınız. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır. Selâmına cevap vermek, hastasını yoklamak, cenâzesinde bulunmak, da'vetine gitmek ve aksırıp; "Elhamdülillah" deyince; "Yerhamükallah" diyerek cevap vermek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Selâmda sünnet şöyledir ki; önce büyük küçüğe, şehirli köylüye, devedeki ata binmiş olana, attaki merkebde olana, merkeb üstündeki yaya yürüyene, ayakta olan oturana, az olan çok olana, efendi hizmetçisine, baba oğluna, ana kızına verir. Rütbe ve ni' meti çok olan önce verir. İki müslüman, birbirine aynı anda selâm verirse, her ikisinin de birbirine cevâb vermesi farz olur. Birbirinden sonra selâm verirlerse, ikincisinin verdiği selâm cevâb yerine geçer. Çok kimseye selâm verildiği zaman, bir kişi, hattâ bir çocuk cevâb verince, ötekiler vermese de olur. (MuhammedRebhâmî)
İki müslüman karşılaşınca, birinin "Selâmün aleyküm" demesi sünnet, diğerinin cevap olarak "Ve aleyküm selâm" demesi farz-ı kifâyedir. (Muhammed Rebhâmî)
3. Sevginin ve muhabbetin ifâdesi olarak hayır duâ.
Allahü teâlâya hamd olsun. Resûlullah'a salât ve selâm olsun. Biz bu dünyâdan gider olduk, Kalanlara selâm olsun. Bizim için hayır duâ, Kılanlara selâm olsun.
(Yûnus Emre)

SELÂMET: Her türlü korku ve tehlikeden uzak olma, kurtulma.
Kimi, selâmette olmak sevindirirse, onun san'atı susmak olsun. (Hadîs-i şerîf-Usûl-ü Aşere)
Birbirinize selâm veriniz! Birbirinize yiyecek ikrâm ediniz! Akrabânızın haklarını gözetiniz! Gece herkes uyurken namaz kılınız. Bunları yaparak selâmetle Cennet'e giriniz. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Metcer-ur-Râbih)
Sâlih ameller, İslâm'ın beş şartıdır. Sâlih amelleri yapmadan kalb selâmette olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Nefsin arzûlarını terk eden temiz olur, âfetlerden selâmet bulur. (Ahmed Fârûkî)

SELÂMÜN ALEYKÜM: İki müslüman karşılaşınca veya ayrılırken birinin diğerine; "Ben müslümanım. Benden sana zarar gelmez, selâmettesin. Dünyâda ve âhirette selâmette ol, sıhhat ve âfiyet üzerinize olsun." mânâsına söylenen söz.
"Selâmün aleyküm" diyerek selâm vermek sünnet "Ve aleyküm selâm" diyerek cevap vermek farz-ı kifâyedir. (Muhammed Rebhâmî)

SELEF: Önce gelenler. Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn (Eshâb-ı kirâmı gören büyükler) ve Tebe-i tâbiîne (Tâbiîn'i gören büyüklere) verilen isim.

Selef-i Sâlihîn: Hicrî ilk asrın müslümanları. Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînin büyükleri.
Zamânımız tarîkatçileri, câmilerde mevlid cemiyetleri, ilâhîler, mersiyeler okutuyorlar. Tekkelerde çalgı, tanbur dinliyorlar. Bunlar gibi nice bid'atleri, dinde olmayıp, sonradan dîne sokulan şeyleri tarîkatin îcâbı olarak yapıyorlar, dünyâya düşkün olanlarla, fâsıklarla (açıktan günâh işleyenlerle) birlikte bulunuyorlar. Namazda kavmeye, celseye ve cemâate hattâ Cumâ namazına ehemmiyet vermiyorlar. Selef-i sâlihînin zamanlarında böyle şeyler hiç yoktu. Bunların hiçbiri İslâmiyet'te yoktu. (İmâm-ı Rabbânî)
Selef-i sâlihînin halefleri (sonra gelenleri) olan Ehl-i sünnet âlimleri zamânımıza kadar, hattâ bugün bile yazdıkları kitablarında Selef-i sâlihînin mezhebi olan Ehl-i sünnet îtikâdı (îmân) bilgilerini savunmuşlardır. (Şeyhzâde)
Eshâb-ı kirâmdan sonra insanların en üstünleri, Eshâb-ı kirâmı gören ve onların sohbetinde yetişen müslümanlardır. Bunlara Tâbiîn denir. Bunlar bütün bilgilerini Eshâb-ı kirâmdan almışlardır. Tâbiîn'den sonra insanların en üstünleri Tâbiîn'i gören ve onların sohbetinde yetişen müslümanlardır. Bunlara Tebe-i tâbiîn denir. Selef-i sâlihînden sonra gelen din adamlarının arasında sözleri, işleri Resûlullah'ın ve Selef-i sâlihînin bildirdiklerine uygun olup, îtikâdda (îmânla ilgili bilgilerde) ve amelde bunların yolundan hiç ayrılmayan zekî, akıllı ve İslâmiyet'in hududlarını aşmayan bir kimse, başkalarının kötülemesinden korkmaz. (Muhammed Bahît)

SELEFİYYE: Selef-i sâlihînin (Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn, Tebe-i tâbiînin) yolunda olduklarını iddiâ ettikleri hâlde, onların yolundan ayrılan bozuk îtikâdlı kimseler.
İlk devir müslümanları olan Selef-i sâlihîn, Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdında idiler. Ancak onlar, îmân ve îtikâd bilgilerini, icmâlî (kısaca), Halef denilen ve sonra gelen Ehl-i sünnet âlimleri ise, îtikâd bilgilerini tafsîlî yâni açık ve geniş ol arak bildirdiler. Bu iki tavır, mânâları kapalı olan müteşâbih âyetlerde daha açık görülür. Meselâ Kur'ân-ı kerîmde müteşâbih lafızlardan olan "yed" kelimesinin görünen mânâsı el; "vech" kelimesinin mânâsı yüz demektir. Fakat Allahü teâlâ hakkında bu iki mânâ mahzurlu olduğundan yed lafzını kudret, vech lafzını ise zât diye te'vil etmişlerdir (yorumlamışlardır). Hicrî dördüncü asırda Hanbelî mezhebinden dolayısıyle Ehl-i sünnetten ayrılıp, kendilerine selefiyye veya selefî denilen bâzı kimseler, müteşâbih nassların (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin) sırf zâhirine (görünen), konuşma dilindeki mânâlarına yapışarak kendi akıllarına göre yanlış mânâlar verdiler. Bu sebeble teşbih ve tecsîm (Allahü teâlâyı mahlûkuna benzetme) gibi bozuk bir i nanışın içerisine düştüler. Sözlerine inandırabilmek için de Selef-i sâlihînin yolunda olduklarını söyleyerek, kendilerine Selefiyyeciler adını verdiler. Hanbelî mezhebinde olan Ebü'l-Ferec İbnü'l-Cevzî ve başka âlimler; bu selefiyyecilerin, Selef-i sâlihînin yolunda olmadıklarını, bid'at ehli mücessime (Allahü teâlânın cisim olduğunu söyleyenlerin) fırkasından olduklarını bildirerek, bu fitnenin yayılmasını önlediler. Yedinci asırda İbn-i Teymiyye (v. 1328/728), bu fitneyi tekrâr alevlendirdi. İbn-i Teymiyye'nin talebesi olan İbn-i Kayyım el-Cevziyye (v.1350/751), hocasının bozuk yolunu devâm ettirdi. Hicrî on ikinci asırda selefîlik fitnesi, Muhammed bin Abdülvehhâb tarafından tekrar ortaya çıkarıldı. Onun ve İbn-i Teymiyye'nin yolundakil er tarafından devâm ettirildi. Görülüyor ki, İslâmiyet'te selefiyye mezhebi diye bir şey yoktur. Tek doğru îtikâd ve selef-i sâlihînin yolu olan Ehl-i sünnet vel-cemâat yolu vardır. Ehl-i sünnetin ise Mâturîdiyye ve Eş'ariyye diye iki kolu vardır. Asırlardan beri müslümanlar Ehl-i sünnet îtikâdını bu iki koldan öğrenerek gelmişlerdir. (Bkz. Mâturîdî, Eş'arî) (İbn-i Halîfe Alîvî, Zâhid-ül-Kevserî, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

SELEM: İleride teslim edilecek bir malın peşin para ile satılması. Yâni belli miktârda peşin para ile belli zaman sonra bilinen yerde bilinen bir malı satın almak için yapılan sözleşme. Peşin parayı verene sâhib-üs-selem veya rabb-üs-selem; veresiye mal ver me borcu altına giren satıcıya müslemün ileyh, bu yolla satın alınan mala müslemün fîh denir.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! (Yaptığınız alış-veriş sonunda) muayyen (belirlenmiş) bir vâde ile birbirinize borçlandığınız zaman, onu yazın. (Bekara sûresi: 282)
(Buradaki borç mânâsı umûmî olup, selem borcunu da bildirir. İbn-i Abbas (r.anh) onu (borcu) selem borcu diye tefsir etmiştir.)
Sizden selem satışı (selem akdi) yapan kimse, belirli bir vâdeye kadar ölçeği bilinen ve tartısı bilinen bir mal ile selem yapsın. (Hadîs-i şerîf-İhtiyâr)
Selem, söz kesilirken ve malı teslim edinceye kadar geçen zaman içinde, çarşıda benzeri hep bulunan ve sıfatı, iyilik ve aşağılık derecesi ve miktârı belli edilebilen, yâni hacm (ölçek), vezn (tartı), metre ve sayı ile ölçülen ve tayin edilince teayy ün eden (belli olan) malda sahîh (geçerli) olur. (İbn-i Âbidîn)
Selem yapılan mal, belli zamanlarda taksit ile verilebilir. Semen (para) pazarlık yerinde hepsi peşin teslim edilmelidir. Hepsi peşin verilmezse, selem sahîh olmaz. Selem müddeti en az bir aydır. (İbn-i Âbidîn)
Selemden iki taraf uyuşarak vaz geçebilir ve bâyi' (malı satan), semeni (parayı) veya mislini (benzerini) veya kıymetini geri verir. (İbn-i Âbidîn)

SELÎM AKIL: Yanılmayan, pişman olacak bir işi yapmayan ve peygamberlere, âlim ve evliyâlara mahsus, ileriyi gören akıl. (Bkz. Akıl)
Selîm akıl sâhibi, nefsine uymaz. İslâm dînine uyar. Aklı dinlemeyen kimse ise nefsine uyar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

SELVÂ: Mûsâ aleyhisselâma îmân eden İsrâiloğullarına Allahü teâlânın ihsân ettiği bıldırcın eti. (Bkz. Men ve Selvâ)

SEM':
İşitme, işitici olma. Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından.

SEMÂ': Bir veya birkaç kişinin çalgısız, âletsiz okudukları, dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleştiren ilâhî, mevlid, kasîde ve şiirleri dinlemek. (Bkz. Simâ')
Hoş âhenk ve güzel nağmelerden doğan semâ' ve aynı şekilde okunan şiir ve gazelleri dinlemek; nefsine hâkim olan, onun isteklerine gâlib gelen ve her türlü gayr-i meşrû yâni dîne uygun olmayan işlerden sakınıp uzak duran kişiler için mübâhtır. (Mazhar-ı Cânı Cânân)

SEMÂHAT: Cömertlik ve el açıklığı; vermesi lâzım ve vâcib olmayan şeyleri seve seve vermek.
Resûl-i ekreme, "Hangi amelin daha faziletli" olduğu soruldukta; "Sabır ve semâhattır" buyurmuştur. (İbn-i Hibbân)

SEMÂVÎ: Allahü teâlâdan gelen.
Malın iki ortağı vardır. Biri semâvî âfetler, diğeri de vârisler. Eğer malından en az nasibi olan kimse olmak istemiyorsan ve buna gücün yetiyorsa, Allah yolunda sarfet. (Ebû Zer Gıfârî)

Semâvî Din: İnsanları dünyâ ve âhirette seâdete, mutluluğa kavuşturmak için, Allahü teâlâ tarafından gösterilen yol.
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede, bir peygamber vâsıtası ile insanlara bir semâvî din göndermiştir. Bu peygamberlere resûl denir. Her asırda, en temiz bir insanı peygamber yaparak, bunlar ile dinleri kuvvetlendirmiştir. Resûlle re tâbi olan bu peygamberlere nebî denir. Bütün peygamberler hep aynı îmânı söylemişler, hepsi ümmetlerinden aynı şeylere îmân etmeyi istemişlerdir. Fakat şerîatleri yâni kalb ve beden ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri başka başka olduğ undan, İslâmlıkları, müslümanlıkları da ayrıdır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Semâvî Kitab: Hak dinlerin kitapları. Semâvî kitapların bize bildirileni yüz dörttür. Bunlardan on suhuf Şist (Şit) aleyhisselâma otuz suhuf İdris aleyhisselâma, on suhuf İbrâhim aleyhisselâma indirildi. Mushaflar; Tevrât Mûsâ aleyhisselâma, Zebur kitabı Dâvûd aleyhisselâma, İncîl kitabı Îsâ aleyhisselâma ve Kur'ân-ı kerîm Muhammed aleyhisselâma nâzil olmuş, inmiştir. (Ahmed Cevdet Paşa)

SEMEN: Mebî'ye yâni satın alınan şeye karşılık verilen mal veya para.
Altın ile gümüş semen olarak yaratılmıştır. Her ne hâlde olurlarsa olsunlar dâimâ semendirler. (İbn-i Âbidîn, Kâşânî)
Kâğıt liralar fülûstur. Bunların zekâtını vermek lâzımdır. Fakat bunların kıymetleri altın ile gümüşün kıymetleri gibi hakîkî kıymet değildir. Îtibârî kıymettir. Hükûmetlerin verdikleri kıymettir. Verdikleri gibi geri de alırlar. Îtibârî kıymetleri g idince semen olmazlar. (İbn-i Âbidîn)
Bir satışta semen gösterilmeden akd (sözleşme) yapıp da sonra semen olarak haram olduğu bilinen şey verilirse, bu şey karşılığı alınan mebî' (mal) helâl ve tîb (güzel) olur. Fakat haram olduğu bilinen veya kendinde vedî'a (emânet) bulunan şey semen o larak gösterilerek söz kesilir ve bu semen verilirse, satın alınan mebî (mal) haram olur. Haram semene işâret edip, başka şeyi verirse veya başka semene işâret edip, haram semeni verirse, mebî (mal) haram ve habîs (pis) olmaz. (İmâm-ı Kerhî)

Semen-i Misl: Satılan malın piyasadaki fiyatı.

Semen-i Müsemmâ: Bâyi' (satıcı) ile müşterinin karşılıklı rızâ ile mebî (mal) için hakîkî kıymetine uygun olsun veya olmasın, tâyin ettikleri yâni uyuştukları bedel.
Semen-i müsemmâ, mebîin (malın) hakîkî kıymeti olacağı gibi, az çok ondan ziyâde veya noksan da olabilir. Meselâ bir kimse hakîkî değeri elli altın olan bir atı elli altına satsa, semen-i müsemmâ, atın hakîkî değerine uygun olur. Altmış altına satsa, semen-i müsemmâ atın hakîkî değerinden ziyâde (fazla) olmuş olur. Kırk altına satsa bu defâ da hakîkî değerinden noksan olmuş olur. (Ali Haydar Efendi)

Semen-i Râyic: Bir malın o günkü değeri.

SEMÎ': İşitilecek şeyleri ne kadar gizli olsa da işiten, hamd ve senâda bulunanların, hamdini işitip mükâfat veren, kullarının duâlarını işiten ve icâbet eden, münâfık ve yalancıların kalbden söyledikleri sözleri işiten mânâsında Allahü teâlânın Esma-i hüsn âsından (güzel isimlerinden).
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
...O'nun (Rabbinin) sözlerini değiştirecek kimse yoktur. Semi'de, Alim de O'dur. (En'âm sûresi: 115)
Allahü teâlâ Semî'dir. O, ne kadar gizli olursa olsun her şeyi işitir. O'nun işitmesi bizim işitmemiz gibi kulakla ve hava titreşimi ile değildir. İşitmesi, kulak zarına ses dalgalarının vurmasıyla olmaz. Bundan münezzeh (uzak)dir. (İmâm-ı Gazâlî)
Duhâ namazından sonra beş yüz kere Semî' ism-i şerîfini okuyan kimsenin duâsı kabûl olur ve Allahü teâlânın izniyle murâdına kavuşur. (Yûsuf Nebhânî)

SEMİ'ALLAHÜ LİMEN HAMİDEH: "Allahü teâlâ, hamd ve senâ eden kimsenin hamd, şükür ve senâsını (övgüsünü) işitir" mânâsına rükûdan kalkarken (doğrulurken) söylenen söz (tesbih).
Rükûdan kalkarken "Semi'allahü limen hamideh" demek, imâma ve yalnız kılana sünnettir. Cemâat bunu söylemez. (İbrâhim Halebî)

SEMÛD KAVMİ: Sâlih aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği ve îmân etmedikleri için büyük bir sayha (korkunç gürültü) ile helâk olan kavim.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Biz Semûd'a (nesebde) kardeşleri Sâlih'i resûl (peygamber) olarak gönderdik. (Hûd sûresi: 61)
Hûd aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği Âd kavmi, âsî olup, şiddetli rüzgârla helâk edilince, îmân ettikleri için bu azâbdan kurtulan mü'minler kendilerine yeni yurtlar bulmak için çeşitli bölgelere dağıldılar. Bu büyük felâketten kurtulanla rdan birisi de Nûh'un aleyhisselâm oğlu Sâm'ın neslinden gelen Semûd idi. Semûd ve berâberindekiler, Şam ile Hicâz arasında bulunan Hicr mevkiinde yerleştiler. Daha sonra Semûd'un torunları bu beldeden ayrılıp, Âd kavminin helâk edildiği yerlere göç ettiler. Buraları îmâr ettiler. Burada çoğalanSemûd'un torunları önce bir kabîle, sonra da büyük bir kavim (topluluk) oldular. Dedeleri Semûd'a nisbetle Semûd kavmi denildiği rivâyet edilmektedir. Kur'ân-ı kerîmde "Eshâb-ül-Hicr" diye zikredilen bu kavim, Âd kavminin devâmı olması ve onun yerini alması sebebiyle Âd-ı sânî (ikinci Âd) diye de anılır. (Sa'lebî, Kisâî)
Semûd kavmi, Âd kavmi gibi taşları yontup, dağları oyarak kayalara, tepelere saraylar yapıp, ovalara köşkler kurup, bağlar, bahçeler meydana getirdiler. Allahü teâlâ Âd kavmi gibi bunlara da bol nîmetler ve çok uzun ömür verdi. Meskenlerinde her türl ü nîmetler içinde yüzüp, üç yüz sene ile bin sene arasında ömür sürdüler. Önceleri bu nîmetlere şükrederlerken, sonraları unutup terkederek, zevk ve sefâya düştüler. Üstelik kabîle reisleri başta olmak üzere zulüm ve haksızlığa dayalı çeteler kurup, karışıklıklar çıkardılar. İnsanları ifsât ettiler, bozdular ve putlara tapmaya başladılar. Peygamberleri olan Sâlih aleyhisselâma inanmadılar. Sâlih aleyhisselâm, kendisine inanan 4000 kişi ile birlikte o beldeyi terk etti. Semûdluların yüzleri kana boyanmış gibi kırmızı oldu.Daha sonra simsiyah oldu. Allahü teâlâ, Cebrâil aleyhisselâma, Semûdluları bir sayha (korkunç gürültü) ile helâk etmesini emir buyurdu. Bir sabah vakti azâb sayhası Semûd kavmini yakalayıverdi. Sayhanın şiddetinden hepsinin ödleri patlıyarak helâk oldular. Helâk edilişleri, dillere destân oldu. (Nişâncızâde, Kisâî, Sa'lebî)

SENÂ: Hamd, medh, övgü.
Görünen, görünmeyen, bilinen, bilinmeyen bütün nîmetleri gönderen, bizlere kurtuluş yolunu gösteren ve çok sevdiği Muhammed aleyhisselâmın ümmeti yapmakla şereflendiren Allahü teâlâya hamd-ü senâlar olsun. (İmâm-ı Rabbânî)
Hamd, senâ etmenin, övmenin en üstün şeklidir. Sevinç hâlinde de sıkıntı hâlinde de hamd edilmektedir. Şükr ise nîmet zamanlarında olup, devamlı değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

SENED:
1. Delîl, dayanak.
Hoca çocuğa, Besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü teâlâ, çocuğun anasının, babasının ve hocasının Cehennem'e girmemesi için sened yazdırır. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Ya'kûb-ı Çerhî)
Din âlimi olmak, sözü dinde sened olmak için, sekiz yüksek din bilgisini bütün incelikleri ile öğrenmek, fen bilgilerinde lüzumu kadar ilim sâhibi olmak lâzımdır. Ancak bunlara İslâm âlimi denir. Bunların her sözü her açıklaması, Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin açıklamasıdır. Her sözleri sâbit ve müsellem (kabûle lâyık) ve muhakkak doğrudur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
2. Hadîs-i şerîfleri rivâyet edenlerin silsilesine verilen ad.
Kur'ân-ı kerîm okumak sünnettir ve sevâbı çoktur. Fakat namaz içinde okunan Kur'ân-ı kerîmin sevâbı daha çok olduğu hadîs-i şerîfte bildirilmiştir. Bu hadîs-i şerîf senedleriyle birlikte Hazînet-ül-Esrâr'da 22. sahîfede yazılıdır. (M. Sıddîk Gümüş)
3. Bir hakkı tesbit eden yazılı vesîka.
Ödünç verdiğinin senedine ödeme târihi koymak haramdır, fâiz olur. (Hamza Efendi)

SEREYÂN: Yayılma, dağılma, sirâyet etme.
Allahü teâlâ için söylenen kurb (yakın olmak), maiyyet (berâberlik), ittisâl (kavuşma), ihâta (çevirme) ve sereyân gibi sözlere inanmalı, nasıl olduklarını düşünmemeli ve araştırmamalıdır. Allahü teâlâ bilir demelidir. (İmâm-ı Rabbânî)

SERMÂYE: Ana para.
Ortaklardan bir kısmı sermâye vermek, bir kısmı da iş yapmak üzere kurulan şirketlere müdârebe şirket denir. Kâr, önceden sözleşilen oranda paylaşılır. Sermâye, iş yapanlarda emânettir. (Ali Haydar Efendi)
Ömrün en kıymetli sermâyesi vakitlerdir. (Ahmed Gazâlî)

SERVER-İ ÂLEM: Âlemin efendisi, en üstünü Muhammed aleyhisselâm.
Server-i âlem (sallallahü aleyhi ve sellem) bizim bilmediğimiz bir hayat ile şimdi hayattadır. Cesed-i şerîfi (mübârek bedeni) aslâ çürümez. Kabrinde bir melek durup ümmetinin okudukları salevât-ı şerîfeleri (Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed sözü ve benzerleri) kendisine haber verir. Minberi ile kabr-i şerîfi arası Cennet bahçelerindendir. (İmâm-ı Kastalânî)
Server-i âlemin (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek gözleri uyur, kalb-i şerîfi uyumazdı. Aç yatıp tok kalkardı. Aslâ esnemezdi. Mübârek vücûdu nûrânî olup, gölgesi yere düşmezdi. Elbisesine sinek konmaz, sivrisinek ve diğer böcekler mübârek kanını içmezdi. Allahü teâlâ tarafından Resûlullah (peygamber) olduğu bildirildikten sonra şeytanlar göklere çıkarak haber alamaz ve kâhinler (geleceğe âit şeylerden bahsedenler) söyleyemez oldu. (İmâm-ı Kastalânî)
Server-i âlemin (sallallahü aleyhi ve sellem) isimleri, hâlleri, Tevrât'ta ve İncîl'de yazılı idi. Yahûdî ve hıristiyanlar, teşrif etmesini bekliyordu. Fakat kendi cinslerinden gelmeyip, Arabdan geldiği için bâzıları kıskandı, inkâr etti. Halbuki bir çok âlimleri ve akıllıları, insaf edip müslüman oldu. (Abdülhakîm Arvâsî) Server-i âlem! Sana hayran olup yanarım. Görmüyor birşey gözüm, her an hulyânla aklım.
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

SERVER-İ KÂİNÂT: Kâinâtın efendisi, en kıymetlisi Muhammed aleyhisselâm.
Server-i kâinât, habîb-i Rabbil'âlemîn (Alemlerin Rabbi olan Allahü teâlânın sevgilisi) aleyhisselâm buyurdu ki: "Dünyâ ile âhiret birbirinin zıddıdır, birbirine uymaz. Birini râzı edersen öteki gücenir. (Mektûbât-ı Rabbânî)
Server-i kâinât sallallahü aleyhi ve sellem güzel huylu idi. İyilik etmesini severdi. Herkesle iyi geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Söylerken gülmezdi. Üzüntülü görünürdü. Fakat çatık kaşlı değildi. Cömerd idi. Fakat israf etmez, fâidesiz yer e bir şey vermezdi. Herkese acırdı. Mübârek başı hep önüne eğik idi. Kimseden birşey beklemezdi. Se'âdet huzûr isteyen onun gibi olmalıdır. (Muhammed Rebhâmî)

SETR-İ AVRET: Mükellef olan yâni akıllı ve bâliğ (ergenlik, evlenme yaşına erişmiş) bir kimsenin namazda veya her zaman başkasına göstermesi haram olan yerlerini örtmek. (Bkz. Avret)
Setr-i avret namazda da, namaz dışında da farzdır. (Halebî)
Setr-i avret üç şeyle tamam olur:
1) Erkekler göbeği altından dizi altına varıncaya kadar olan yerlerini örtmekle,
2) Kadınlar yüz, el ve bir rivâyete göre ayaktan başka bütün bedenlerini örtmek ve göstermemekle,
3) Câriyeler (harpte esir edilen kadın) sırtını ve göbekten diz altına kadar örtmekle. (Kutbüddîn İznikî)

SETTÂR (Es-Settâr): "Kulların günâhını örten" mânâsında Allahü teâlânın sıfatlarından.
Ey müslüman! Sen de Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem güzel huyları ile ahlâklanmalısın! Hattâ Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmak, her müslümana lâzımdır. Çünkü Resûl aleyhisselâm; "Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanınız!" buyurdu. Meselâ Allahü teâlânın sıfatlarından birisi Settâr'dır. Müslümanın da din kardeşinin aybını, kusurunu örtmesi lâzımdır. (İmâm-ı Ahmed Kastalânî)

SEVÂB: İyilik ve ibâdet yapana âhirette Allahü teâlâ tarafından verilecek mükâfât, iyi karşılık. Ecir. (Bkz. Ecr)
Benim şerîkim (ortağım) yoktur. Başkasını bana şerik eden, sevaplarını ondan istesin... (Hadîs-i kudsî-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Ümmetimin arasında fitne (ve) fesâd yayıldığı zaman, sünnetime sarılana yüz şehîd sevâbı vardır. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Allahü teâlâ, dünyâda iyilik ve ibâdet yapanlara sevâb vereceğini vâd etmiştir. İyilik ve ibâdet yapana âhirette sevâb verilmesi, vâcib ve lâzım değildir. Allahü teâlâ lutf ederek, merhamet ederek, bunlara âhirette sevâb vereceğini vâd etmiştir. Alla hü teâlâ vâdinden dönmez. Muhakkak yapar. (Muhammed Hâdimî)
Sâlih amellerin sevâbını bütün mü'minlerin rûhuna hediye etmek iyi ve makbûldür. Herbirine ayrı sevab ulaşır. Hakkında hediye etmek için niyet edilip okunan ve hediye edilen meyyitin, sevâbı hiç eksilmez. ( Muhammed Ma'sûm Fârûkî)

SEVÂD-I A'ZAM: Müslümanların çoğunluğu.
Ümmetim dalâlet (sapıklık) üzere birleşmez. Bunun için, ayrılık gördüğünüz zaman sevâd-ı a'zama tâbi olunuz. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Allahü teâlâ bu ümmeti aslâ dalâlet (sapıklık) üzerine birleştirmez. Allahü teâlânın ihsânı, yardımı cemâatledir. Sevâd-ı a'zama tâbi olunuz. Çünkü topluluktan ayrılan ateşe düşer. (Hadîs-i şerîf-Hâkim)
Dört mezhebden ayrılmak, Sevâd-ı a'zamdan ayrılmaktır. (Şah Veliyyullah Dehlevî)
Fıkıh âlimleri doğru yoldadırlar. Muhammed aleyhisselâmın sünnetine yapışan ve Hulefâ-i râşidînin yâni dört halîfenin yoluna sarılan bunlardır. Sevâd-ı a'zam, fıkıh âlimlerinin yolundadır. Bunların yolundan ayrılanlar Cehennem ateşinde yanacaklardır. (Seyyid Ahmed Tahtâvî)

SEV'ETEYN: Kadın ve erkeğin galiz yâni kaba avret mahalli, ön ve arka uzuvları; iki abdest bozma uzvu. (Bkz. Avret)
Mübâşeret-i fâhişe yâni çıplak olarak sev'eteyni sürtünmek erkeğin de kadının da abdestini bozar. (Halebî)
Konuşmaya başlamamış olan küçük çocukların avret mahalli yalnız sev'eteynidir. (Abdurrahmân Cezîrî)
Başkasının sev'eteynine bakmak haramdır. (Halebî)
Sev'eteyn dört hak mezhebde de kaba avrettir. Yâni namazda ve namaz dışında başkalarına göstermek haramdır. Bunları örtmek sözbirliği ile farzdır. Örtmeye, ehemmiyet vermeyen îmânsız olur. (İbn-i Âbidîn)

SEVK-İ TABİÎ: İstek dışı hareket. İç güdü. Canlıların hayâtiyetini ve nesillerini devâm ettirmek için, Hak teâlâ tarafından kendilerine verilen kuvvet.
Aklı olan kimse, sevk-i tabiîleri, İslâmiyet'in emrettiği, izin verdiği gibi kullanır ve günah olmaz. Aklı dinlemeyenler ise, nefse uyarak mubahlardan (izin verilenlerden) dışarı taşar ve günaha girer. Çünkü sevk-i tabiîleri mübahların dışına çıkmaya zorlar, mübahlardan başka şeyler de ister. Hayvanlarda kalb, rûh, nefs olmadığından, sevk-i tabiî ile hareket ederler. Meselâ acıkınca, doyuncaya kadar bulduklarını yerler. İnsanlar ise, kalb ile hareket eder. Kalb nefse uyarsa, bulduğu ile doymaz. Haram olan şeyleri arar. Doyduktan sonra da yer. (İmâm-ı Rabbânî)

SEVM-İ NAZAR: Bir malı görmek yâhut göstermek üzere sâhibinin izniyle almak.
Sevm-i nazar yoluyla alınan mal, fiyatı belli olsun veya olmasın kabz eden (alan) kimsenin elinde emânet bulunduğundan, bu mal istemeyerek telef ve zâyi (yok) olsa, bunu alan kimsenin tazmin etmesi (ödemesi) lâzım gelmez. (Ali Haydar Efendi)

SEVM-İ ŞİRA': Bâyi'in (satıcının) ve müşterinin, mebî'e (mala) fiyat koymaları, bir fiyatta anlaşmaları.
Sevm-i şira' yoluyla uyuşup malı götür, beğenirsen al deyip müşteri de beğenirsem alırım diyerek alıp götürürken mebi' (mal) telef ve zâyi olsa (zarar görse veya yok olsa) müşteri kıymetini veya mislini öder. (Dâmâd)

SEYF-İ NEBEVÎ: Peygamber efendimizin kılıcı.
Seyf-i Nebevînin iki tânesi Topkapı Sarayında bulunmaktadır. Yer yer altın, birisi de kıymetli taşlarla süslüdür. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)

SEYR: Tasavvuf yolunda ilerleme.
Başka tarîkatlerde seyre nefsin tezkiyesinden yâni temizlenmesinden başlanır. Cesedi temizlerler. Bundan sonra âlem-i emre sıra gelir. Bizim yolumuzda ise, seyr kalbden başlar. Kalb de âlem-i emrdendir. Bunun içindir ki, başkalarının yolunun sonu biz im büyüklerimizin yolunun başında yerleştirilmiştir. (İmâm-ı Rabbânî)

Seyr-i Âfâkî: Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin; ilminin, bilgisinin ve kendi ihtiyârı (dilemesi, istemesi) olmaksızın dış âlemde ilerlemesi.
Seyr-i âfâkîde kötülüklerden temizlenmek ve seyr-i enfüsîde iyi ahlâk ile ahlâklanmak vardır. (İmâm-ı Rabbânî)

Seyr-i Anillah-i Billâh: Yüksek bilgilerden, aşağı bilgilere inme. Tasavvufta nihâyete (maksada) ulaşan velînin geri dönmesi ve mahlûkları bilmeğe kadar inmesi.
Seyr-i anillah-i billah ve seyr-i fil-eşyâ (velînin geri döndükten yâni yol gösterip sonra eşyânın bilgilerine tekrar vâkıf olması) başkalarını irşâd edip kemâle getirmek içindir. (Muhammed Bâki-billah)

Seyr-i Enfüsî: Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kendinde ilerlemesi, kötü huylardan temizlenen nefsin, iyi huylarla bezenmesi, süslenmesi.
Seyr-i âfâkî (kendinin dışında ilerleme) insanı matlûbdan (aranılandan) uzaklaştırır; seyr-i enfüsî ise insanı, matlûba kavuşturur. (Ebû Saîd-i Harrâz)
İnsan her şeyi, kendini sevdiği için sever. Çocuğunu, malını sevmek onlardan istifâde edeceği içindir. Seyr-i enfüsîde, insanı, Allahü teâlânın sevgisi kaplıyarak, insan, kendini sevmekten kurtulduğu için evlâd ve mal sevgisi de bununla berâber yok o lur. O hâlde seyr-i enfüsî muhakkak lâzımdır. (Abdülkâdir-i Geylânî)

Seyr-i Fil-Eşyâ: Tasavvufta nihâyete kavuşan bir velînin geri döndükten sonra daha önce unutmuş olduğu eşyânın bütün bilgilerine yeniden sâhib olması.
Seyr-i fil-eşyâ, dâvet makâmını elde etmek içindir. Dâvet makâmı, Peygamberlere mahsustur. (Muhammed Bâki-billâh)

Seyr-i Fillah: Allahü teâlânın isimlerinde ve sıfatlarında ilerleme. Allahü teâlânın beğendiği ve râzı olduğu şeylerde fânî olma (yâni O'nun sevdiklerini sevmek ve O'nun sevdikleri kendine sevgili olmak).
Allahü teâlâya kavuşmakta zulmet perdelerinin kalkması için mahlûkların hepsini aşmak, yâni seyr-i âfâkîyi ve seyr-i enfüsîyi tamamlamak lâzımdır. Nûrdan perdelerin aradan kalkması için de seyr-i fillah gerekir. (Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr)

Seyr-i İlallah: Allahü teâlâya doğru olan yolda ilerlemek, mânevî ilimde durmadan yükselmek. Seyr-i âfâkî (kötü hâllerden kurtulma) ve seyr-i enfüsî (iyi hâllerle süslenme) yi içine alan tasavvuf yolculuğu.
Seyr-i ilallah ve seyr-i fillah yâni Allahü teâlânın beğendiği şeylerde fânî olma hâsıl olmadıkça, tam ihlâs (her işini yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapma) elde edilemez. Muhlislerin (ihlâs sâhiplerinin) olgunluğuna kavuşulamaz. (Abdülhakîm bin Mustafâ)

Seyr-i Murâdî: Murâdların, seçilmişlerin Allahü teâlânın lutf ve ihsânı ile çekilerek kavuştukları yol.
Tasavvuf yoluna girip ilerlemek, yol gösteren rehberi sevmeğe bağlıdır. Seyr-i murâdî ile ve kuvvetle çekilerek vilâyetin (evliyâlığın) yüksek derecelerine kavuşturulan bu rehberin bakışları, kalb hastalıklarına (kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmasına) şifâdır. Onun teveccühü yâni sevgisine kavuşmak, mânevî hastalıkları giderir. (Muhammed Behâeddîn-i Buhârî)

Seyr ve Sülûk: Tasavvuf yolculuğu, tasavvuf yolunda ilerlemek.
Seyr ve sülûktan maksad, nefsi kötü huylardan ve çirkin sıfatlardan temizlemektir. Bu çirkin sıfatların başı nefse düşkün olmak ve onun arzularına, isteklerine tutulmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)

S - 5

SEYYİD:
1. Efendi.
Genç olarak Cennet'e girenlerin Seyyidi Hasen ve Hüseyin'dir." (Hadîs-i şerîf-Üsüd-ül-Gâbe)
2. Hazret-i Hüseyin'in neslinden (soyundan) gelenler.
Seyyidlerin bulunduğu bir memlekette ben oturamam. Zîrâ Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem bağlı bir nesebden (soydan) gelmenin şerefini taşıyanlara lâyık oldukları tâzimi (hürmeti) gösterememekten korkuyorum. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
Seyyidler, İmâm-ı Hasen'in torunları olan şerîflerden daha üstündür. Osmanlı Devleti zamânında Haleb'de seyyidlere ve şerîflere mahsûs bir mahkeme vardı. Bütün evlâdları orada kayıtlı olup, yalancılar seyyidlik iddiâ edemezdi. Seyyidlerin kıymeti bil inmeli, hürmette ve hizmette kusûr edilmemelidir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Seyyid-ül-Enâm:
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın lakablarından biri. Beşerin yâni insanların efendisi, en yükseği.
Seyyid-ül-enâm Muhammed aleyhisselâm, her zamanda, her memlekette, yâni dünyâ yaratıldığı günden, kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan O'nun üstünde değildir. Bu, güç birş ey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, O'nu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın O'nu medh edecek gücü yoktur. Hiçbir insanın, O'nu tenkîd edecek iktidârı yoktur. Allahü teâlâ hadîs-i kudsîde; "Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım!" buyuruyor. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

Seyyid-ül-İstiğfâr:
Duâ ve istiğfârların başı. İstiğfâr duâlarının büyüğü. Allahü teâlâdan günâhın bağışlanmasını istemek için yapılacak duâların en üstünü, en kıymetlisi.
"Allah'ım! Sen benim Rabbimsin. İbâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ancak sen varsın. Beni sen yarattın; şüphesiz ben senin kulunum. Gücüm yettiği kadar, ezelde sana verdiğim ahd ü mîsâk (Allahü teâlâ, rûhları yarattığında; "Elestü bi Rabbiküm - Ben si zin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda, rûhların; "Kâlû belâ - Evet Rabbimizsin" dediği günkü verdiğim söz) ve vâ'dim üzerinde duruyorum. Yâ Rabbî! İşlediğim günâhların şerrinden sana sığınıyorum. Bana lütuf ve ihsân buyurduğun nîmetleri ikrâr ve îtirâf ederim (kabûl ederim). Günâhımı da îtirâf eylerim. Beni affet Allah'ım! Zîrâ senden başka günâhları kimse affedemez." İşte her kim bu seyyid-ül-istiğfâr duâsını (ihlâs ile, sevâb ve fazîletine inanarak) gündüz okuyup, o gün akşam olmadan ölürse, o kimse Cennetlik olur. Her kim de sevâb ve fazîletine inanarak gece okur da, sabah olmadan ölürse, o kimse de Cennet ehlindendir." (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)

Seyyid-ül-Mürselîn:
Muhammed aleyhisselâmın lakablarından. Gönderilmiş olan peygamberlerin önderi, efendisi.
Seyyid-ül-mürselîn sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Bir kimse, bir günâh yapmak istese ve sonra Allah'tan korkup, onu terk eylese, Hak teâlâ hazretleri, o kula iki Cennet ihsân eder. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Allahü teâlânın rızâsına; Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdıyla yâni Resûlullah efendimizin ve O'nun sohbetinde yetişen Eshâb-ı kirâmın yolunda olmakla, onların bildirdiklerine tam inanmakla kavuşulur. Bu doğru îtikâd (inanış) her şeyden kıymetli ve kaz anılan şeylerin en üstünüdür. Kim bu doğru îtikâda sâhib olursa, bütün şerefleri ve üstünlükleri toplamış olur. Cennet kapıları, bu îtikâda sâhib olmakla açılır. Dünyâ ve âhirette üstünlük onunladır. Peygamberler bunun için gönderilmiş olup, onların sonuncusu Seyyid-ül-mürselîn Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemdir. (Serahsî)

Seyyid-üs-Sakaleyn:
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın lakablarından. İnsanların ve cinlerin efendisi, iki cihânın seyyidi Muhammed aleyhisselâm.
Hak teâlâ kullarını Cennet'e dâvet edip cemâlini (güzelliğini) müşâhede etmelerini (görmelerini) vâd eyledi. Bu devletin ele geçmesine Seyyid-üs-Sakaleyn efendimiz hazretlerini vâsıta kıldı. O'nu (sallallahü aleyhi ve sellem) mîrâca götürmesi sebeple rinden ve hikmetlerinden bir sebep ve hikmet de bu olsa gerektir. (Harâitî)

SEYYİE:
Kötülük, günah.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Her güzel, her iyi şey, sana Allahü teâlâdan geliyor. Her seyyieye de nefsin sebeb oluyor. (Nisâ sûresi: 79)
Hiçbir kimse yoktur ki, tertemiz abdestini alsın, sonra (şu) mescidlerden birine gitsin de Allah, ona attığı her adım karşılığında bir sevâb yazmasın; her adım karşılığında onun bir seyyiesini affetmesin! (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Mü'minin başına sâbit bir sızı veya bir meşakkat, bir hastalık, bir hüzün, hattâ kendini üzen bir keder gelirse, onunla seyyielerinden bâzısı örtbas edilir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Kalbe gelen düşünce seyyie olup, terk edilirse sevâb yazılır. Azm edilir, yapmamaya karar verilirse, bir günâh yazılır. İşlemezse bu da affolur. Hadîs-i şerîfte; "Kalbe gelen kötü şey söylenmedikçe ve buna uygun hareket edilmedikçe affolur" buyruldu. (Muhammed Hâdimî)

SIBTEYN-İ MÜKERREMEYN:
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın iki mübârek torunu; hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyn (radıyallahü teâlâ anhümâ).

SIDDÎK:
1. Pek doğru, hiçbir zaman yalan söylemeyen, işinde ve sözünde doğru olan.
Doğru sözlü olmak iyiliğe götürür. İyilik Cennet'e götürür. Kişi doğru söyleye söyleye Allahü teâlânın katında sıddîk olarak yazılır. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Doğru olan tüccar kıyâmette sıddîklarla ve şehîdlerle berâber olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Rıyâd-ün-Nâsihîn)
Aralarında şu dört kimseden biri bulunan topluluk helâk olmaz: İmâm, velî, sıddîk ve üstâd. ( Ebü'l-Hasan)
Sıddîklar, harama sebeb olmak korkusu bulunmayan hallerden de sakınır. Bunları meydana getiren sebeblerden birine haram karışmış olmasından çekinirler. ( İmâm-ı Gazâlî)
2. Hazret-i Ebû Bekr'in lakabı.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, mîrâcdan döndükten sonra, sabahleyin Kâbe'nin yanına gidip mîrâcını anlatmıştı. Bunu işiten kâfirler alay ettiler. Müslüman olmaya niyeti olanlar da vazgeçti. Mîrâcı duyan Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh, Resûlullah'ın yanına geldi. Büyük kalabalık arasında, yüksek sesle; "Yâ Resûlallah! Mîrâcınız mübârek olsun! Allahü teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere, hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlayan yüzünü görmekle, kalbleri alan, rûhları çeken tatlı sözlerini işitmekle nîmetlendirdi. Yâ Resûlallah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem! Senin her sözün doğrudur. İnandım. Canım sana fedâ olsun!" dedi. Ebû Bekr'in sözleri, kâfirleri şaşırttı. Diyecek şey bulamayıp dağıldılar. Şübheye düşen, îmânı zaîf birkaç kişinin de kalbine kuvvet verdi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem o gün Ebû Bekr'e; "Sıddîk" dedi. Bu adı almakla, bir kat daha yükseldi. (Ahmed Cevdet Paşa, M. Sıddîk Gümüş)

SIDK:
1. Doğruluk.
Sıdk, sözün süsüdür. (Hazret-i Ali)
İnsanları, sıdktan daha güzel birşey süsleyemez. (Fudayl bin Iyâd)
Sabır bütün hayırların; sıdk ise kurtuluşun ve nîmetlere şükretmek, bereketin anahtarlarıdır. Kimde bu hasletler bulunursa, o en yüksek mânevî mertebelere kavuşur. (Bâhilî)
Araştırıldığında sıdkın şecâatle, yalanın da korkaklıkla berâber olduğu görülür. ( İbn-ül-Mugter)
2. Peygamberlerin sıfatlarından.
Bütün peygamberler sıdk sâhibidirler. Her sözleri doğrudur. Aslâ yalan söylemezler. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

SIFAT:
Özellik, hâl, keyfiyyet. Varlıkta kendi kendine duramayıp başka bir şeye muhtaç olan şey.
Varlıklar birbirlerinden sıfatlarıyla ayırt edilmektedir. (Teftâzânî)
Allahü teâlânın insanlar içinden seçmiş olduğu peygamberler (aleyhimüsselâm) da insanlık sıfatlarında diğer insanlarla aynıdır. Yâni onlar da yerler, içerler, soğukta üşürler. Ancak Allahü teâlâ, onlara husûsî (özel) nîmetler ve çeşitli mûcizeler ihs ân etmiştir. (Harputlu İshâk Efendi)
Noksan sıfatlar Allahü teâlâda yoktur. O, maddelerin, cisimlerin, ârâzların yâni hallerin sıfatlarından ve bunlara lâzım olan şeylerden münezzehtir (uzaktır). (Ahmed Fârûkî)

Sıfat-ı İlâhiyye:
Allahü teâlânın zâtî ve subûtî sıfatlarının hepsi.
Perdeler tamâmen kalkıp, hakîkat bütün açıklığıyla bildirilince anladım ki, âlemler, mahlûklar (yaratılmışlar) sıfat-ı ilâhiyyenin aynaları ve esmâ-i ilâhiyyenin (Allahü teâlânın isimlerinin) görünüşleri ise de, görünenler gösterenin kendi değildir. Bir şeyin görüntüsü o şeyin kendisi değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

Sıfat-ı Ma'neviyye:
Allahü teâlânın subûtî sıfatları.
Allahü azîm-üş-şân hakkında bize bilinmesi vâcib (lâzım) olan sıfat-ı ma'neviyye sekizdir. Bunlar; Hayy, Allahü teâlâ diridir. Semi', Allahü teâlâ sem-i kadîmi (ezelî işitme sıfatı) ile işiticidir. Basîr; Allahü teâlâ görücüdür. Mürîd; Allahü teâlâ i râde-i kadîm ile (ezeli olan dileme sıfatıyla) dileyicidir. Alîm; Allahü teâlâ ilm-i kadîmi ile (ezelî ilim sıfatıyla) bilicidir. Kadîr, Allahü teâlâ kudret-i kadîmesiyle (ezelî kudreti ile) gücü yeticidir. Mütekellim; Allahü teâlâ kelâm-ı kadîmi (ezelî, başlangıcı olmayan kelâmı) ile söyleyicidir. Mükevvin; Allahü teâlâ her şeyi yaratandır. (Kutbüddîn İznikî)

Sıfat-ı Nefsiyye:
Allahü teâlânın Vücûd yâni var olma sıfatı.
Allahü teâlâ hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfat-ı nefsiyye birdir. Yâni var olmaktır. Kur'ân-ı kerîmdeki İhlâs sûresi ve bu âlemdeki bütün yaratılmışlar Allahü teâlânın sıfat-ı nefsiyyesi olan vücûd sıfatının delilleridir. (Kutbüddîn İznikî)

Sıfat-ı Selbiyye:
Allahü teâlâda bulunması câiz olmayan sıfatlar.
Allahü teâlânın sıfat-ı zâtiyye ve sıfat-ı subûtiyyeden başka sıfatları ya îtibârî (var kabûl edilen) veya selbîdir. Meselâ Allahü teâlâ cisim değildir. Cisimden değildir. Madde değildir. Arâz yâni hal değildir. Mekânı yoktur. Zamanlı değildir. Bir ş eye girmiş, bir yere yerleşmiş değildir. Hudûdlu, bir şeyle çevrilmiş değildir. Bir tarafta, bir cihette değildir. Bir şeye mensûb değildir. Bir şeye benzemez. Misli, ortağı ve zıddı yoktur. Anası, babası, zevcesi (hanımı), çocukları yoktur. Bunların hepsi mahlûklarda (sonradan yaratılanlarda) bulunur. Hepsi noksanlık ve kusûr alâmetleridir. Bütün bunlar sıfat-ı selbiyyedir. Bütün kemâl sıfatlar Allahü teâlâda vardır. Bütün noksan sıfatlar yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)

Sıfat-ı Sübûtiyye:
Allahü teâlânın zâtında (kendisinde) bulunmakla birlikte başka varlıklarda da sınırlı olarak bulunan sıfatları. Bu sıfatlara sıfat-ı hakîkiyye de denir.
Mükellef yâni âkıl ve bâliğ olan, kadın-erkek her müslümanın Allahü teâlânın sıfat-ı zâtiyyesini ve sıfat-ı sübûtiyyesini, doğru bilmesi ve inanması lâzımdır. Herkese ilk farz olan şey budur. Bilmemek özür olmaz. Bilmemek günâh olur. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Allahü teâlânın sıfatları sıfat-ı zâtiyye (zâtında bulunan sıfatlar) ve sıfat-ı sübûtiyye olmak üzere ikiye ayrılır. Allahü teâlânın sıfat-ı subûtiyyesi sekiz tânedir. Bunlar; Hayat (diri olmak), İlim (bilmek), Sem'(işitmek), Basar (görmek), Kudret ( gücü yetmek), Kelâm (konuşmak), İrâde (dilemek) ve Tekvîn (yaratmak)dır. Allahü teâlânın sıfat-ı sübûtiyyesi de zâtı gibi ezelî (başlangıcı olmayan) ve ebedî (sonu olmayan) dirler. Mahlûkların (yaratılmışların) sıfatları gibi değildirler. Akıl ile zan ile dünyâdakilere benzetilerek anlaşılamazlar. Allahü teâlâ bu sıfatlarından birer örnek insanlara sınırlı olarak ihsân etmiştir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Sıfat-ı Zâtiyye:
Allahü teâlânın zâtında (kendisinde) bulunup diğer varlıklarda bulunmayan, yalnız Allahü teâlâya mahsûs sıfatları. Bu sıfatların sonradan yaratılan varlıklarla hiçbir sûrette bağlantıları yoktur. Bu sıfatlara sıfat-ı Vücûdiyye ve sıfat-ı Ulûhiyyet de denir.
Allahü teâlânın sıfatları, zâtî (kendisine âit olan) ve sübûtî (başka varlıklarda sınırlı olarak bulunan) sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır. Allahü teâlânın sıfat-ı zâtiyyesi, altı tânedir. Bunlar; Vücûd (var olmak), Kıdem (varlığının öncesi, başlan gıcı olmamak), Bekâ (varlığının sonu olmamak), Vahdâniyyet (zâtında, sıfatlarında ve işlerinde tek olmak; ortağı ve benzeri olmamak), Muhâlefetün lil-havâdis (hiçbir mahlûka, yaratılmışa hiçbir bakımdan benzememek), Kıyâm binefsihî (varlığının kendinden olması, var olmak için hiçbir şeye muhtâc olmaması). Bu altı sıfatın hiçbiri mahlûkların (yaratılmışların) hiçbirinde yoktur. Allahü teâlânın sıfat-ı zâtiyyesi zâtı gibi ezelî (başlangıcı olmayan) ve ebedî (sonu olmayan)dir. Yâni sonsuz olarak va rdırlar. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

SILA:
Fıkıh ve tasavvufu (kalb bilgilerini) meczeden, birleştiren mânâsına İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin lakabı.
Ümmetimden sıla isminde bir zât gelecek, onun şefâati ile grup grup insanlar Cennet'e gireceklerdir. (Hadîs-i şerîf-Cem-ül-Cevâmi')
Beni iki dünyâ arasında sıla kılan Rabbime hamd olsun. (İmâm-ı Rabbânî)

Sıla-i Rahm:
Akrabâyı, yâni ana, baba, dede, çocuklar ve torunları; süt ve evlilik yoluyla olan yakınları ziyâret etmek, gözetmek ve onlara yardım etmek.
Allahü teâlâdan korkun ve akrabânızı ziyâret edin. Onlara yardım edin! Çünkü sıla-i rahm sizin için dünyâda bereket, âhirette ise günahlara mağfirettir. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-ün-Nasîhin)
Sıla-i rahm, âilede muhabbetin, malda servetin artmasına ve ömrün uzamasına sebeptir. (Hadîs-i şerîf-Evsat)
Üç sınıf kimseye, yarın kıyâmet gününde arşın altında yer verilir. Birincisi sıla-i rahmi bırakmayan; ikincisi kocası mal bırakmadan vefât edip de küçük çocukları olan ve bunları kimseye muhtaç etmemek için koruyan kadın; üçüncüsü yetimleri doyurmak için yemek veren kimsedir. (Enes bin Mâlik)
"Müslüman olan ve sıla-i rahmde bulunan bir kimseye, yetmiş nâfile hac sevâbı verilir." (Süleymân bin Cezâ)

SIR:
1. Gizli, gizlenilen şey.
Kader, Allahü teâlânın mahlûku hakkında bir sırrıdır. Allahü teâlâ, kader ile ilgili bilgiyi mahluklarından, yarattıklarından gizlemiş, onu araştırmaktan kullarını menetmiştir. (Mengübers Müstensırî)
Kimseye sırrını söyleme. Sen birisine söylersen, o da başkasına söyler. Mücevherâtı hazînedâra teslim et, ama sırrını kendine sakla. (Sa'dî Şîrâzî)
Kimse senin sırrını senden daha iyi saklayamaz. (Sa'dî Şîrâzî)
Çok konuşmak, kendisinde sır olarak bulunanları açıklamak ve herkesin sözünü kabûl etmek insanı küçük düşürür. (Muhammed bin Ka'b el-Kuraşî)
Sırrın senin esirindir. Onu ifşâ edersen (açıklarsan) sen onun esiri olursun. (Hazret-i Ali)
İki kişinin bildiği şey sır olmaz. ( Abdülazîz Dehlevî)
2. Âlem-i emrin (maddesiz, zamansız ve ölçüye girmeyen âlemin) beş mertebesinden biri. Tasavvuf yolculuğunda rûhun üstündeki derece.
Âlem-i emrin birinci basamağı kalbdir. Bu yolda (tasavvuf yolunda) kalbi geçtikten sonra sırasıyla ruh, sır, hafî ve ahfâ mertebelerinde ilerlenir. Âlem-i emrin bu beş latîfesini anlamak ve bunlar üzerinde bilgi edinmek, ancak Muhammed aleyhisselâmın izinde gidenlerin büyüklerine nasîb olmuştur. (İmâm-ı Rabbânî)

SIRÂT KÖPRÜSÜ:
Cennet'e geçilmek üzere, Cehennem üzerine kurulmuş, mâhiyeti kesin bilinmeyen köprü. Buna, yalnız sırât da denir.
Herkesten önce ben ve benim ümmetim Sırat köprüsünden geçeriz. Sırat üzerinden geçerken peygamberlerden başkası birşey söyliyemez. Onlar da; "Yâ Rabbî! Ümmetlerimize (bize îmân edenlere) selâmet (kurtuluş) ihsân eyle (ver) " derler. (Hadîs-i şerîf-Tezkire)
Büyük kurban alınız ve kesiniz! Çünkü kurbanlarınız, sırât üzerinde sizin bineklerinizdir. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
Sırât köprüsü, Allahü teâlânın emri ile, Cehennem'in üstünde kurulacaktır. Herkese, bu köprüden geçmesi emr olunacaktır. O gün bütün peygamberler; "Yâ Rabbî! Selâmet (kurtuluş) ver!" diye yalvaracaklardır. Cennetlik olanlar, köprüden kolayca geçerek, Cennet'e gideceklerdir. Bunlardan bâzısı şimşek gibi, bâzısı rüzgâr gibi, bâzısı koşan at gibi geçecektir. Sırât köprüsü, kıldan ince, kılıçtan keskindir. Dünyâda iken İslâmiyet'e uyanlar, nefislerine hâkim olanlar, Sırât'ı kolay ve rahat geçecektir. Nefislerine düşkün olanlar, Cehennemlik olanlar, Sırât'tan geçemeyip, Cehennem'e düşeceklerdir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Ehl-i sünnet âlimleri (Resûlullah efendimizin ve O'nun sohbetinde yetişmiş Sahâbe'nin yolunda olan mübârek insanlar), İslâmî bilgilerden hiçbirine, akıl ermediği için, karşı gelmediler. Böylece, kabir azâbına, kabirde Münker ve Nekir denilen iki mele ğin suâl soracaklarına, sırât köprüsüne, kıyâmetteki terâziye hemen inandılar. Akıl ermediği için olmaz demediler. Çünkü bu büyükler, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uydular. Aklı bu iki temel kaynağa bağladılar. Anlıyabildiklerini anlattılar. Anlıyamadıklarına öylece inandılar. Anlayamadıklarına, aklımız ermediği için anlıyamadık dediler. (Ahmed Fârûkî)

SIRÂT-I MÜSTEKÎM:
İslâmiyet'in gösterdiği doğru yol.
Allahü teâlâ âyet-i kerimelerde meâlen buyuruyor ki:
Ey âdemoğulları! Şeytana itâat etmeyin; o size apaçık bir düşmandır, diye size öğüd vermedim mi? Bir de bana ibâdet edin; sırât-ı müstekîm budur (diye emretmedim mi?) . (Yâsîn sûresi: 60,61)
(Ey Resûlüm!) Sen, hemen sana vahy edilen (indirilen) Kur'ân'a yapış (Onunla amel et!) Şüphesiz ki sen, sırât-ı müstekîm üzerindesin. (Zuhrûf sûresi: 43)
Hazret-i Âişe, Resûl-i ekrem efendimiz teheccüde (gece namazına) kalktığı zaman şöyle duâ ederdi diyor: "Ey Mikâil, Cebrâil ve İsrâfil'in Rabbi olan, gökleri ve yeri yaratan, gizli ve âşikâre her şeyi bilen Allah'ım! Kullarının arasındaki ayrılıkları düzeltecek olan Hâkim (hüküm sâhibi) sensin. Beni, hakka, hidâyet eyle. Çünkü sen, dilediğini sırât-ı müstekîme hidâyet edersin." (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Sâdıklar (doğru söyliyenler) ve hakîkate erenler (gerçeği bulanlar, kurtuluşa erenler) sözbirliği ile diyoruz ki: "Sırât-ı müstekîm; Ehl-i sünnet vel-cemâatin, yâni Resûlullah efendimizin ve O'nun sohbetinde yetişen Sahâbe-i kirâmın yoludur. (Muhammed Bâkî-billah)

SIYÂM:
Oruç tutmak. Fecrin ağarmasından (imsaktan) güneş batıncaya kadar, yemeyi, içmeyi ve cimâ'ı terk etmek. (Bkz. Oruç)

Dini Sözlük 13 den başlanacak
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol